Özerengin, dönemin habercilik anlayışını, basın çalışanları arasındaki ilişkiyi, sendikalı çalışmanın ne demek olduğunu ve sendikasızlaştırma sürecini anlattı.
1991 yılında Milliyet gazetesinde işten atılan 128 kişi arasındaydın. Siz bu süreci nasıl yaşadınız?
Bu soruya, o dönemin bir tablosunu çizerek yanıt vermek isterim. O yıllarda TGS İstanbul Şubesi, çok yetenekli ve sendikal mücadele anlamında güvenebileceğimiz arkadaşlarımızdan oluşuyordu. Toplu sözleşme öncesi, haftada 2-3 kez çok geniş biçimde toplantılar yapıyor, neleri isteyeceğimizi, hangi taleplerin daha mantıklı olacağını aramızda tartışıyorduk. Bu toplantılara en geniş katılım da, o zamanlar benim de çalıştığım Milliyet gazetesinden oluyordu. Zaten gazetelerle sendikanın arası 3 dakikalık bir yoldu. İşten çıkar, sendikaya uğrardık. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çağdaş Gazeteciler Derneği de yine çok yakın bir mesafedeydi. Fiziki mesafenin yakın olması, mesleki yakınlığı da beraberinde getiriyordu. Montaj, pikaj gibi artık bilgisayarlar nedeniyle tarihe karışan servislerde çalışan ve 1475 sayılı yasaya tabi sendikalı arkadaşlarla, haberin üretimi aşamasında omuz omuza ter dökerdik. 212'likler ile 1475'likler arasında da, şimdi olduğu gibi "sınıf" farkı yoktu yani.
Bab-ı Ali'de hayat
Ben, Cağaloğlu'nda çalıştığım yıllar boyunca tek bir akşam bile birkaç gazeteci arkadaşımla oturup sohbet etmeden, yemek yiyip, bazen de bir iki kadeh içki içmeden ya da dernek veya sendika toplantısına katılmadan evime gittiğimi hatırlamam. Tüm bunlar, mesleki dayanışmayı da ister istemez kamçılıyor. Her gün yüzyüze bakıyorsun; kim kime kazık atmış, kim kiminle flört ediyor, hangi müdür muhabirine kötü davranmış hemen haberimiz olurdu. Ve tavır alırdık. Çok da etkili olurduk.
Bir arkadaşımız işten atılsa, kendimiz işsiz bile olsak, hiçbirimiz gidip de onun yerine talip olmazdık. Çünkü, "Ayıp olur, sonra nasıl bakarım arkadaşımın yüzüne, çocuk zaten işten atılmış, bir de ben üzmeyeyim" mantığı... Ta ki işten atılan arkadaş gelip, "Ya, biriniz gidin başvurun, nasıl olsa benim yerime birini alacaklar" deyinceye kadar... Mesleki ve kişisel ahlaka bakar mısınız? Şimdi var mı böyle bir saygı? İşin garibi, 30 yıl önceden değil, daha 9-10 yıl öncesinden söz ediyoruz burada. Güzelim Bab-ı-Ali yıllarıydı anlayacağınız... Son demleriydi tabii ama biz henüz bilmiyorduk...
