Marina Lakvekheliani, Gürcistanlı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. 2017’de kendisini terk ettiği için sevgilisi yüzüne yakıcı madde atıyor. Uzun süren fiziksel tedavi sürecinden sonra, yaraları iyileşiyor. Ancak psikolojik tedavisi hâlâ devam ediyor, sakinleştirici ve uyku ilaçlarıyla hayatını devam ettiriyor.
Berfin Özek, 2019’da İskenderun’da dershaneden çıkıp evine ulaşmaya çalışırken eski sevgilisi yüzüne yakıcı madde atıyor. Bir gözünü kaybediyor. Diğeri yüzde 50 görüyor.
Melahat Üzümcü, Mayıs 2020’de Isparta’da işe gitmek için evinden çıktığında boşanma davası açtığı kocası yüzüne yakıcı madde atıyor. Kulağının bir bölümü eriyor, elinde ve yüzündeki damarlar yoğun hasar görüyor. Üç çocuğuyla birlikte hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Marina, Berfin ve Melahat erkek şiddeti sonucu hayatta kalan kadınlardan. Üçü de dirençli, umutlu ve zaman zaman aynı endişeleri yine yaşıyor.
Üçünün bir diğer ortak noktası da bir belgesele, “Şiddetin Yüzü”ne konuk olmaları. Belgeselin yönetmenleri gazeteciler Esra Açıkgöz ve Kenan Özer.
Esra, üç kadının yaşadığı sorunlarından birini, “Toplumsal algının kadına yüklediği “güzel”, “bakımlı”, “pürüzsüz” olmak gibi kodlar bu kadınların işini işini iyice zorlaştırıyor. Böylece erkek şiddeti yetmezmiş gibi bir de farkında olunarak ya da olunmadan yapılan toplumsal bir dışlanmaya maruz kalıyor kadınlar. Yalnızlaşıyorlar” diye anlatıyor.
Kenan da erkek şiddetine karşı toplumsal hareketlerin daha da güçlenmesi gerektiğine dikkat çekiyor.
“Üç kadına da yakıcı madde ile saldıran erkeklere ne mi?” oldu diye soracak olursanız da cevabı bildiğiniz gibi: İndirimli cezalar.
Maltepe Belediyesi Cumhuriyet Kültür Merkezi'nde 5 Aralık Pazar günü saat 14'te seyirci ile bululacak belgeseli yönetmenleri, Esra ve Kenan’dan dinliyoruz.
“Kolektif bir film ortaya çıktı”
Bu belgesel fikri nasıl ortaya çıktı?
Kenan Özer: Bu film, sevgili Esra’nın fikriydi. Birlikte hayata geçirme şansı elde ettiğim için çok mutluyum.
Belgeselimizin yapım ve yapım sonrası sürecinde arkadaşlarımızın, ailelerimizin eleştirilerini de dikkate alarak, final kurgusunu yaptık.
Dolayısıyla sadece Esra ve benim filmimiz değil, dostlarımızın da katkılarıyla kolektif bir film ortaya çıkardığımızı düşünüyorum.
Esra Açıkgöz: Kadına yönelik erkek şiddeti, uzun zamandır bir katliama dönüşmüş durumda.
Senin hazırladığın çetele ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun her yıl erkekler tarafından öldürülen kadınlarla ilgili topladıkları veriler de bunu çok net gösteriyor.
Dolayısıyla bu artık bizler için bir hayat mücadelesi. Kadın olarak ben de bunların arasında hayatta kalmaya çalırken, bir gazeteci olarak da bu soruna dikkat çekmek için haberler hazırlıyordum.
Özellikle 2000’den sonra kadınlara yönelik kezzap, asit gibi kimyasallarla yapılan saldırılara yönelik haberlerin fazlalaştığı dikkatimi çekmişti. Ancak bu haberler daha çok “polis, asayiş” haberleri şeklindeydi. Yani olay anı haberleştirilmişti ancak sonrasında ne yaşandığına dair pek de bilgi yoktu.
Bu kadınlara ne olmuştu? Tedavileri sağlanmış mıydı? Normal hayatlarına dönebilmişler miydi? Dava süreci nasıl geçmişti? Araştırmayı derinleştirdikçe bu saldırılarla ilgili çok da çalışma yapılmadığını gördüm.
Bunun üzerine kadınların sonrasında hayatlarına nasıl devam ettiklerini, nelere ihtiyaç duyduklarını, devletin nasıl bir destek mekanizması olduğunu ya da olmadığını gösteren bir belgesel çekmek için Kenan’la birlikte yola çıktık.
“Duygusal olarak çok etkilendik”
Özellikle bir erkek yönetmen olarak bu belgeselin sizi nasıl etkilediğini merak ettim?
