Iran, Irak ve Afganistan göçmenlerinin yanında sayıları az olsa da, İstanbul'u bir geçiş olarak kullanmaya çalışan çoğunluğun yanında, burada kalmaya mahkûm olanların da sayısı kabarık.
Galatasaray Üniversitesi sosyoloji bölümünde bitirme tezi olarak İstanbul'daki Sahra Altı Afrikalılar hakkında bir araştırma yapan Aslı Öcal'la, Afrikalılardan başlayıp Türkiye ve AB'nin göç politikalarına uzandık.
Neden tezin için Afrikalılar konusunu seçtin?
Sahra Altı ülkelerinden gelen siyah Afrikalılar gündelik hayatta göze çarpacak derecede arttı. Bu insanların niye Türkiye'ye geldikleri, buradaki toplumsal ilişkileri, hangi koşullarda yaşadıkları gibi sorular aklımı kurcalamaya başladı.
Genel olarak toplumda onlara yönelik bir umursamazlık veya yok sayma eğiliminden söz edilebilir. Bu görünmezliğin nedenlerinden biri de, kaçak göçmenlerin sokağa çıkmasının bile zor olması.
Sokakta "varolmak", yani tutunabilmek aslında yasal olmayı gerektiriyor. Bu görünmezlik, aynı zamanda, hem Afrikalı göçmenlerin kendilerini, hem de devletin bu göçmenlerin Türkiye'deki varlığını geçiciymiş gibi algılamalarından kaynaklanıyor.
Oysa, İstanbul üzerinden Avrupa'ya yapılan bu transit göç, geçici olması planlanırken, kalıcı bir hal alabiliyor.
Afrikalılar kaç yıldır burada?
Özellikle son on yıldır İstanbul'a geliyorlar, ilk gelenler daha çok öğrenciler, fakat transit göçmen sayısının son beş-altı yıldır arttığını söyleyebiliriz.
Bir devr-i daim söz konusu. Çok sayıda Afrikalı göçmenin Avrupa ülkelerine geçmesine rağmen, bunu başaramayıp Türkiye'de kalanlar da var.
Araştırmanda Afrikalılar hakkında çıkan haberlerle de ilgilendin. Basının Afrikalı göçmenlere yönelik yaklaşımı nasıl?
İlk başlarda, medya tarafından toplumda suçu tetikleyebilecek ya da suç oranını artıracak unsurlar olarak tanımlanıyorlardı. Bugün hâlâ uyuşturucu satıcılarıyla özdeşleştirilebiliyorlar veya insan taciri olmakla suçlanıyorlar.
Bir acıma ya da merhamet duygusuyla, "vah. vah, bu Afrikalıların durumu ne kadar kötü" tarzında yazılar da çıkıyor. Radikal gibi daha liberal çizgide olan gazeteler ve Zaman gibi daha muhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz gazeteler arasında bir yaklaşım farkı var.
Mesela Radikal, Hürriyet gibi gazetelerde Afrikalı göçmenlerin de gelmesiyle İstanbul'un giderek daha kozmopolit bir şehir olduğu ve dünya kentine dönüştüğü vurgulanıyor.
Afrikalıların ten renkleri dolayısıyla kente egzotik bir hava kattığına dair ifadeler de görüyoruz. Zaman gazetesinde taradığım haberlerdeyse, daha çok Afrikalıların hırsızlık veya uyuşturucu satıcılığı gibi suçlarla özdeşleştirildiği göze çarpıyor.
Ancak Müslüman Afrikalı göçmenlere bakış daha hoşgörülü. Yaptığım görüşmelerde de özellikle polisin Müslüman Afrikalılara daha anlayışlı davrandığı sık sık dile getirildi.
Gündelik yaşamda komşularıyla veya çalıştıkları bölgelerdeki insanlarla sorun yaşıyorlar mı? Genelde, Hıristiyan olanlar da, kendilerini Afrika'daki Müslüman bir ülkeden gelmiş gibi tanıtıyorlar.
Yaşadıkları mahallenin sakinleriyle bir ta kim sorunlar yaşıyorlar. Genellikle aşağı yukarı kendi yaşam koşullarını paylaşan ve toplumun geri kalanı tarafından dışlanan insanlarla bir arada yaşamalarına rağmen, bu bölgelerde ayrımcılıkla burun buruna geliyorlar.
Mesela yoğun bir Afrikalı göçmen nüfusa sahip olan Tarlabaşı'nda, Kürtlerle aralarında bazı çatışmalar yaşanıyor gündelik hayatta. Bu da aslında kendileri de dışlanan bir grup olan Tarlabaşı'ndaki Kürtlerin, yeri geldiğinde Afrikalıları ezebildiğim, ötekileştirdiğini gösteriyor.