Elbirliğiyle kotarılan eylemler
Sendikalı gazetecileri birbirine yaklaştıran nedenlerden biri de, elbirliğiyle kotardığımız eylemlerdi. Gösterilerde arkadaşlarımız dayak yer, biz anında Vilayet'e yürürüz. Bir meslektaş saldırıya uğrar veya katledilir, biz yine hep birlikte sokaklardayız. Aynı haberleri kovalasak da ve birbirimizi haber anlamında atlatmak peşinde olsak da, bu, herkes yazısını bitirip teslim ettikten sonra aradaki arkadaşlığı zedelemezdi. Tam tersine birbirimizi kutlardık. Birinin yaptığı güzel haber, diğerlerini - hafiften kıskansa bile - mutlu ederdi. Ahmet'in yaptığı haberi, Ayşe gider başka unsurlarıyla zenginleştirirdi. Habercilikte bile birbirini tamamlama vardı. Birbirine zor anlarda destek olan, haberleri aynı cefayı çekerek kovalayan, eylemlere kol kola giden, sevinçli günleri de paylaşan insanlar arasındaki birlik ve beraberlik elbette çok güçlü olur. Zaten hayatımız da, işimiz ve meslektaşlarımızdan oluşurdu; o yıllarda benim basın dışında tek bir arkadaşım bile olmadı. Gazeteciler arası evliliklerin - hemen hepsi boşanmayla sona erse bile - bu kadar çok olmasının nedeni de budur.
Toplu sözleşmenin imzalanmasından hemen sonraki sendikasızlaştırma sürecinde Milliyet'te önce ortaya bir dedikodu yayıldı. "Çok sayıda insan işten atılacakmış!" Hepimizi aldı mı bir düşünce! Maaşlarımız iyiydi, gazeteden memnunduk, mesleğimize ise aşıktık. Dedikodular, bir 10 gün sonra 70 kişinin işten atılmasıyla gerçeğe dönüştü. Tam anlamıyla şoke olduk. Ve yanılmıyorsam, 3 veya 4 aya yayılan bir süreçte toplam 128 sendikalı Milliyet çalışanı işten atıldı. Ben de bunlardan biriydim.
"İşten atılmam da biraz tuhaftır"
İşten atılmam da biraz tuhaftır. Tam genel seçimler öncesi, hiç kimsenin ulaşıp röportaj alamadığı ve yasaklı dönemden sonra Başbakanlığa oynayan Süleyman Demirel'le Sheraton Oteli'nde randevum var. Zaten sonra seçimleri kazanıp başbakan oldu ya. Ne yapıp etmiş, Demirel'le bir 15 dakikalık söyleşi koparmışım. Adam, 1 saatliğine İstanbul'a geliyor ve bana randevu vermiş. Günlük haberimi yazmış, çıkmak üzere hazırlanıyorum ve acayip seviniyorum. Hatta mutluluktan uçuyorum. Gideceğim ve sorularımla Demirel'i terleteceğim! Keyfe bak! Haber, tam birinci sayfa manşetlik üstelik. Tam üstümü giyinmiş çıkıyordum ki, Ekonomi Şefi Necati Doğru, biz muhabirlerin çalıştığı odaya geldi. "Ceylan, ne oldu şu Yeşil Kart haberi? Onun balon olduğunu hala ortaya çıkaramadın mı?" diye sordu. Necati abinin, Yeşil Kart dediği, DYP'nin yoksul insanlara vaat ettiği bedava sağlık hizmeti için dağıtılan kart... "Sanırım balon değil, çok kurcaladım ama bu yönde bir şey çıkmadı" dedim. "Sen düzgün araştırmadın da ondan, adam gibi çalışsan çıkardı, Demirelci misin nesin" gibilerinden ters şeyler söyledi. Hafiften atıştık. Sonra tuttu, "Seni işten atıyorum" dedi! Odaya Bush'un Scud füzesi düşse, böyle bir etki yaratmazdı. Vahap (Munyar), Erkan (Çelebi), Celal (Pir), Perihan (Çakıroğlu) ve tabii benim ağzımız bir karış açık kaldı. Kulaklarıma inanamadım! Hiçbir gazetecinin yapamadığı bir röportajı yapmaya gidiyorum, ertesi gün gazetenin satışlarını katlatacak bir habere yani ve işten atılıyorum! Şimdi Necati Doğru'ya sorsam, beni niye işten attın diye, bilmem cevabı ne olur...
O dönemde birlikte çalıştığınız arkadaşların tutumu nasıldı? Bir karşı duruş örgütlendi mi?
