Nermin Yıldırım* ilk romanı Unutma Beni Apartmanı ile 2011 yılında hayatımıza giren, geçtiğimiz günlerde Hepkitap’tan çıkan son romanı Misafir ile yoluna emin adımlarla devam eden, eserlerinin pek çok dile çevrilmesiyle ülke sınırlarını aşmış bir yazar. Yazdıkları vasıtasıyla kişisel meselelerimizle yüzleşmeye cesaretlendiren ve bunu yaparken toplumsal bir varlık olan insanı yaşadığı toprakların hafızasıyla da temas ettirmekten kaçınmayan bir tarzı var.
Romanlarından hareketle kendisiyle hem yazma deneyimini hem de ‘yüzleşme’nin ağır ama aydınlık yüzünü, varoluştaki eksiklik hissini ve cesareti, ‘aile kurumu’nun aklımızı kaçırtan yanlarını konuştuk.
Dokunmadan** için bir iç muhasebe, hesaplaşma romanı diyebiliriz sanıyorum. Yaşadığımız coğrafyanın bize hediye ettiği yüklerle gelen ağırlık, hiçbir yaraya temas edememeyle gelen suçluluk… Ve ancak dokunarak, yüzleşerek tamama eren içsel bir yolculuk... Aynı meselenin son kitabınız Misafir’deki karakterlerde de devam ettiğini görüyoruz. Temas ve yüzleşme temasının sizin yaşamınızda nasıl bir anlamı olabilir? Ve yazmak sizin için nasıl bir ihtiyaçtan doğuyor?
Hikâye olarak değilse de, hikâyenin kurulduğu dünya olarak, benzer atmosferlerden beslenen romanlar bunlar, o anlamda bir akrabalıkları var. Dokunmadan’da anlatılan derin suçluluk duygusunun muhtemel sonuçları mevcut Misafir’de. Evet, birbirimizin yarasına merhem olamadık, peki sonra ne oldu? Acıdan delirdik. Çaresizlikten delirdik. Yaşadığımız dünyaya temas edemediğimizi, hatta o dünyadaki işlevsizliğimizi görmek, bizi kısmen delirtti. Ben şahsen yaşarken ve yazarken, tarihle, birbirimizle, kendi karanlığımızla, kısacası karşılaşmaktan kaçındığımız ne varsa onunla yüzleşmekten yanayım. Bu kaçınma hali, hayatı kolaylaştırma refleksinden doğuyor ama kendi hakikatimizi hasıraltı etmek esasen hayatı kolaylaştırmıyor. Aksine bir gece ansızın köşe başından fırlayıp karşımıza çıkıverecek, bizi en hazırlıksız anımızda yakalayacak bir dolu kâbus biriktiriyoruz böyle yaparak. Diyorum ya, ben, derin bir nefes almak, yüzleşmek ve yen içinde kalmış bütün kırıklarla hesabımızı kesmek taraftarıyım. Yazma ihtiyacım da biraz buralardan doğuyor. Bir tür yüzleşme ve anlama çabasından.
Yüzleşme konusu bana Rollo May’in bir cümlesini hatırlatıyor: “Kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim ve biriktirilmiş bilgiyle yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır ve kendisi olabilir.” Ancak şunu da ekliyor başka bir yerde: “Gerçeği aramak daima nefret edilecek bir şeyle karşılaşmayı göze almak demektir.” Çıktıkları içsel yolculuklarda bazen kendi gerçeğini hatırlamak, bazen de unutmak isteyen kahramanlarınız var. Cesaret üzerine neler söylersiniz?
Hep korkaklığımızdan, hadi en azından yeterince cesur olamayışımızdan bahsediyoruz ama, hayatta kalmış birinin zaten fazlasıyla cesur olduğunu kabul edelim evvela. En zor olanı başarmış ve hayatta kalmayı, hayatın sunduğu bütün sürprizleri karşılamayı göze almış, bu yanıyla gözüpek insanlarız biz. Ha, bir kısmımız yüzleşmeden yanayız, bir kısmımız da yüzleşmeden kaçmayı tercih ediyoruz. Kaçmayanlarımız, kendi kendimizi kanırtmak gibi manyakça zevklere sahip olduğumuzdan değil, yaralar kangren olmasın diye yaşıyoruz bu yüzleşmeleri. Evet, gerçek, genellikle karşılaşmak istemeyeceğimiz kadar rahatsız edicidir ama karşılaşmak ve tanışmak da onun tehditkârlığını azaltır aslında. Filmlerde en korktuğumuz canavarlar yönetmenin bize göstermedikleridir. Bir canavar, bir defa görüldükten sonra, ne kadar çirkin olursa olsun, eskisinden daha az ürkütücüdür artık. Çünkü aynı anda üstünüze çullanan diğer bütün ihtimallerin hayalini eler ve tek ve gerçek bir çirkinlikle baş başa kalırsınız artık. Sonra ona alışmayı ve hatta onu evcilleştirmeyi de öğrenirsiniz zamanla. Bizim de kaçmaya değil de, kendi canavarımızla tanışmaya ihtiyacımız vardır belki. Canavarımızla yüzleşmeye ve onu evcilleştirmeye.
Ne kadar kaçarsak o kadar kovalanıyoruz hem değil mi? Bir de yarattığınız karakterler sanki çoğunlukla bir “eksiklik” hissine sahip oluyor. Bu eksiklik bazen bir kayıpla birlikte gelen yası barındırırken, bazen ihtiyaçlarının karşılanamamış olmasıyla kişilikte oluşan bir lekeyi andırıyor. Siz de özverili bir doktor edasıyla o yaraları iyileştirmeye çalışıyormuşsunuz gibi bir çağrışım var bende. Peki “eksiklik” deyince sizde çağrışan ne oluyor?
