Türkiye’nin en uzun süre cezaevinde kalan ve son 34 yılın 32 yılını cezaevinde geçirdikten sonra 30 Nisan 2013’te 4. Yargı Paketi ile özgürlüğüne kavuşan Tahir Canan’la Türkiye’deki cezaevlerinde 12 Eylül’den bu yana yaşanan değişimleri, cezaevlerinde günlük hayatı, firar hikayelerini konuştuk. Canan ilk tutuklandığında 25 yaşındaydı, dört ay önce serbest kaldığında ise 60 yaşında.
Canan, cezaevlerindeki koşulları 12 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırıyor.
“12 Eylül öncesi kolektif bilinç, dayanışma vardı. Sonrasında ise kademeli olarak bu bilinç ortadan kalktı ve gruplar oluşmaya başladı. Bizi 19 Aralık katliamına götüren unsurlardan biri de bu gruplaşmalardı. Şu an ise taslağı 12 Eylül ile birlikte çizilen, ‘insansız’ cezaevleri ile karşı karşıyayız.”
“Kilise cezaevi” isyanı
İlk olarak hangi cezaevine hangi suçlamayla girdiniz?
1979’da siyasi cinayet işlediğim ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) üyesi olduğum iddiasıyla Antep’te “kilise cezaevi”ne girdim. Biz oraya “kilise cezaevi” derdik. Çünkü eskiden kiliseymiş. Şimdi tahliye olduktan sonra Antep’e gittiğimde oranın cami olarak kullanıldığını gördüm.
Fiziki koşullar nasıldı? Ne kadar kaldınız “kilise cezaevinde”?
Koğuşlar birbirinden naylonlarla ayrılmış durumdaydı. 500-600 kişi bir aradaydık. Herkes birbirini görürdü.
Adli mahkumlardan durumu olmayanlar dışında kimse idareden gelen yemekleri almıyordu. Gaz ocaklarında kendi yemeklerimizi kendimiz yapardık. Çok güzel bir dayanışma vardı.
Ancak burada 45 gün kaldıktan sonra cezaevinde beş gün süren bir isyan çıktı ve sonra sürgün yiyip Mardin’e gönderildim.
İsyan neden çıktı?
Cezaevi içinde uyuşturucu vardı. Gardiyanlar bu uyuşturucuları getirip mahkumlara satıyordu. Bir yandan da bazı mahkumlardan ihbarcılık yapmalarını istiyorlardı. Böylece sattıkları uyuşturucuları yakalayıp tekrar satıyorlardı.
İhbarcılık yapması için bir gün Mehmet Çelik’e işkence yapmışlardı. Sonra bir gün Çamaşırcı Hasan’ı almaya geldiler ve savcının çağırdığını söylediler. Biz de savcı ifade alacaksa cezaevinde alabilir diyerek itiraz ettik.
İsyan bu şekilde çıktı. Kısa sürede isyanın iç dizaynını oluşturduk, örgütlenmemizi sağladık.
Aradan beş gün geçtikten sonra, kimsenin sürgün edilmeyeceği ve işkence yapılmayacağına dair bize söz verdiler. Biz de isyanı sonlandırdık. Ancak sonra sürgün süreci başladı. Beni de Mardin Cezaevi’ne gönderdiler.
Cezaevi suyunu havuzuna dolduran Mardin Valisi
Mardin Cezaevi’nde koşullar nasıldı?
Burada altı ay kadar kaldım. Sürgün edilenler arasında tek siyasi mahkum bendim. Cezaevinde ciddi su sorunu vardı. Urfalı bir cezaevi müdürü vardı; kalender bir adamdı.
Bir süre sonra anlaşıldı ki, cezaevine gelen suyu Mardin Valisi kendi evinin havuzuna çekmiş. Biz susuzlukla boğuşurken o havuzunu dolduruyormuş.
Vali bir bayram günü cezaevine geldi ve bizime bayramlaşmak istedi. Ancak kimse kendisine selam vermedi.