Ben, Milliyet'te işten atılanlar arasında en son grupta yer aldım. Çünkü sadece muhabir olarak çalıştığım Ekonomi Servisi için değil, Dış Haberler için de çalışırdım, Almanya baskısı için geceler boyu oturup çeviri ve haber editörlüğü yapardım. Çalışkanlığım ve açıksözlülüğümle sevilirdim. Yani işten atmak için makul bir sebep bulmak gerekiyordu. Ama belli ki talimat üstten gelmişti, "bu kız da gidecek"... Bulunan en makul sebep de, Yeşil Kart'ın balon olduğuna yönelik ısmarlama haberi çıkartamamamdı!
Gazeteci arkadaşlarımız önce sendikayı, sonra bizleri sattı
Ben atılmadan önce işten çıkarılan arkadaşlar için, servis servis dolaşır, "Arkadaşlar, bir şeyler yapmamız lazım. Bugün onlara, yarın bize" diye herkesi harekete geçirmeye çalışırdım. Ne yazık ki işten atılma ve servis şefinin ya da üst yönetimin bu yönde gözüne batma korkusu galebe çaldı. Kimse kılını bile kıpırdatmadı. Toplam 128 kişi paşa paşa atıldık. Ardımızdan üzülen, ağlayan bile oldu ama bir iş bırakma ya da yavaşlatma gibi eylemler yapılmadı. Üstelik TGS İstanbul Şube'yi sendika genel merkezi görevden almıştı. Bana kalırsa, o dönemde sendika genel merkezi Milliyet işvereninin işini çok kolaylaştırmıştır. Sendikada yaprak kımıldamayınca, işçi ne yapsın? İşverenin sendikasızlaştırmayı gerçekleştirsin diye işe aldığı Kemal Kınacı, geride kalanların önüne, "Sendikadan kendi isteğimle ayrılıyorum" kağıdı konulduğunda itiraz edecek, eylem örgütleyebilecek, emekçi bilinciyle davranan tek bir kişi kalmadığına ikna oluncaya kadar işten atmalar sürdü. Acıdır ama söylemek zorundayım; kendi gazeteci arkadaşlarımız önce sendikayı, sonra da bizleri bir güzel satmıştır. Olan, tek cümleyle bundan ibarettir...
Gazete yönetimi çalışanlardan sendikadan istifa etmelerini istediğinde, gazeteye noter götürdüğünde neler yaşandı? Çalışanlar arasında herhangi bir tepki gelişti mi?
Bu süreci çok iyi bilmiyorum. O dönemde geride kalanlara sorun bence. Ama sayıları çok az da olsa bazı arkadaşlarımız, maaşlarına zam karşılığında sendikadan istifaya karşı direndi. Onların da kimisi istifaya zorlandı, kimisi işten atıldı. Hiç kimsenin güle oynaya sendikadan ayrıldığına inanmak istemiyorum ama istemeye istemeye bile olsa, sonuç değişmedi. Milliyet'ten, o dönem için TGS'nin en güçlü olduğu kalesinden, sendika silindi.
Basın çalışanları neden örgütlenemiyor ve ortak tepki geliştiremiyor?
Bugün artık basın yok, medya var. Bab-ı Ali yok, İkitelli var. Daktilolar çoktan unutuldu, bilgisayarlar var. Dernek-örgüt-sendika gibi kavramlar "out", bireysel iş ve maaş pazarlıkları "in". Yakışıklı delikanlılarla, manken gibi genç kızlar üç kuruş paralarla köle gibi çalıştırılıyor. Benim kuşağımın muhabir kadrosundan pek azı aktif gazetecilik yapıyor. Birçoğumuz medyaya küstük, ya da etik kuralların işlemediğini, habercilik yapılmadığını, patronların işadamına dönüştüğünü görerek çok sevdiğimiz mesleğimizden koptuk. Başka iş alanlarına kanat açtık, uçtuk gittik. Örgütlenmek, bir disiplin ve aynı zamanda özveri işidir. Sıkıntı çekeceksin, itilip kakılacaksın, yerine göre işinden olacaksın. Herkes, "ekonomik kriz ve yaygın işsizlik" gerekçesinin ardına saklanıyor. İyi de, 4 sene önce de kriz ve işsizlik mi vardı?