Genelleme yapmak doğru mu bilemedim ama sosyal medya güzel bir toplumsal ankete dönüştü.
Kadınlara, erkekler tarafından yapılan saldırı haberlerinin altındaki birçok erkek yorumu, “Erkeklikle alakası yok, adli bir olay” minvalinde. Her saniye kadınlara yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanırken, bunu sıradanlaştırmak, adli bir olay gibi düşünmek biz erkeklerin içinde hazır kıta bekleyen, “aslan, paşam, koçum, yakışır”ın yansımasından başka bir şey değil. Bence erkekler olarak potansiyel şiddet failleriyiz.
Çünkü böyle yetiştirildik, bebekliğimiz, çocukluğumuz erkekliğimizin pohpohlanmasıyla ve ona halel getirilmemesi nasihatleriyle geçti: “O kim oluyor da beni reddediyor, boşanmak istiyor” ya da “aldatıyor.” Bu kodlar, kundaktan itibaren zihnimize işleniyor, mezara kadar bilinçaltımızda saklı duruyor. Evde, okulda, dizilerde, reklamlarda, konuşulan dilde, hayatın her alanında ne kadar özel ve üstün olduğumuz bombardımanıyla var oluyoruz. Kimyasal saldırıları da bu ataerkil sistemin bir uzantısı olarak görüyorum.
Ancak şunu belirtmem gerekir, bu proje tek başına bende bu fikirlerin oluşmasını sağlamadı. Ben daha önce de toplumsal cinsiyet meselesine temas eden projelerde yer aldım.
Bunu kendi hayatım için de özel olarak tercih ediyorum, çünkü nihayetinde ben de bu toplumda, az önce bahsettiğim erkeklik normları ve ayrıcalıkları içinde yetiştirilmiş bir erkeğim.
Bu kalıpların dışına çıkmak, kendimi bu yönde eğitmek, kendi gündelik yaşamımı da eşitlik fikri temelinde dönüştürmek çabası içindeyim hep. Bir erkek çocuğumuz var ve onu da bu bakış açısıyla, cinsiyetçi kodlardan uzak tutarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Dilerim filmimiz izleyen erkekler üzerinde de bu yönde bir farkındalık yaratır, kendilerine hak gördüklerini sorgulamalarını sağlar.
Son olarak, kadın ya da erkek olmanın ötesinde, Esra da ben de saldırıya uğrayan kadınların anlatımlarından duygusal olarak çok etkilendik.
“Kadınlar görünmek, konuşmak istemedi”
Kaç kadınla konuştunuz ve kadınlar size ne anlattı?
Esra Açıkgöz: Yoğun bir araştırma sürecinden sonra on kadının ismine ulaştık. Birçok şehirde yerel basında çalışan gazetecilerle iletişime geçtik. Kadın örgütleriyle, derneklerle, baroların kadın komisyonlarıyla bağlantı kurduk. Sonunda on kadına ulaştık ancak az ceza verildiğinden saldırıyı gerçekleştiren erkeklerin cezaevinden çıkmak üzere olduğunu söyleyenler, haklı olarak “görünmekten”, konuşmaktan kaygılananlar oldu. En üzücüsü de iki kadının eşleriyle barıştığını öğrenmekti…
Şiddetin Yüzü’nde, boşanmak istediği eşi, terk ettiği sevgilisi tarafından kezzaplı saldırıya uğrayan üç kadın yaşadıklarını, karşılaştıkları zorlukları, taleplerini anlattı. Bunlardan biri Marina Lakvekheliani, Gürcistanlı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. 2017’de terk ettiği sevgilisi tarafından kezzaplı saldırıya uğruyor.
Berfin Özek, 2019’da İskenderun’da dershane çıkışında evine ulaşmaya çalışırken, mahallesinde eski sevgilisi tarafından kezzaplı saldırı gerçekleştiriyor. Bir gözünü kaybediyor. Diğeri yüzde 50 görüyor. Beşin üzerinde ameliyat olduğu, bir yıldır tedavi gördüğü halde yüzü hâlâ bu şiddetin izlerini taşıyor.
Melahat Üzümcü ise, Mayıs 2020’de Isparta’da işe gitmek için evinden çıktığında boşanma davası açtığı eşi tarafından kezzaplı saldırıya uğruyor. Kulağının bir bölümü eriyor, elindeki ve yüzündeki damarlar yoğun hasar görüyor. Ayrıca belgeselde İskenderun Kadın Platformu Avukatı Mehtap Sert işin hukuki yönünü, olması gerekeni ve Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın 20 yıllık gönüllü sosyal çalışanı Gülsün Kanat ise sorunun çözümü için yapılabilecekleri, psikolojik ihtiyaçları, devletten talepleri anlattı.
“Daha çok dayanışma”
Sizce erkek şiddeti sonucu yaralı kalmış bu kadınlar için toplumun yapabileceği bir şeyler var mı?
