Arkalarından, yanlarından, önlerinden çevik kuvvet ekipleri yürüyordu. Kişi başına, tahminimce, birkaç polis düşüyordu.
Sistem, bu esmer, cılız adamlardan, anladığım kadarıyla, bu denli korkuyordu. Oysa adamlar sadece işlerini geri istiyordu.
Türk polisi, Amerika merkezli bir şirketi, Türk işçisine karşı koruyordu. Genç bir kız, zarifçe gelip elime bir bildiri tutuşturdu, "Alır mısınız?". Almaz mıyız! Aldık.
Direnişin başlangıcı
Uzun bildiri şöyle başlıyordu:
"20 Mayıs 2005 tarihinden beri işi, ekmeği, örgütlenme hakkı, Anayasal sendika hakkı, onuru için mücadele eden, Coca Cola'nın dağıtımını yapan şirkette çalışırken işten atılan DİSK/Nakliyat-İş Sendikası üyesi, direnişteki 110 Coca Cola işçisi olarak halkımıza sesleniyoruz!"
15 yıldır firmada kadrolu ve sendikalı olarak çalışan işçiler, 2002 yılında "yetkililerin baskısıyla" ve istifa paraları karşılanarak istifa ettirilmişler.
Üç yıl içinde aldıkları ücretler üçte birine düştüğü gibi, günlük çalışma süreleri 11 saate çıkarılmış. Fazla mesai yerine artık "prim" almaya başlamışlar.
Prim dışındaki ücretleri 360-385 YTL arasında değişiyormuş. Kimlik kartları, elbiseleri Coca Cola'ya ait olmasına rağmen işleri taşeron bir şirkete verilmiş.
Bu sebeplerden işçiler yeniden sendikayla ilişkiye geçmiş ve... Fasılalarla 110 işçi işten çıkarılmış. İşçiler, 20 Mayıs 'ta işyeri önünde çadırlar kurarak direnişlerini başlatmışlar.
Şişeyi bul!
Bildiride anlatılanlar özetle böyle. Ve sonunda şöyle deniyor: "Önümüzdeki günlerde Coca Cola'nın içilmemesi için tüm Türkiye genelinde bir boykot çağrısı yapacağız!".
Bir zarif kız önünüze çıkıp bildiri vermezse acaba siz bu çağrıdan haberdar olacak mısınız?
Yoksa gazeteler, dergiler, televizyonlar, reklam ve sponsorluk gelirlerinin güçlü kaynaklarından biri olan bu firmayla bozuşmak istemediği için siz sadece "1 Numaralı şişeyi bul!" emrini mi duyacaksınız?
Sizce? Oysa işçiler diyor ki yazdıkları dövizde: "1 No'lu şişeyi bırak! İşçilere bak!"
Bakmak isteseniz bile görebilecek misiniz?
"Direnişçiler" diye intihar bombacılarını veren uluslararası ve yerel basın, yeryüzünün gerçek direnişçilerini size göstermeyecek. İntihar bombacılarının dayılarının kızlarıyla bile konuşan televizyonlar, size bir kez olsun sendika için direnen işçilerin yüzlerini yakın plan izletmeyecek.
Bugünlerde büyük coşkularla "özelleştirme ayinleri" düzenleyenler belki de bu esmer, işsiz adamların sonunda tükeneceğini, ortadan kalkacağını hayal edecek. Oysa...
Külotsuzlar!
Dünya, bütün kenar mahallelerinde abluka altına alınıyor. Yoksullar, şehirlere sızıyor. İstanbul'un gecekondu mahallelerindeki kadınlar, tıpkı Latin Amerika'daki tanımadıkları dostları gibi barikatlar kurmayı öğreniyor.
Sesleri duyulmadığı için molotofkokteylleri atıyorlar ayrıcalıklı dünyanın geleceğinin kararlaştırıldığı kokteylli toplantılara.
Ben gördüm: Hindistan'da kabilesinin dili dışında dil bilmeyen, üzerindeki beyaz donundan başka bir şeyi olmayan adamlar ellerinde bayraklarla yürüyor.
Brezilya'daki topraksızlar toprakları işgal ediyor. Kanada'da terk edilmiş evlerde dergiler, gazeteler çıkarılıyor yoksullar için. İtalya'da futbol takımı Meksika'da direnenlere para yolluyor. Arjantin'de, Meksika'da davul çalan çocuklar Filistin kefiyesi takıyor.
Ümraniye'dekiler başlarını Zapatistalar gibi sarmayı öğreniyor. Bergama'dakiler, çocukları kanserli doğan Karadenizliler, Diyarbakır'da babası barış istediği için babasız kalan çocuklar...
Ama insanlık, insanlıktan haber alamıyor. Oysa bir bilseniz... Ah bir bilseniz!(ET/EÜ)
* Ece Temelkuran'ın yazısı 18 Temmuz'da Milliyet'te yayınlandı.