Gazeteci emekçi olduğunu unuttu
Bizler 1978 kuşağının basına hediye ettiği gençlerdik. Yetenekli, zeki ve çalışkandık. Birçok çarpıcı haber, 1984-1992 döneminde yazılmıştır. Hepimizin artan tirajlarda, o yıllarda piyasaya çıkan yeni gazete ve dergilerin yükselişinde alınterimiz, çok kısa sürse de basının saygınlık ve itibar kazanmasında payımız vardır. Bunu kimse inkar edemez. İsteyin, ben size burada en az böyle 50 gazeteci adı sayarım. Bunların hemen hiçbiri artık yaygın medyada çalışmıyor, çalıştırılmıyor. Çünkü artık bizim gibilere ihtiyaç yok. Kim ki daha iyi ihale peşinde koşabiliyor, penis, pembe don ve sevgili muhabbetini habermiş gibi kakalıyor, yalan haberi eli titremeden yazabiliyor, onlar revaçta. Üstelik gazeteci, emekçi olduğunu unuttu. Elbette, çok namuslu ve saygın meslektaşlarımız da halen aktif olarak çalışıyor; onların da hakkını yemek istemem. Ama o kadar azınlıkta kaldılar ki, örgütlenme bağlamında hiçbir etkileri olamıyor.
Ben aslında bir Aydın Doğan'ı, kendi sınıfının çıkarlarını savunduğu için çok fazla eleştirmiyorum. Sonuçta o, bir işadamı ve ticaret yapıyor. Asıl kızdıklarım; ait oldukları işçi sınıfına ihanet eden, kendilerini "sınıf atlamış" zanneden ve cellatlarına aşık olanlar. Yani kuzu kuzu bindikleri sendika dalını kesen ve aralarında birçok arkadaşımın da bulunduğu, yine kendi meslektaşlarım.
Ama bir 10 yıl sonra, medyanın yeniden sendikalı olacağını düşünüyorum. AB uyum yasaları çerçevesinde, Avrupalı görünmek uğruna, sarı da olsa, kara da olsa, sendikalaşma yeniden rağbet görecek. Ama sarı bile olsa, en kötü sendika, en iyi sendikasızlıktan yeğdir.
Çalışanların durumu ve halkın haber alma özgürlüğü açısından "sendikalı" ve "sendikasız" dönemi karşılaştırabilir misin?
Size sendikalıyken hangi haklara sahip olduğumuzu anlatayım da, hiç sendikalı gazetecilik yapmamış olanlar düşüp bayılsın! Bir kere, haftada 2 gün izin hakkımız vardı. 8 saatten on dakika fazla çalışsak, hemen "fazla mesai" formunu doldururduk; maaşlarımız bu yüzden yüksekti. Evlen, tatile çık, çocuğun olsun, yabancı dil konuş; bunların hepsi için ayrı ayrı ek para alırdık. Kadrosuz, sigortasız çalışanların sayısı, bugüne oranla çok düşüktü. Fotoğraf makineleri ve teypler için yıllık bakım ve amortisman parası bile vardı, düşünebiliyor musunuz? Ben, bir Toplu İş Sözleşmesi sonrasında elime geçen toplu maaş farkıyla oğlumun yatak odasını yenilemiş, o zamanlar piyasaya yeni çıkan küçük bir cep bilgisayarı ile yine yeni teknolojik oyuncaklardan CD çalarlı teyp ve radyo seti alabilmiştim! Bekardım ve tek maaşla 5 yıldızlı otele veya çocuğumla yurtdışına tatile gidebiliyordum. Kimseye muhtaç olmadığım gibi, üste para bile biriktirebiliyordum. İşte sendikalı bir gazeteci - hem de benim gibi olanı !! - o zamanlar böyle yaşayabiliyordu...