Buradan sonra nereye naklediniz?
1979 sonunda yılbaşı akşamı Adana’ya götürdüler beni.
İnanılmaz karışık bir cezaeviydi. Solcular ve sağcılar farklı bölümlerde kalıyordu. Ancak solcular o kadar kalabalıktı ki, 50 kişilik koğuşlara 500 kişiye kadar insan sığdırmaya çalışıyorlardı. Haliyle koridorlarda bile insanlar yatıyordu.
İnsanlar birbirleriyle kaynaşamıyorlardı da… Her gün 100-150 kişi giriyor, 100-150 kişi çıkıyordu.
Cezaevi kapısından “örgütlü firar”
Adana Cezaevi’nden mi firar etmiştiniz?
Evet. Ama önce bir başarısız denememiz oldu. Cezaevinden dışarı tünel kazmıştık. Kaçma aşamasında bir arkadaşımızı tüneldeyken elektrik çarptı. O hengame içinde Dev-Yol [Devrimci Yol] üyesi üç kişi kaçabildi sadece.
Ardından cezaevine operasyon düzenlendi ve solcuların kaldığı bölüme girdiler. Burada mahkumlardan solcu polislerin örgütü POL-DER [Polis Derneği] üyesi üç polis taranarak öldürüldü.
O dönemlerde mahkumlarda da silah olduğu için çatışma çıktı. Ancak askerlere ateş edilmiyordu. Barikat kurulan yerlerde çatışma sabaha kadar sürdü. Sabah anlaşmaya varıldı ve askerler koğuşlara girerek arama yaptı. Fakat zulalar o kadar sağlamdı ki, birkaç saat öncesine kadar çatışılan silahları kimse bulamadı. O silahlar cezaevi yıkılırken ortaya çıkmış.
Peki, Adana Cezaevi’nden ne zaman firar ettiniz?
Temmuz 1980’di. Yaklaşık 60 kişi kapıdan örgütlü bir şekilde görüşe gelenlerin arasına karışarak gittik. Ne bir çatışma yaşandı, ne başka bir şey.
Gardiyanların bir kısmı zaten sol görüşlüydü ve bize yardımcı oldular. Bazı maddi durumu iyi olan arkadaşlarımız da ne tarafı savunacağını bilemeyen gardiyanları “gördü” ve biz de kendi bloğumuzdan yan bloğa geçtik. Bu geçiş aşamasında sadece birkaç demir kestik. Sonra o demirleri yapıştırıcılarla yapıştırdık ve üstlerine demir tozu döktük.
Yan bloğa geçtikten sonra da teker teker ziyaretçilerin arasına karışıp kapıdan çıkıp gittik.
60 kişinin birden firar etmesi kısa sürede anlaşılmadı mı? İlerleyen günlerde herhangi bir sıkıntıyla karşılaştınız mı?
O kadar çok insan hapse atılıyordu ki, cezaevlerinde devlet otoritesi kalmamıştı. Kimin nerde kaldığını falan bilemiyorlardı. Sayım dahi yapamıyorlardı. Cezaevlerine sadece insanları dolduruyorlardı.
Bir tek gözlerine çok batan kişileri takip edebiliyorlardı. Fakat onların yokluğunu bile aradan bir iki gün geçtikten sonra fark ettiler. Koca cezaevinden 60 civarı insan kaçmış, bunlar gazetelere 10-12 kişi kaçtı diye demeç veriyorlardı.
Tifoyla gelen yakalanma
Dışarıda neler yaşadınız ve ne zaman nasıl yakalandınız?
10 ay dışarıda kaldım. Yani darbe olduğunda dışarıda, Ankara’daydım.
Firar ettiğimde Mersin’e gittim. Ancak orada çeşitli insanlarla karşılaşıyordum ve “Sen ne zaman çıktın” soruları geliyordu. Kimseye firar ettiğimi söyleyemediğim için birkaç gün önce serbest bırakıldığımı söylüyordum. Fakat bir süre sonra o bölgede kalmam tehlikeli olmaya başlayınca sahte kimlik çıkarttım ve Ankara’ya gidip mesleğim olan terziliğe geri döndüm.
