İnsanın ontolojik arayışı özbilinç olarak kendini tanımanın, aşmanın, kendi yeterliliğine ulaşmanın mücadelesi olarak hep var oldu. İdeal yaşamı inşa etme mücadelesinin yanında ezen sınıf ile özdeşleşen sömürü, nefret, zulüm, tedhiş, savaş, bölünmüş sosyal, iktisadi, kültürel her türlü olgunun oluşumuna neden oldu. Bu doğrultuda gerçekliğimizin sorgusu bizi hiç de yalın olmayan dünyanın karmaşasına götürüyor.
Sanat ve felsefe kirlenen dünyayı güzelleştiren en önemli eylemdir; bu güzelliğe katkı sunanlardan Yener Orkunoğlu ile İletişim Yayınları’ndan çıkan “Marksizm, Milliyetçilik Ve Demokratik Ulus” kitabını ve ilginç yaşamını konuştuk.
Yolculuk
Öncelikle, yaşam öykünüzden başlamak istiyorum. Yener Orkunoğlu’nun Darmstadt’a uzanan ilginç yolculuğunu öğrenmek istiyoruz.
Otobiyografik yaşamlar insanlığa daha çok şey söylediği gibi, daha etkili de oluyor. Denizlerin, Che Quevara’nın Mandela'nın, Yılmaz Güney'in Gramsci'nin Rosa Luxemburg'un üretken ve dirençli yaşamları insanlığı hala çok etkiliyor ve etkilemeye devam edecek. Felsefeyle olan yoğunluğumu dengelersem, yaşam öykümü yazmak istiyorum, gelecek nesillerin bizleri daha iyi anlaması için, bunu bir sorumluluk olarak görüyorum.
1973-1977 yılları arasında Trabzon Teknik Üniversitesi’nin Matematik bölümünde öğrenciydim. 1971 yenilgisinin psikolojisi atlatıldıktan sonra, 1974 sonrası sol hareket yeniden canlanmaya ve kitleselleşmeye başlıyor; gruplaşmalar yaşanırken, kimileri okuyarak, çeşitli eğilimler arasındaki farkın bilincine vararak, safını saptamaya çalışıyordu. Kimilerinin sırf arkadaş hatırı nedeniyle aynı grup içinde yer alma tutumu bana biraz garip gelmişti. Bu nedenle safımı belirlemek için daha geniş bilgiye ihtiyaç duyduğumdan, yoğun olarak okumaya başladım. 1974-1977 döneminde Türkiye’deki politik yaşamı ve koşulları anlatmak, bu söyleşinin çerçevesini aşar.
Almanya yolculuğuna dönersek; 1977 yılının Ocak ayında bir patlama sonucu 17 gün komada kaldım. Doktorlar yaşama şansımın yüzde bir olduğunu söylemişler. 70 gün sırt üstü yatmak durumunda kalmanın yanında, hastaneden kaçırılmayayım diye ayağım karyolaya bağlanmış, ayrıca yanıma gözetleyici bir jandarma verilmişti. İki elimi ve sol gözümü kaybederek komadan yaşama döndüm. Patlama anında yanımda olan yoldaşın durumunu sorduğumda; öldüğünü öğrendim. Sevdiğim bir yoldaşımın ölümüne, daha fazla üzüldüğümü anımsıyorum. O yıllarda yoldaşlık ilişkileri sonsuz güvene dayanıyordu; birinin diğeri için ölmeye hazır olma duygusu, güzel bir duygu olarak görülüyordu.
1977 yılı Mayıs’ında sağlık nedeniyle, yurtdışında el protezi yaptırmak için çıktım Türkiye’den. Bir sevgilim vardı; benimle evlenerek Almanya’ya gelmek istedi. Önce karşı çıkmış, ona; ellerini kaybeden bir insanın yaşamının zor olacağını, bu zor yaşama onu dahil etmek istemediğimi bildirmiştim. Benimle gelmeye kararlı olduğunu, yaşamın zorluklarına katlanacağını belirtince, evlenerek Almanya’ya geldik.