Kenan Özer: Belgeselimizde Melahat Üzümcü saldırı sonrası yaşadıklarını anlatırken, arkadaşlarının dayanışmayla kendisine ev tuttuğunu, mahalle muhtarının yardımlarından bahsediyordu. Ama tabii bunlar yakın çevre katkılarıyla olan şeyler. Bunu toplumsal bir harekete dönüştürmek elbette kolay değil.
Bu dönüşümü gerçekleştirmek, yetkili kurum ve kişileri harekete geçirebilmek için bu yönde çabalayan yerel ve ulusal kadın inisiyatiflerinin yanlarında olmak, onlara destek vermek gerekir diye düşünüyorum.
Esra Açıkgöz: Erkeklerin kadını eve kapatmak, öldürmese de görünüşünü “bozarak” toplumdaki “görünürlüğü”nü bitirmek, başkası tarafından arzulanmasını engellemek için yaptığı saldırılar bunlar. Kadın için şiddetin izini taşımak zorunda olmak, her aynaya baktığında onunla karşılaşmak ağır ve iyileşmeyi zorlaştıran bir durum.
Ayrıca toplumsal algının kadına yüklediği “güzel”, “bakımlı”, “pürüzsüz” olmak gibi kodlar da işini iyice zorlaştırıyor. Böylece erkek şiddeti yetmezmiş gibi bir de farkında olunarak ya da olunmadan yapılan toplumsal bir dışlanmaya maruz kalıyor kadınlar. Yalnızlaşıyorlar. “En azından” bu algıları kadına yüklememek, onları yalnızlaştırmamak, bakışlarla dışlamamak bile toplum tarafından yapılabilecek bir adım olabilir sanırım.
Tabii ki nihayetinde, önemli olan bu saldırılar gerçekleşmeden, onları durdurabilecek toplumsal bilince erebilmekte. Bu nedenle cinsiyet ayrımcılığı, hâkim ataerkil zihniyet, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konular üzerine daha çok kafa yormamız; sistemin zihinlerimize işlediği bu zehirlerden arınmak için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.
"Erkek, takım elbise ile geldi diye indirim alıyor"
Yetkililer yeterince çözüm olabilmişler mi?
Esra Açıkgöz: Ne yazık ki, kadınlarla ilgili diğer sorunlarda olduğu gibi bu saldırılarda da yetkililerin düşündüğü çözüm üretmek olmamış. Düşünün, bu saldırılara uğrayan kadınların en azından günlük hayatlarını sıkıntı yaşamadan geçirebilecek şekilde tedavi alması ne yazık ki “lüks” olarak görülüyor, estetik operasyonlar devlet tarafından karşılanmıyor.
Oysa saldırı sonucu kalıcı izler hatta uzuv kaybı yaşanabiliyor. Ayrıca kadınlara psikolojik olarak da özel bir destek sunulmuyor. Hayatlarını devam ettirebilmek için gerekli maddi destekten ya da istihdam kolaylığından da yoksunlar. Oysa bazıları çocuklarıyla birlikte hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Ve tabii ki saldırganların yargılanmalarında her zamanki ataerkil zihniyet yine işbaşında. Kadınların paylaşımlarındaki ortak noktalardan biri, erkeklerin bu saldırıları planlı ve bilinçli şekilde gerçekleştirdiğiydi. Yani öyle eril zihniyetin öne sürdüğü gibi “bir anlık kızgınlık”la yapılmış saldırı değil bunlar. Erkekler kezzaba ulaşmak için uğraşıp kadınları birkaç gün takip ederek pusu kurup öldürücü olabilecek bu saldırıları gerçekleştiriyor.
Ancak yaralamadan yargılanıyor, ortalama sekiz yıl gibi bir ceza alıyorlar. Üstüne bir de, akıl sağlığı yerinde olan herkesin yapacağı gibi mahkemeye kravat takıp geldikleri, sessiz durdukları için “iyi hal indirimi”nden yararlanıyorlar. Bu nedenle cezaların hiçbir caydırıcılığı kalmıyor. Düşünsenize yüzünüzü yakan, gözünüzü kör eden bir erkek, takım elbise ile duruşmaya geldiği için sekiz yıllık cezasından da indirim alarak, iki üç sene sonra tekrar karşınıza çıkabiliyor.
Örneğin, Berfin Özek’e dershaneden eve dönerken pusu kurup 1.5 litre saf kezzap atarak bir gözünü kör eden Casim Ozan Çeltik sadece 13 yıl ceza aldı. Bu da üç yıl kapalı, iki yıl açık cezaevi demek. Yakında aramızda olacak bu şahıs. Oysa 1.5 litre saf kezzap bir insanı öldürebilecek güçte. Bu yüzden avukatlar, suçluların öldürmeye teşebbüsten yargılanmasını ve “iyi hal indirimi”nin uygulanmamasını istiyor.