Darbe olduğunda da Ankara’daydım. Burada tifoya yakalandım ve paraya ihtiyaç duydum. Antep’te birinden alacağım vardı. Eşimden Antep’e gidip o parayı almasını istedim. Ancak ailesine uğramamasını, parayı alıp, Ankara’ya geri dönmesini söyledim.
Ama o ailesine gitmiş. Ailesi de kızlarının benim yerimi bileceği düşüncesiyle ihbar etmişler. Eşime uzun süre işkence yapılınca kendisi benim adresimi vermiş.
12 Eylül cezaevlerinin 10 yılı
Ankara’da yakalandıktan sonra başınıza neler geldi?
Tekrar Antep’e götürdüler. 45 gün işkencehanede kaldım. 30 gün aralıksız işkence yaptılar, 15 gün de iyileşmem için burada tuttular.
Sonra Antep Askeri Cezaevi’ne götürdüler. İşkence daha kapıdan başlıyordu.
Beş altı gün burada hücrede tutulduktan ve işkence gördükten sonra sivil cezaevine naklettiler.
Sivil cezaevinde de işkence devam etti mi?
Tabii etti. Orada Şükrü Sönmez adında bir başgardiyan vardı. Cezaevine girince onun odasına götürülüyorsunuz. Orada başgardiyan kafanız davul gibi olana kadar vuruyor. Sonra tek tip giysi giymek için 100-150 metrelik bir koridordan yürümeniz gerekiyor. Tüm gardiyanlar koridor boyunca iki yana diziliyor ve ellerindeki coplarla nerenize gelirse vuruyorlar.
Tek tip kıyafet giyildikten sonra hücreye gitmeniz gerekiyor ve koridor işkencesi bir kez daha yaşanıyor.
Hücrede 45 gün tutuldum. İki metreye bir buçuk metre bir hücreydi. İçeride yan duvarda yatmanız için 90 santimlik beton bir çıkıntı vardı. Sadece bir tane battaniye vermişlerdi. Yatak da yoktu.
Hücrede tek başınıza mıydınız?
Hayır. Yanıma hırsızlıkla suçlanan birini getirdiler. Sonradan öğrendim ki, kendisi benim boş bulunma ihtimalime karşı ağzımdan laf almak için getirilmiş.
Kendisi sürekli yaşadıklarını anlatıyor, bana sorular soruyordu. Ben ise kendisine hiçbir şey anlatmıyordum. En sonunda “Ben tüm hayatımı sana anlattım, sen tek kelime anlatmadın” dedi. Ben de anlatacak hikayem olmadığını söyledim.
Sonra koğuşa geçtim. Burada çok sayıda Maraşlı “faşist” vardı. Çok az solcu vardı. Onlar da birbirlerine sahip çıkamayacak durumdaydı.
Bir gün bir kişi cezaevi yönetimine benim için “namazımın önünden geçti” dedi ve yine işkenceye maruz kaldım. Oysa kimsenin namazının falan önünden geçmemiştim. Ama ülkücüler “ezan okunurken ve namaz kılınırken kimse kıpırdamayacak” diye koğuşta kural koymuşlar.
Burada pek çok gazete ve kitap yoktu. Kütüphane de “faşistlerin” kontrolündeydi ve bir kişi bir kitabı sadece bir kez isteyebiliyordu. Bir kez daha isterse o kitap yok ediliyordu.
Kütüphanede okumak istediğiniz kitapları bulabiliyor muydunuz?
Ağırlıklı olarak dini kitaplar vardı. Ancak araya karışan Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarların kitapları da oluyordu. Onları ayırt edemiyorlardı. Mesela “Dünyayı Sarsan 10 Gün”ü bile bulmuştum.
Cezaevinin koşulları nasıldı?