Siyasal göçmenliğin sorunlarını derinden yaşadım. Dil bilmiyorsunuz, paranız yok, iltica talebinize yıllarca cevap verilmiyor. Önüme iki temel görev koymuştum. Marksist klasikleri okumak ve Almanca dilini, Marx’ı orijinal dilde okuyacak derecede öğrenmek.
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden aldığım Matematik diploması, Almanya’da tanınmadığından, siyasal iltica talebim kabul edildikten sonra, üniversitenin felsefe veya siyasal bilimler bölümüne yazılmak istedim. Ne var ki, felsefeyi bitirip, taksi şoförlüğü yapanları duyunca, ekonomi ve bilgisayar bölümünü okumaya karar verdim. Felsefeyi, özel ilgi alanım haline getirdim. Ekonomi-bilgisayar alanında bitirme tezimi çok iyi bulan tez danışmanım profesörün önerisiyle, okuduğum Darmstadt Uygulamalı Bilimler Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldum. Halen devam ediyorum.
Kitabı yazmaya teşvik eden nedenler
Bu kitaba neden ihtiyaç duydunuz? Marksizm, milliyetçilik ve demokratik ulus kavramlarının Türkiye'deki karşılığı nedir?
Üç temel nedenin beni bu kitabı yazmaya teşvik ettiğini söyleyebilirim. Birincisi; Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan Kürt Sorunu’nun gündemde olması ve bu sorunun çözülemeyişidir.
Marksizmin en zayıf yanlarından birinin “ulus” sorunu olması bunun nedenlerini öğrenme merakı, bu kitabın yazılmasında ikinci önemli nedendi. Marx ve Engels, genel, kapsamlı ve geliştirilmiş bir ulus tanımı ve ulus teorisi ortaya koyamadılar. Yakında gerçekleşecek proleter devrim umuduyla, ulus sorununa teorik açıdan değil, daha çok Avrupa demokrasisinin siyasal çıkarları açısından yaklaştılar.
Bu teorik zayıflık nedeniyle özellikle Engels, 1848-1849 devrimlerinde yaşanan çelişkiler yumağına dair doğru siyasal analizler yapmayı başaramadı. Bu iki düşünür o dönem milliyetçi ideolojinin toplumsal devrimi engelleyen bir güç olduğunu yeterince kavrayamamıştılar. Örneğin, Marx, ilkin İrlanda’nın İngilizler tarafından egemenlik altına alınmasının, İrlanda’nın yararına olacağını varsayıyordu. İrlanda sorununun İngiltere’de işçi sınıfının (Çartist hareketin) zaferiyle çözümleneceğine inanıyordu. Fakat bu tek yanlı ekonomik yaklaşımın hatalı olduğunu gördükten sonra düşüncesini değiştiriyor. Önceleri, İrlanda’nın kurtuluşunu İngiliz işçi sınıfının zaferine bağlayan Marx, durumu inceledikten sonra, İrlanda’nın politik bağımsızlığını ve toprak devrimini başarması gerektiğini savunmaya başlıyor; fakat bir ulus teorisi ortaya koymuyor.
Kitap, Marksist hareketin ulus konusundaki teorik boşluğu doldurma çabalarının yetersiz kaldığını ortaya koyarken, Stalin’in ortaya koyduğu ulus tanımının neden yetersiz ve hatalı olduğunu açıklıyor. Felsefi açıdan yoksun olan milletçiliğin, önemli bir ideolojik ve politik güç haline gelmesinin kökleri araştırılıyor kitapta. Milliyetçiliğin temel ilkeleri kavranmadan milliyetçiliğe karşı kararlı mücadele verilemeyeceği vurgulanıyor.
Milliyetçiliğin en temel ilkesi, devlet ile ulusun örtüşmesi/çakışması düşüncesine dayanır. Daha ayrıntılı ifade etmek gerekirse, milliyetçiliğin üç temel ilkesi vardır: Birincisi; ortak bir dil, ulus olmanın temel ölçütüdür. İkincisi; dile dayanan bir ulus temelinde bir devlet öğretisi gereklidir ki bu öğreti, devlet ile dil/kültür/politika arasında bağlantı kurmalıdır. Yani her ulus, tek dili ve tek kültürü temel almalıdır. Bu ilke, birçok milliyetlerden oluşan bir devlette, diğer milliyetlerin dilleri üzerine baskı ve yasağa neden olur. Üçüncüsü; devlet, bireyden daha önemlidir.
