Nüfus yoğunluğunun sanayi bölgesine kaydığı Marmara bölgesindeki depremlerin aksine Pakistan depremi, yüksekliği 5000 metreye varan kırsal bir bölgede meydana geldi.
Çöken bu kez hırsız müteahhitlerin inşa ettiği betonarme çok katlı apartmanlar değil, tamamı kerpiç ve taş binalardı. Pakistan büyük bir sarsıntıyla yeni güne uyanamayan binlerce insanını aşırı yoksulluğun ürettiği yapıların altında yitirdi.
Keşmir'de yokluk, yoksunluk...
Aslında yıllardır uğruna savaşılan, kan dökülen, atom bombalarının gölgesinde gövde gösterileri yapılan bir bölgenin, Keşmir'in hikayesini anlatmak niyetindeyim.
Yazacaklarım, yoklarına "yokluk" katan 7,6 büyüklüğündeki sarsıntının sonrasında hepimizin aşina olduğu ama tahayyül sınırlarının ötesine geçen trajik ancak gerçek bir öyküdür.
Pakistan'da depremin olduğu gün, 8 Ekim'de bulduğumuz ilk uçağa atlayıp dünyanın gözünden uzak bu toprak parçasında yaşananlara tanık olmak üzere diktatör Müşerref'in acı çeken ülkesine doğru yola koyulduk.
Acıyı katlayan yoklara eklenenlerdi. Artık çocuklar, genç kadınlar ve genç erkekler, yaşlı kadınlar ve yaşlı erkekler yoktu. Yaşadıkları hayatın akıl almaz yükü 7,6 büyüklüğünde başlarına yıkıldı.
Yoksulluk, yoksunluk, yokluk... Bundan böyle Pakistan'da hayatta kalmayı başaran çocukların yaşam adına tadacakları gerçeklik bu üç sözcükte gizli.
Pakistan "bir nesli kaybetti"
Durumu dramatize etmekten imtina ederek üst düzey bir devlet yetkilisinin beni çarpan açıklamasını telaffuz edeyim: "Ülkenin kuzeyinde, Keşmir'de bir nesli kaybettik."
Bir kuşak yok oldu. Keşmir eyaletinin başkenti Muzafferabad'da; başlıca şehirler Balakot, Bagh ve Mansera'da bir kuşak fukara taşlarla örülü damların altında ölüp gitti.
Tüm resmi rakamlar kadar yalancı açıklamalarla geçen günlerin "bilançosu" gerçekleri gizleme çabasıydı. Hükümete göre ilk üç gün sonrasında ölenlerin sayısı 18 bin kadardı.
Ancak bölgeye çoktan intikal etmiş kurtarma ekiplerinin, Birleşmiş Milletler'in bu büyük felaketteki kayıp ile ilgili öngörüsü, ölü sayısının pek acıdır ki yüz binleri bulacağı şeklindeydi.
Nitekim Pakistan'da, deprem bölgesinde geçirdiğim 16 günün ardından bölgeden ayrılırken devlet istatistikleri bile ölü sayısının 42 bine yükseldiğini söylüyordu.
Dahası, Birleşmiş Milletler ilk bir haftanın ardından 2 buçuk milyon insanın evsiz kaldığını açıklıyordu ve milyonlarca çocuğun artık kimsesiz olduğunu.
En gerekli araç helikopter
Uluslararası yardım kuruluşları ülkeye akın etmeye başladı. Neden sonra Pakistan devleti de Pervez Müşerref'in ağzından, can düşmanı Hindistan da dahil uluslararası yardım çağrısı yaptı.
İlk olarak ülkenin bölgedeki zorunlu müttefiki, kuzey komşusu Afganistan'ın işgalci gücü Amerika Birleşik Devletleri (ABD), bölgedeki üslerinden sekiz Chinook helikopterini kaydırdı.
ABD askerlerinin bu seferki hedefi hayat kurtarmaktı! Sonra Almanya, İsviçre, İran gibi pek çok ülke özellikle ihtiyaç duyulan helikopter desteğini bölgeden esirgemedi.
Helikopter, bölgede ilaçtan, temiz sudan, yiyecekten, hatta çadırdan bile daha önemliydi. Zira tamamen dağlık bir alan olan deprem bölgesinde ulaşılamadık yerlere, kurtarma ekiplerinin ve dahi ihtiyaç duyulan her türlü malzemenin iletilebilmesinin tek yolu bu araçlar.
Ancak ip merdivenlerle tırmanarak ulaşılabilecek yerleşim birimleri ve teker teker evlerden -artık hepsi birer yıkıntı- mürekkep bu eyalette acil yardım amaçlı tek ulaşım aracı modeli ne olursa olsun helikopterler.
"Yasak bölge"de travmaya tanıklık etmek
Günler geçtikçe İslamabad'daki Chaklala Hava Üssü'nde sayıları artan helikopterler bir yandan gerekli malzemeyi, diğer yandan da gazetecileri olağan koşullarda girilmesi yasak olan bu bölgeye taşıyordu.
Dünyanın her yerinden habercilerin Pakistan'a akını böylesi bir travmayı dünyaya aktarmak için gerekliydi. Nitekim Muzafferabad'da deprem sonrası yaşananlara tanıklık etmek bence de çok önemliydi.
"Taş üstünde taş kalmamak" tam manasıyla böyle bir şey olmalıydı. Keşmir başkentinin yüzde 80'i artık yoktu. Evler içindekilerle beraber yok olmuştu.
Ölümü kanıksamak: Fakirlik, kadercilik
Tuhaf olanı bunca yoksulluğun ve yanı başındaki Hindistan'a nazire edercesine yükselmiş İslam inancının insanları içine ittiği kadercilikti. Her enkazın başında çok değil bir iki kişi oturmuş, gözlerinde acıyı kanıksamış kuru bakışlarla yıkıntıyı izleyen birilerini görmek mümkündü.
Enkazın başına oturmuş, ceset kokusunu hiçe sayarak tek bir taşı bile yerinden kaldırmayan kadercilik, yıkıntılara hakim olmuştu. Sokaklar, bir iki parça eşya kurtarma çabası ile doğal birer mezarlığa dönüşen eski evlerine şöyle bir bakan gözlerle dolmuştu.
İşte bu koşullar altında Keşmir, iklim koşullarına yenik düşmemek için hazırlanıyor şimdilerde.
Gündüzleri 30 dereceyi bulan sıcaklık rakımın yer yer 6 bin metreyi bulduğu yerlerde gece 4 derecelere kadar düşüyor.
Yaklaşan kışın bundan böyle daha da vahim olacağı konusunda bir fikir veriyor. Toplanmayan cesetler nedeniyle ortaya çıkması kuvvetle muhtemel salgın hastalıklar bir süre sonra özellikle hala yaşayan çocukların belini bükecek gibi görünüyor.
Velhasıl, yaşam artık Pakistan Keşmir'inde, daha büyük zorluklarla ve Hindistan'dan ziyade savaşılması gereken yokluklarla geçecek. (MU/BA)