Afrikalı göçmenlere kiralanan dairelerin, odaların, hatta mahzen diyebileceğimiz yerlerin kiraları bir Türkiye vatandaşına uygulanandan katbekat yüksek. Bu da, göçmenlerin daha da yoksullaşmasına ve aslında tek başlarına yaşayabilecekleri bir odada on kişi yaşamalarına neden oluyor.
Hangi semtlerde yaşıyorlar genel olarak?
Afrikalıların şehirdeki dağılımının sosyal konumlarına göre değiştiğini söyleyebiliriz. En zor şartlarda yaşayan "sınıf altı" olarak tanımlayabileceğimiz Afrikalı göçmenler, kentin çöküntü alanlarında yoğunlaşıyorlar.
Tarlabaşı'nda daha çok erkek egemen bir Afrikalı göçmen grubu olmasına karşın, Kumkapı'da daha çok aileler ve çocuklar var. Tarlabaşı'ndan taşınmayı da bir sıçrama veya bir evre olarak görüyorlar sanırım, çünkü Kumkapı'da yabancı ağırlıklı bir nüfus var; Romenler, Ruslar ve birçok başka göçmen grup...
İstanbul'da tüm Afrikalılar tek tip görülüyor. Sanki hepsi teknelerle Avrupa'ya gidebilmek için işportadan veya karanlık işlerden para biriktirmeye çalışan kişiler...
Aslında içinde binlerce farklılık barındıran, birçok -din, etnisite, kültür ve ülkeden söz ediyoruz. Hem köken hem de yasal/yasadışı göçmen olma itibariyle bir çok farklılık var.
Yasal göçmenlerin, çöküntü alanlarına değil de, daha çok şehrin geneline yayıldıklarını görüyoruz. Yasal göçmenler dediğim ya yasal bir işe sahip olmuş, ya kendi işini kurup ticaret ve tekstille uğraşan, oturma izni olan Afrikalılar ya da öğrenciler.
Türkiye'yi seçmelerinin nedeni, ülkelerindeki savaş ortamından uzaklaşmayı mümkün kılması, ayrıca Avrupa'ya oranla daha hesaplı bir eğitim görme imkânlarının olması.
Yasal göçmenlerle yasadışı, düzensiz göçmenlerin birbirlerine yaklaşımı nasıl? Bir dayanışma veya gerilimden söz edilebilir mi?
Bu göçmenler için Afrikalı olmak kendi ülkelerindeyken çok daha önemsiz bir kimlikken, Türkiye' ye geldiklerinde bir üstkimliğin, yani "Afrikalı" kimliğinin oluşmaya başladığını ifade ediyorlar. Hepsi birbirlerine "brother" (kardeş) diyor.
Ama bir mesafeden de söz edebiliriz. Zaten yaşam standartları dolayısıyla ayrışan insanlar, şehir hayatında farklı bölgelerde oturuyorlar. Yasal göçmenler yasadışı olanlarla pek iletişime girmiyorlar, çünkü bir işleri, düzenli bir hayatları, aileleri var.
Bu yerleşik göçmenlerle konuşmak ve onların buradaki yaşamlarına dair bir takım ayrıntıları yakalayabilmek yasadışı göçmenlere oranla daha zor oldu.
Çünkü genelde burada fazla sorunları olmadığını, sadede" çalışma izni almanın zor olduğunu söylüyorlar, ayrımcılıktan pek bahsetmiyorlar.
Yasadışı göçmenlerle çok da fazla etkileşime girmiyorlar, çünkü kaçak durumda olanların hayatlarına sorun getirebileceğini düşünüyorlar.
Basından takip ettiğimiz kadarıyla, Afrikalılara yönelik faaliyet gösteren tek kurum Afrika Toplulukları Futbol Demeği. Türkiye'de medyanın Afrikalılara dair en çok ilgisini çeken konu da bu. Futbol, toplumsal kaynaşmayı kolaylaştıracak bir ilk adım olabilir mi?
Göçmenlerin çoğu futbol geçmişleri olduğunu ve yakın çevrelerinde burada futbol oynamaya çalışan arkadaşları olduğunu söylediler. Yabancı futbolcular sadece en pahalı takımların top koşturduğu süper ligde ya da amatör ligde oynayabiliyorlar.
Bu da değişik yetenek derecelerinde olan Afrikalı futbolcuların iş şanslarını azaltıyor. Afrikalı futbolcular ilk geldiklerinde 3. ligde top oynamaya başlayıp performanslarına göre lig atlamayı beklerken, burada
da kulüpler tarafından yapılan bir ayrımcılıktan söz ediliyor.