Milliyetçilik, devletin de bir milli kimliği ve resmi bir ortak dili olmasını savunur. Kitabımda savunduğum görüş basitçe şöyle ifade edilebilir: Bireylerin milli kimliği olabilir; bir birey “ben Türküm” diğeri “ben Kürdüm”, bir başkası “ben Almanım” diyebilir; ama devletin milli kimliği ve dayatmacı ortak tek dili olmamalı; devlet, sadece “Türkün” devleti olduğunu iddia etmemeli. Milli kimliği benimseyen her devletin, baskıcı ve totaliter olmak zorunda olduğunu gösteriyor kitap.
Milliyetçiliği eleştirmek, sorunlara işaret etmek yetmez. Aynı zamanda, milliyetçiliğin dayandığı ilkeleri sorgulayan ve milliyetçiliğin gücünü kıran yeni bir teoriye ve yeni bir düşünceye ihtiyaç var. Bu olgu beni, kitabı yazmama neden olan üçüncü nedene götürüyor. Demokratik Ulus fikri ortaya atılıyor ve yeni bir ulus anlayışıyla devlet kaynaklı milliyetçiliğin gücünün nasıl kırılacağı açıklanıyor.
Marx
Hegel'in felsefesine, ekonomik tabanı oturtan Marx'ın düşünceleri bu denli önemliyken neden düşüncesi daha çok yaygınlaşmadı?
Gerçekten çok önemli ve cevabı zor olan bir soru. Yine de soruya cevap aramaya çalışacağım. Öz ve görünüş arasındaki ayrıma dikkat çekerek bir giriş yapmamın doğru olacağını düşüyorum. Marx, “eğer dış görünüş ve şeylerin özü aynı olsaydı, bilime gerek kalmazdı” diyor. Bilim, görünüşün arkasındaki özü araştırır. Öz ve görünüş arasındaki ilişkinin anlaşılması için bir kaç örnek vermek yararlı olur sanırım.
Örneğin, bir şekeri ele alalım. Şeker, toz veya küp şeklinde olan bir madde. Örneğin pancarı ele alalım. Pancar, şeker üretiminde kullanılan, el büyüklüğünde, kırmızlı renkli bir madde görünüşüne sahiptir. Ama pancarın özünü anlamak için, pancarın kimyasal bileşimlerine bir göz atılmalı. Ama insanların çoğu, pancarın özünü oluşturan bileşimlerden habersiz olarak, pancarı tüketir; kimyacılar ve ilgili insanlar hariç, günlük yaşamda insanların çoğu pancarın özünü sormaz ve bilmez. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu görünüş dünyası ile kuşatılmış durumdadır.
Toplumsal yaşamda da benzer bir durum vardır. Marx’a göre kapitalizmde yanılsamalı bir gerçeklik söz konusudur. Bir başka deyişle kapitalizmde gerçeklik, yanılsamalı bir gerçekliktir ve bu olgu, en zor anlaşılan olgulardan biridir. Zira metalar ve para dünyası, insanlar arasındaki ilişkileri gizlemektedir.
Bir başka yanılsama ise, devletin ve parlamentonun yaydığı yanılsamadır. Devlet, bütün toplumun çıkarlarını temsil eden bir kurum olarak görünür; oysa bu görünüş yanılsamadır. Çünkü devlet, öz olarak egemen sınıfların üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini hem yasalarla hem de polis ve devlet gücüyle koruyan bir organizmadır. Parlamento ise sadece partiler ve demokrasi varmış gibi bir yanılsama yaratmaz, aynı zamanda kendisine karşı alternatif politik biçimlerin gelişimini engelleyen ideolojik bir işleve de sahiptir.
Edebiyat ve felsefe
Simone de Beauvoir "Edebiyatçı mı olarak anılmak istersiniz, felsefeci mi?" sorusuna, "Edebiyatçı!" olarak yanıt vermiştir. Felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki ve Türkiye'deki edebiyatçılara bakışınız nasıl?