20 kişilik koğuşta 50 kişiydik ve bir yatakta iki kişi yatması gerekiyordu. Cezaevi yönetimi farklı görüşten olanların birlikte yatması talimatını vermişti. Ancak iki taraf da bunu istemediği için bu kuralı uygulamadık.
Dışarıdan içeri hiçbir şey sokmamıza izin vermiyorlardı. Yemek yönetimden, giysi idareden, çayı bile idareden alabiliyorduk.
Bir kantin vardı ama memleketin tüm çürük malları burada satılıyordu.
Bu cezaevinde 1987 Mayıs’ına kadar kaldım. İşkence sürecinde çok sayıda insanın ölümüne tanıklık ettim. İşin aslı ben de tesadüfen hayatta kaldım. Disiplin cezalarımın sayısı çok fazlaydı ve sürekli hücrelerde kalmak zorunda kaldım.
12 Eylül hukuku 1987’ye kadar cezaevlerinde çok ağırdı. İşkence görmeyen sanırım yoktu.
Devrimci Halk Birliği’nden Garbis Altınoğlu diye birini getirdiler. O genç sadece Ermeni olduğu için özel işkence yöntemlerine maruz kaldı.
Bu cezaevinden sonra nereye götürüldünüz?
Yine Antep’te, önceki cezaevinin yan tarafında şimdi “H Tipi” denilen “Özel tip” cezaevine götürdüler.
Orada sadece siyasi mahkumlar vardı. Sağcıların ve solcuların koğuşları ayrıydı ve koğuşlar dört kişilikti.
Aslında buraya götürerek bizi cezalandırmak istemişlerdi ama önceki cezaevine göre koşullarımızın daha iyi olduğunu söyleyebilirim.
Burada Rus klasiklerini, sosyalizmle ilgili kitaplara ulaşabiliyorduk. Her koğuşun kendi kütüphanesi vardı.
Çayımızı kendimiz demleyebiliyorduk. Elektrikli ocağımız vardı ve orada gerek yönetimin verdiği yemeklerle gerek kendi malzemelerimizle farklı yemekler yapabiliyorduk.
Hatta bir süre sonra herkes kendi bloğundaki diğer koğuşlarla birlikte yemek yiyebilmeye başladı. Fakat bir süre sonra 1 Ağustos genelgesi geldi ve bu haklarımızın hepsini elimizden almaya kalkıştılar.
Ancak açlık grevine başladık ve geri adım atmayacağımızı söyledik. Geri adım da atmadık ve haklarımızı koruduk.
12 Nisan 1991’de 3713 sayılı şartlı tahliye yasası ile birlikte tahliye edilene kadar bu cezaevinde kaldım.
2 yıl özgürlüğün ardından yine işkence ve cezaevi
Tahliye olduktan sonra yeniden evlendiniz, bir çocuğunuz oldu ve sonra örgüt üyesi olduğunuz iddia edilerek Malatya’da yeniden tutuklandınız. Bu tutuklanma şartlı tahliyenizin de yanmasına neden olmuştu. Tekrar tutuklanınca neler yaşadınız?
Malatya’da polis okulunun önündeyken içinde sadece askerlerin olduğu bir araba ile beni götürdüler.
Çömelmenize bile imkan olmayan “tabutluk” denilen hücreye koydular. Burada bir hafta boyunca işkence yaptılar. Üstümde bir kova vardı ve sürekli olarak başıma su damlıyordu. Ben de açlık grevine başladım. Su bile içmedim.
Yaptıkları işkencelere, tabutluğa rağmen tek kelime konuşmayınca bir hafta sonra beni bir masaya bağlayıp zorla serum verdiler ve iyileşmem için tabutluktan çıkarıp hücreye koydular.
Sonra beni savcılığa götürdüler. Ama Adli Tıp Kurumu’na götürmediler. Benim yerime sağlam bir polisi götürüp, adıma “sağlam” raporu almışlar. Savcıya işkence gördüğümü ve Adli Tıp’a götürülmediğimi anlattım. Ancak beni yine Adli Tıp’a göndermediler ve cezaevinden dilekçe yazmamı söylediler.