Haberciliğimiz de, birkaç "hassas" ilişki dışında - son derece özgürdü. Özür dileyerek, yine kendimden örnek vermek durumundayım. Milliyet Ekonomi servisinde çalışırken, hormonlu gıda, boyalı meşrubat, haksız işçi çıkarma, çevreyi kirleten yabancı ortaklı çimento fabrikaları gibi yüzlerce konu hakkında özel haber yazmıştım. Gerek Aydın Doğan'ı, gerekse şefim Necati Doğru'yu, birçok kamu ve özel sektör yöneticisi veya işvereni bizzat arayıp, beni şikayet etmiştir. Hatta THY yöneticileri, yaptığım atlatma işçi ve grev haberleri nedeniyle, gazeteye kadar gelip, benim yanımda beni şefime çekiştirmiştir. Aydın Doğan'ı, AB ülkelerinde yasaklanan, çocukların sağlığını yitirmesine yol açan sarı boya maddesi kullanan ve benim de tüm bunları yurtdışına ısmarlayarak getirttiğimiz kitaptan alıntılar yaparak, laboratuvar belgeleriyle kanıtladığım bir meşrubat fabrikasının patronu aramıştır. Hepsine, "İyi de, yalan mı yazmış bu muhabirimiz?" sorusu sorulmuş, yanıt olumsuz olunca da, "O halde, biz haberimizin ve muhabirimizin arkasındayız" yanıtını almışlardır. Böyle kendimle ilgili sayısız örneği bizzat biliyorum. İşkenceci polis, subay haberlerini anımsayın. Ucuza arazi kapatan Konsey üyesi haberlerini hatırlayın. Dışkı yedirilen Kürt köylüleri haberini de unutmayın. Bu ve benzeri haber çıkartan birçok muhabir arkadaşımız için de benzer "işten atın" teklifleri ve belki de tehditler yapılmıştır. Bu teklif ve tehditleri yapanların pek çoğu da hüsranla karşılaşmıştır.
"Aydın Bey" gitti, "Medya Baronu" geldi
Bu, elbette halkın haber alma özgürlüğü açısından son derece olumlu bir tutumdu. İddia ediyorum, bugünkü medya, bizim 10 yıl önce çalıştığımız gibi işlevini yerine getirse, bugün bir Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası kapatılamazdı. Hele hele gazetecileri Şişe Cam fabrikasının 500 metre uzağında tutan zihniyet sahipleri, anında dile dolanır, ertesi gün bu keyfi tutumdan vazgeçmek zorunda kalırlardı. Yani bugün için kaybeden sadece sendikasızlığı kendilerine layık gören, aslında birer işçi olduklarını unutan gazeteciler değil. Doğru ve gerçek haberi, birçok tehlikeyi ve işten atılma şikayetini göğüsleyerek kopartıp getiren muhabirler aracılığıyla, haber alma özgürlüğünden ülke koşullarının elverdiği ölçüde yararlanan halkın bizzat kendisidir.
Ama artık Aydın Doğan da, eski Aydın bey değil... Bizim "Aydın bey" gitti; yerine, medyanın yüzde 70'ini elinde bulunduran, iktidarlarla başka alanlardaki milyar dolarlık işleri için, ihale kaptırmamak için, bankası ayakta kalabilsin diye içli-dışlı olmak zorunda olan, Ertuğrul Özkök gibi, gazeteci kılığındaki bir işadamını en yakını belleyen bir medya baronu geldi. 14 Ağustos 2002 tarihli Star gazetesinde, Umur Talu'nun köşeyazısına attığı başlıktaki gibi, o artık "Yüzüklerin Efendisi"... Ne kadar yazık... (BB)