Çok iyi oynadıkları halde çok az paralara çalıştırılmaları ve bir çıkış yolu bulunamaması söz konusu, çünkü oturma izni bile alamıyorlar. Futbol, Türkiye toplumuyla Afrikalı göçmenleri birbirine bağlayan bir kültür oluşmasını sağlıyor; İstanbullular ve Afrikalılar beraber maçlar yapıyor mesela.
İstanbul'da bir Afrika kültürünün, Afrikalı kimliğinin oluşmakta olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir taraftan çok zor koşullarda yaşayan ve en alt sosyal statüde olan Afrikalıların burada bir tıkanma yaşadıkları görülüyor. Dolayısıyla bu gruplarda bir içe kapanma olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun dışında, İstanbul'da bir yıldan fazla zaman geçirmiş göçmenlerin yavaş yavaş Türkiye'deki hayata ayak uydurduklarını, hatta karşılaştıkları ayrımcılığa karşı daha farklı bir bakış açısı edindiklerini fark ediyoruz, İstanbul'daki Afrika kültürünün üretimi görece rahatça bir araya gelebildikleri bir takım eğlence yerlerinde olabiliyor.
Mesela Beyoğlu'ndaki reggae barların yaygınlaşması, Türklerin de oralara gitmesiyle, iki kültür arasında bir kaynaşma imkânı sağlıyor. Görüştüğüm bir bar işletmecisinin söylediği gibi, "renklerin iç içe karıştığı ve böylece siyah-beyaz ayrımının kaybolduğu bir yer" olarak tanımlanabilir bu barlar.
İstanbul'daki Afrikalılar, kilise gibi ibadet yerlerinde de dayanışma ve yardımlaşma ağlarını güçlendiriyorlar.
Mülteci ile göçmen ayrımı her ne kadar hukukî açıdan çok net bir şekilde
yapılmaya çalışılsa da, bu ayrım giderek bulanıklaşıyor ve anlamını yitiriyor sanki...
Böyle bir ayrım yapmak neredeyse imkânsız, çünkü mültecilik ve yasadışı göçmenlik birbirini tamamlayan iki süreç. Üzerinde yoğunlaştığım Kongo kökenli Afrikalı göçmen grubunun tamamı, İstanbul'da kaçak olarak yaşamalarına rağmen, aslında hepsi Kongo'daki siyasî iktidarın devrilmesiyle ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlar.
Bana anlattıkları hikâyelerden yola çıkarsak, bu insanların mülteci statüsüne erişmesi gerektiği sonucuna varmamız gerekir. Oysa şu an ancak BMMYK'nin (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) kriterleriyle mülteci statüsü alınabiliyor, fakat bunu almak özellikle Afrikalı göçmenler için oldukça zor.
Bu insanların daha çok kaçak göçmen olduklarına dair bir önyargı olduğu için, mülteci olmalarına sıcak bakılmıyor. Halbuki mülteci statüsüne erişememiş olmaları, yasadışı göç yollarına başvurmalarına neden oluyor. Tamamen geçişken iki süreç var dolayısıyla.
Bir insan memleketinde varoluşu için gerekli olan en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı ve bu sebeple ülkesini terk ettiği zaman bunu biz ekonomik göç olarak mı adlandıracağız, yoksa politik nedenlere mi bağlayacağız?
Bugün politiği sanırım çok daha geniş anlamda almamız gerekiyor. Bu, 1951'de Cenevre Antlaşması'nda tanımlanan mülteci kategorisinin geçer-sizleşmesiyle de bağlantılı. Nüfus hareketlerinin görece düşük yoğunlukta olduğu Soğuk Savaş yıllarından sonra,_Sovyetler'in dağılması ve dünya üzerindeki güç dengelerinin çözülmesiyle düzensiz göçler meydana geldi.
1990'larda doruğa çıkan bu dönemin kırıldığı nokta, 11 Eylül ve Batıdaki diğer terör olayları oldu. Bundan sonra Batı ülkelerinde sınırlar kapatılmaya ve kontroller giderek artmaya başladı.
Bu süreçte yasadışı göçmen / mülteci ayrımına, sanki çok net bir ayrımmış gibi, daha fazla başvurur oldular. Yasadışı göçü önlemeye yönelik önlemler, aslında mültecilerin de bu ülkelere girişini engelledi.
Bugün Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye'ye sınır denetimini geliştirmesi konusunda yaptığı baskılara benzer şeyler Akdeniz'in güneyindeki ülkeler için de söz konusu...