Bu soruya şöyle cevap verseydi iyi olurdu: “Hem edebiyatçı hem de filozof olarak anılmak!” Edebiyat mı yoksa felsefe mi daha önemlidir? Bu sorunun doğru cevabı, “önem” kavramından ne anlaşıldığına bağlıdır. Eğer imgeler aracılığıyla duygulanım yaratacak, haz verecek bir biçimde gerçeklik tasarlanıyor ve kurgulanıyorsa, bu açıdan edebiyat felsefeden daha önemlidir.
Fakat eğer gerçeklik, kavramsal düşünme yoluyla olgularla arasındaki karmaşık ilişkileri yansıtabiliyor ve gösterebiliyorsa, bu açıdan felsefe daha önemlidir. Her birinin amacı ve araçları farklıdır; her ikisine de gerek vardır; birini diğerine göre tercih etmek, diyalektik bir yaklaşım değildir.
Türkiye’deki edebiyatçıların felsefi görüşlerinin bilançosunu yapacak durumda değilim. Türkiye’de güçlü filozoflar olmadığı için edebiyatçıların büyük çoğunluğunun felsefi bakış açısından zayıf olduğunu düşünüyorum. Edebiyat tarihçilerinin bu konuda ne yazdıklarını bilmek iyi olurdu. Merakımı gidermek için, önemli edebiyat tarihi kitaplarını önümüzdeki dönem okumaya çalışacağım.
Seçimler ve Türkiye
Seçimler yaklaşırken, nasıl bir Türkiye düşünüyorsunuz?
Benim nasıl bir Türkiye düşünmemden daha önemli olan Türkiye halkının nasıl bir Türkiye düşündüğüdür. Türkiye halkının gerçekte ne düşündüğünü, tamamen kestirmek zor olsa da Türkiye’de seçilen ve mutlak çoğunluğu ele alan parti ve bu partiye dayanan hükümet, halkın bilinci konusunda bize önemli ipuçları verebilir. Sadece ipucu verebilir, daha fazla değil. Halkın ne düşündüğünü kestirmek için, onunla ilişkide olmak gerekir.
Durumu metaforik bir örneklendirmeyle açıklamak gerekirse; Türkiye toprak (kültürel olarak geri bir halkın varlığı nedeniyle) açısından kurak; tohum (filiz verecek düşünce ve fikirler) açısından verimsiz; topraktan ve tohumdan anlayabilen çiftçiler (sol örgütler) açısından yetersiz bir ülke konumunda. Eğer Türkiye için bir şey düşünmek gerekirse, bu üç (toprak-tohum-çiftçiler) alanda önemli ilerlemelerin sağlanması gerekir. Kitabımda özellikle, Türkiye topraklarında filiz verebilecek verimli bir tohumu (demokratik ulus fikrini) ortaya koymaya çalıştım. Bu verimli tohum kullanılacak mı, onu zaman gösterecek.
Burada Che Quevara’nın bi sözünü anmak isterim. “Gerçekçi ol imkansızı iste!”. Albert Einstein ise “hayal kurun, zordan kaçmayın, seyirci kalmayın” diyor ve şunu savunuyordu: “Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil? Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin. Hayal, bilimden daha önemlidir; çünkü bilim sınırlıdır. İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye ulaşamaz.“
Hayallerini yitirmiş sol hareketin yeni hayallere ihtiyacı var. Gerçekten hayal olmadan ilerlemek ve gelişmek mümkün görünmüyor. Burjuva Aydınlanmacıları devlet ve dinin ayrılmasını ve dini kimliği olmayan bir devleti hayal ettiler. Bu hayal, yaklaşık 150 yıl sonra gerçekleşti. İlkin, milli ve dinsel kimlikten kurtulmuş bir devleti ve kültürü hayal etmeden, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek mümkün değildir.
Yaşam öykünüzden hareketle, yetmişli yıllardan bugüne, 80'ler, 90'lar ve 2000’li yılları nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelecekte nasıl bir Türkiye ve Ortadoğu bekliyorsunuz?