Kena Özer: Toplumu harekete geçirecek, bütünlüklü bir dönüşümü sağlayacak şey büyük oranda devletin kurumları. Ancak Esra’nın da anlattığı gibi, hukuk sisteminden sağlık sistemine kadar birçok konuda giderilmesi gereken eksikler, yanlışlar var.
Kadına yönelik şiddet olaylarının önlemesi için öncelikle eğitim sistemimizin reformdan geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Anaokulundan üniversiteye kadar cinsiyetçi bir eğitim alıyoruz. Ders içeriklerinin, ders kitaplarının toplumsal cinsiyet eşitliğini vurgulayacak şekilde güncellenmesi ve öncelikle eğitimcilerin bu yönde eğitilmesi gerekiyor.
“Şiddetin yüzü saldırgan erkekliği gösteriyor”
Belgesel ismi nereden geliyor?
Esra Açıkgöz: Sanırım, belgesel sürecinde en zorlandığımız, üzerine tartıştığımız konulardan biri de, isimdi. Belgeselimiz kezzap, asit, tuz ruhu gibi kimyasalların erkeklerin elinde nasıl bir silaha dönüştüğünü gösteriyor ve bu saldırılar, patriyarkal şiddetin en açık, vahşi yüzü aslında.
Aynı zamanda kadına yönelik erkek şiddetinin de en gizlenemez hali. Dolayısıyla erkek şiddetini en açık şekilde gösterdiğini düşündüğümüz için bu ismi vermeyi seçtik.
Kenan Özer: Filmimizin afişinde ve fragmanında kadınların yüzlerini göstermedik, bu bilinçli bir tercihti. Filmimizin adındaki “yüz” erkeklerin yüzünü ifade ediyor, bu yüzden kadınların yüzlerini görmüyoruz tanıtımlarımızda. “Şiddetin Yüzü” ataerkil sistemi ve saldırgan erkekliği belirtiyor.
İlk başta söylediğim gibi filmimiz salt Esra ve Kenan filmi değil, tüm süreçte kolektif hareket ettik. Aklımıza gelen isimleri arkadaşlarımızla paylaştık, onlardan öneriler aldık. Sonunda “Şiddetin Yüzü” ağır bastı.
Bundan sonra yeni belgesel çalışmaları gelecek mi?
Kenan Özer:Belgesel projelerimiz tabii ki var. Ama Türkiye’de belgesel çekmek o kadar zor ki belgesel çekmeye ayırdığımız zamandan daha çok finansal destek bulmaya ayırıyoruz. Esra ile yeni bir projemiz daha var, ona destek bulursak hayata geçireceğiz. Geçen günlerde bir düğün çekip montajladım. Esra’ya düğünlerden kazandığımızı belgesele aktarabiliriz dedim. (gülerek)
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Kenan Özer: Meseleyi kurguya kaçmadan tüm çıplaklığıyla ortaya koyup, çözümlerini de yine hayatta kalanlarla ve de uzmanlarla konuşarak elimizden geldiğince aktarmaya çalıştık. Ama başta da dediğim gibi, esas mesele, erkeklik ve kadınlıkla ilgili toplumsal normların değişmesinin gerekmesi.
Toplumu bir filmle değiştirmek, dönüştürmek gibi bir iddiamız yok elbette, keşke mümkün olsaydı, ama en azından kadına yönelik şiddetin bir yönünü ve mücadele yollarını görünür kılmış olduğumuzu, erkekler açısından farkındalık yaratabileceğimizi ve karar alıcıların dikkatini çekeceğimizi ümit ediyorum.
Esra Açıkgöz: Bu belgesel, erkeklerin acımasız saldırılarına, işkencelerine rağmen hayatlarına devam etmeyi başaran, taleplerini dillendirme cesaretini gösteren kadınların anlatısı. Belgeselde üç kadın var ancak aslında hepimizin, milyonlarca kadının kaygısı ve kavgası.
Türkiye’de yetkililer, her ne kadar münferit bir olay olarak konumlandırmaya çalışsa da kadına yönelik erkek şiddeti; düzgün uygulanmayan cezaların, iktidar tarafından kollanan hatta övülen şiddetin, giderek artan kadın düşmanlığının bir sonucu.
Gece yarısı yayınlanan bir fermanla İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırıldığının duyurulması da bu düşmanlığın en açık göstergesi. Ancak biz birbirimizin sesine ses kattıkça, “Asla Yalnız Yürümeyeceğimizi” bildikçe, ne fermanların ne de kadınları, sokakları, dünyayı kendisinin sanan erkeklerin bir hükmü kalacak.
(EMK/