AB ülkelerinin yasadışı göçü, mülteci göçünü engellemek için araç olarak kullandığını söyleyebiliriz. 11 Eylül öncesinde AB ülkelerinin mülteci kabulü konusunda Türkiye'ye ciddi baskılar yaptığını görüyoruz. Sadece Avrupalı mültecileri kabul ettiği için Türkiye'ye bir takım eleştiriler getirilmişti.
Oysa şimdi "mülteci sorunu Avrupa'ya bulaşmadan dışarıda halledilsin" gibi bir anlayışla karşı karşıyayız. "Parası neyse verelim, bu yükü biz taşımayalım" demek bu.
Madem ki Türkiye, AB'yle başka ülkeler arasında bir köprü, bu göç akışı Türkiye'nin hukukî düzenlemelerinde yerini nasıl buluyor? Türkiye'de AB'ye giriş sürecinde gözardı edilen noktalardan biri de, göç ve iltica politikasıyla ilgili olanlar.
Geçenlerde Emniyet Genel Müdürlüğü'nün İnternet sayfasında açıklanan AB uyum sürecinde iltica ve göç konusunda geliştirilen bir eylem planı var. Burada görüyoruz ki, iltica ve göç konusunda Türkiye devletinin yasal düzenleme olarak iki temel odak noktası var: Biri yasadışı göçle, diğeri de insan ticaretiyle mücadele, ikisi de bu konunun suç barındıran olumsuz yönüne bakmakla yetiniyor, oysa bu tür göç hareketlerinin bir insanî boyutu da var.
Bu insanların entegrasyonuna yönelik ya da sorunlarıyla ilgili devletin bir perspektifi yokmuş gibi gözüküyor. Bu eylem planında mültecileri geri gönderme merkezlerinden, Avrupa'da geçerli olan Eurodac parmak izi sisteminin uygulanmasından bahsediliyor.
Kültürel entegrasyon dendiğindeyse, sadece dil kursları gibi talî öğelerden bahsediliyor. Oysa Türkiye, AB sürecinde iltica ve göç konularında daha derin düşünmek zorunda.
Bu süreçte AB'yi birebir örnek almamak lâzım, çünkü AB şu anda kendisine yönelik mülteci ve göçmen akışını durdurabilmek için ciddi olarak insan haklarını ihlâl eder bir pozisyona gelmiş durumda.
Avrupa dışındaki ülkelerin yaklaşımları, Avrupa'yla ilişkileri nasıl? Buralarda kendi vatandaşlarının göçüyle ilgili düzenlemeler var mı?
AB'nin komşu ülkelerde yasadışı göçe karşı sınır denetimlerini güçlendirme çalışmalarıyla ilgili iki çarpıcı örnek verebiliriz: Bir tanesi, İspanya ile Fas arasında yasadışı göçü engellemeye yönelik denetim ve gözetim faaliyetlerini artırmayı hedefleyen proje.
AB Fas'a böyle bir çalışma için 40 milyon avro maddî
destekte bulunmayı taahhüt etti. Fas hükümeti de ödevini fazlasıyla yapmış görünüyor: AB'den aldığı maddî desteğin de yardımıyla, ülkeden geçen kaçak göç ağının yüzde 60'ını çökerttikleri ifade ediliyor.
Örneğin 2003-2004 arasında 26 bin kaçak geçiş çabasının başarısızlığa uğratıldığını söylüyorlar. Libya'yla yapılan anlaşmadan da bahsedebiliriz. Libya'ya yıllardır ciddi bir ambargo uygulanmaktaydı.
Berlusconi önderliğinde, AB üyesi ülkelerin başkanları Libya'yla anlaşmalar imzalamaya başladılar. Son yapılan anlaşma, Libya'da özel kabul ve denetim kampları kurulmasını öngörüyor.
Bu değerlendirme sürecinin Libya'da yapılması, iltica başvurusu," reddedilenlerin Avrupa topraklarına ayak basmadan Libya'da terkedilmelerini öngörüyor.
Libya'da bu kişilerin nasıl bir muameleye maruz kalacakları ise AB'yi pek ilgilendirmiyor. Bu konuda şu an Avrupa'da hem insan hakları örgütleri, hem de göç ve iltica alanında çalışan STK'lar tarafından ciddi bir muhalefet yükseliyor.
Fakat Avrupa genelinde giderek kabul gören "yabancılar -tehlikelidir" söylemiyle, bir şekilde, sivil toplumun sesi susturulmaya çalışılıyor. (DD/BA)
* Didem Danış söyleşisini Ağustos 2005 tarihli Express dergisinin 52. sayısından aldık. Derginin bu sayısında "Güneydoğu'da hal ve gidiş", "Plajdaki don ve MGK", "10 kusurlu hareket", "Haydarpaşa harekatı", "AKP'nin vapurdümeni: Şirketi hayriye" gibi yazılar da var.