Burada sadece politik durum ve özellikle sosyalist solun 80’li yıllardaki politik tutumu hakkında kısa bir açıklama yapıp, gelecek konusunda bazı yorumlar yapmaya çalışacağım. 1971 darbesi sol örgütlere darbe vurmuştu, ama 1974 sonrası sol örgütler yeniden canlanmaya başladılar. Ne var ki 1980 12 Eylül darbesi, sol hareketlere (sendikalar, derneklere vb.) çok büyük örgütsel darbe vurmakla kalmamış, daha önceki darbeden farklı olarak, ideolojik, politik ve psikolojik açıdan da örgütleri sarsmıştır. Solun daha sonraki süreçte toplanamamasının, önemli nedenlerinden biri, 12 Eylül döneminde hapishanelerde, bazı istisnalar hariç, sol hareketlerin iyi bir sınav verememeleridir. Moral açıdan yaşanan çöküntü, etkisini uzun zaman sürdürmüştür. Gerçi 90’lı yıllarda işçi sınıfı hareketinde bir canlanma olsa da, bir yandan Sovyetler Bloku’nun çözülüşü, diğer yandan neoliberal ideolojilerin toplumu kuşatması gibi etkenler eklenince sol kısır kalmaktan kurtulamamıştır.
Solu güçsüz kılan önemli faktörlerden biri, solun büyük kesimlerinin Kürt hareketi karşısında sözde “sosyalist”, özde ise milliyetçi tutumudur. Politika, geniş ittifaklar kurma sanatıdır. Bu sanat ise, hedeften taviz vermeden bazı durumlarda uzlaşmaları gerektirir. Uzlaşmanın nerede bitip teslimiyetin nerede başladığını kavramak, amaç ve araçlar konusunda açık seçik ve derin bilgileri gerektiriyor.
Gelecekte Ortadoğu ve Türkiye’nin nasıl olacağı sorusu, ilkin dünyanın genel bir analizini ve gidişatının nasıl olacağının değerlendirilmesini gerektirir. Çünkü küreselleşmenin yoğunlaştığı bir dönemde Ortadoğu ve Türkiye, dünyanın bir parçasıdır ve bu parçanın bütünden ayrı olarak analizi eksik olur. Ama dünyanın analizi ise, Amerika, Çin, Avrupa, Afrika ve Ortadoğu konusunda ayrıntılı bir bilgiyi gerektirir. Böyle bir bilgi ise entelektüeller arsındaki işbirliğini, yeni tipte bir enternasyonali gerektiriyor. Gerçekçi olmak imkansızı istemeyi gerektiriyor: Ortadoğu için önerilecek proje, Ortadoğu Enternasyonalini kurmaktır.
Yener Orkunoğlu hakkında
Darmstadt Üniversitesi Ekonomi-Bilgisayar Mühendisliği bölümünde öğretim görevlisi. Son dönemde Hegel felsefesi ve Marksist felsefe konusunda araştırmalar yürütüyor.
Çalışmalarında merkezcil yeri felsefi, sosyoloji, ekonomi politik içerikli yazılar oluşturuyor
birçok gazete, dergi ve internet sitesinde siyasal ve toplumsal içerikli incelemeler yayınlıyor. “Bilim ve Gelecek”, “Hayat ve Sanat”, “Dönüşüm”, “Müdahale”, “İnsancıl” gibi dergilerde uzun araştırma yazıları yayınlandı. Yurtdışında günlük gazete olarak yayınlanan Yeni Özgür Politika’da 12 boyunca köşe yazarlığı yaptı.
1953’te Kars’ta doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik Bölümünü bitirdi. 1977 yılında siyasal nedenlerden dolayı yurtdışına çıkmak durumunda kaldı ve Almanya’ya yerleşti.
Biri çeviri olmak üzere 3 eseri var:
Çeviri: Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği -Çeviri. Hans Heinz Holz- (Yordam Yayınları 2010)
Kitapları “Nietzsche ve Postmodernizmin Gerçek yüzü” (Ceylan Yayınları 2007)
Marksizm ve Güncellik (Etik Yayınları 2010)
Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus (İletişim Yayınları 2018)
(DM/BK)