İnsan dediğimiz varlık eksiktir. Bütün varoluşu boyunca da o eksikliği teşhis ve tedavi etmeye çalışır ya da kimi zaman çalışmaz. İnsanlar bu yüzden dost edinir, bu yüzden sanatla ilgilenir, bu yüzden evlenir, bu yüzden çocuk yapar, bu yüzden tatile çıkar, hemen her şeyi bu yüzden yapar. Çoğu zaman adını koyamadıkları o eksikliği gidermek için. Yazdığım karakterlere bir tür doktor gibi, iyileştirme arzusuyla yaklaştığımı söylemeniz beni memnun etti. Evet, hayatı öyle yaşamaya çalıştığım gibi, romanlarımı da merhamet duygusuyla yazmaya çalışıyorum. Bu, insanın içindeki marazı görmezden geldiğim anlamına gelmiyor. Aksine en çok oraya, insanın karanlığına bakıyorum. Ama bakarken de sürekli neden diye soruyorum. Bu soruya aldığım cevap, bir teslimiyeti değil, değiştirme, dönüştürme arzusunu, direnişçi bir umudu beraberinde getiriyor.
Bir söyleşinizde de;“Misafir’i bizi çıldırtan, bunca kalabalığın içinde yalnızlaştıran şeyi anlama arzusuyla yazdım. Ağrıyan yeri bulursak uygun merhemi hazırlayabiliriz belki diye...” demişsiniz. Edebiyat acaba aksaklıktan/eksiklikten mi doğuyor?
Ve evet, az evvelki bahisten devamla söylemek gerekirse, insanlar bu yüzden yazar ve bu yüzden okur. Yani o malum eksiklik yüzünden. Edebiyat kuşkusuz bir anlama çabasıdır. Dünyayı, kendimizi. Buna eksikliğimiz de dahil. Hatta belki en çok o dahil.
Hazır karanlıktan bahsediyorken, “sınır durumlar”ın yaşamlarımızdaki belirleyiciliğini, zaman zaman “uyanmak” için karanlığa ihtiyaç olması şeklinde işleyişiniz dikkat çekici. “Karşı konulamaz acı”da anlam bulabilmek veya olumsuzlukları varoluşsal bir dönüşümün başlangıcı haline getirmek sizce nasıl mümkün olur?
Şahane bir soru, çok teşekkür ederim! Cevaba gelince, edebiyatçı olarak bunu zorlamamıza lüzum yok, hayat zaten kendi akışı içinde bunu mümkün kılar. İnsan dediğimiz, yaşadığı müddetçe, düştüğü yerden kalkmakla mesul bir varlık. Ama düşmenin getirdiği acıyı da elbet duyacak ve hatta bu acının itkisiyle varoluşunu yeni baştan kuracak. Mesela en temel örnek üzerinden gidecek olursak, sevilen birinin ölümü bir sınır durumdur, bunun karşılığında acı çekmek de en doğal insanlık hali. O acı esnasında hayat bitmiştir, her şeyin sonu gelmiştir gibi hissedilir, böyle hissedilmesi de gayet tabiidir. Ve fakat sonra hayat devam eder. İnsan, o acıya rağmen hayatını sürdürmenin bir yolunu bulur. Kişisel ve toplumsal hikâyemizi anlamlandırmaya çalışırken, bunu hep hatırlamamız, hatta belki en çok bunu hatırlamamız gerekir. Başına gelen en feci beladan bile, yola devam edecek gücü bularak çıkabilir insan. Karanlıkta uyanmak bu yüzden. Hatta en gerçek, en sarsıcı, en dönüştürücü uyanışların karanlıkta yaşanması da bu yüzden.
‘Anlam’ belki tam da burada, ‘acıyla ne yaptığımız’la şekillenip var oluyor. Son olarak Misafir’de akıl hastanesinin “Ev” diye isimlendirilişi pek tabii aile kurumunu da sorgulamaya itiyor. Sizce bir kurum olarak aile “aklımızı” korumayı başarabilir mi?
Bana kalırsa aile daha çok aklımızı kaçırmamıza vesile olacak bir kurum. Ömrümüz boyunca belki de bir daha hiç tatmayacağımız karşılıksız sevgiyi vaat etmesine ve güvenli bir limana benzetilmesine rağmen, aslında mahpusluk hayatımızın da ilk başladığı yer. Ve o tatlı vaatler çok kolay korkunç kâbuslara dönüşebilir. Çünkü dışarıdan gözlere ve denetime kapalı, kırılan kolun yen içinde kaldığı bir yer aile. Aileler, Misafir’deki gibi hastaneler, hapishaneler, hatta bazen okullar, yani kendi kurallarıyla yönetilen, dışarının denetimine kapalı yerler, gücü elinde bulunduranın vicdanına bırakıldığı için tekinsiz yerlerdir. Hal böyle olunca, bütün bu kurumların mikro örneği olan ailenin aklımıza mukayyet olacağına koşulsuz şartsız inanmak, fazla iyimser bir yaklaşım olur. Dünya keşke böylesine iyimser davranabileceğimiz bir yer olabilseydi. (BK/HK)
*Nermin Yıldırım’ın eserleri: Unutma Beni Apartmanı (2011), Rüyalar Anlatılmaz (2012), Saklı Bahçeler Haritası (2013), Unutma Dersleri (2015), Dokunmadan (2017), Misafir (2018).