Malatya E Tipi Cezaevi’ne gittikten sonra revire giderek işkenceyi tespit ettirdim ve hastaneye sevk edildim. Ancak hastanede yine işkenceye ilişkin rapor vermedi ve savcılık yazısı istedi.
Bu arada cezaevinde Adli Tıp Kurumu’na gidebilmek için dilekçe yazdım. Fakat dilekçeme üç ay sonra cevap geldi. Adli Tıp’a gittiğimde doktora durumu anlattım ve benim yerime nasıl başkasına “sağlam raporu” verdiklerini sordum. Kendisi de kendilerine gelen yazılara ve şahıslara baktıklarını, kimin geldiğini, kimi kontrol ettiklerini dahi bilmediklerini, gelen kişinin sağlam olması durumunda ona göre rapor verdiklerini söyledi.
Vücudumda hala işkence izleri vardı ve Adli Tıp doktoru bunu rapora yazdı. Raporu savcılığa ilettim ama onlar da bu yaraların ne zaman ve nasıl olduğunu tespit edemeyeceklerini söyledi. Böylece işkence dosyası kapandı.
“19 Aralık’a giden yolun zemini hazırlanıyordu”
Cezaevinden 1991’de tahliye edildiğiniz cezaevi öncekilere göre daha iyi koşullara sahipti. İki yıl aradan sonra tekrar cezaevine girince nelerle karşılaştınız?
15 günde bir arama olurdu. Her şeyimizi didik didik ederlerdi. 20 kişilik koğuşlarda kalıyorduk. Öncesi gibi aşırı bir yığılma olmuyordu.
Ancak esas mesele insan ilişkileri… İnsan ilişkileri zayıflamış, kolektif bilinç, dayanışma ruhu azalmıştı. Gruplaşmalar ön plandaydı.
Solcuları örgüt örgüt bölmüşler ve herkes üye olduğu suçlamasıyla yargılandığı örgütün koğuşunda kalıyordu. Buna rağmen gruplaşmalar yaşanıyordu.
Örgütler kendi içlerinde “hainler” tespit edip infaza varan uygulamalara başvuruyorlardı. Mahkumlar birbirlerinin yargıcı, savcısı olmuş gibi hareket ediyordu. Bu yıllarda 19 Aralık katliamına giden yolun zemini yaratılıyordu.
Burada karışıklık çıkması için devlet de bazı mahkumları yönlendirmiş olabilir mi?
Mutlaka olabilir. Ancak kendini güçlü hissedenler diğerleri üstünde baskı kuruyordu.
Bunun nedeni aslında devrimci demokrasiyi özümseyememek… Bazıları özümseyemedikleri demokrasiyi savunuyorlardı.
Bu cezaevinde bir buçuk yıl kaldıktan sonra 1994 Kasım ayında Çankırı Cezaevi’ne sevk edildim.
Çankırı’da da benzer manzaralarla mı karşılaştınız?
Orada çok az kaldım. Açlık grevi yaptım ve Çanakkale’ye gönderildim.
Neden açlık grevi yaptınız?
Burada PKK, DHKP-C ve Halkın Birliği’nden mahkumlar vardı. Tek TDKP’li bendim. Halkın Birliği’nden de az insan vardı. PKK’nin iki, DHKP-C’nin bir büyük koğuşu vardı.
Beni Halkın Birliği koğuşuna koydular.
Ancak ben TDKP’lilerle kalmak istiyordum ve açlık grevine başladım. 40 gün sonunda beni Şubat 1995’te Çanakkale Cezaevi’ne gönderdiler.
Çanakkale’ye dair neler hatırlıyorsunuz?
En çok aklımda kalan Çankırı Cezaevi’ndeki kitaplarım. Çankırı’dan Çanakkale’ye götürülürken kitaplarımı almak istediğimi söyledim. Ancak bana araçta yer olmadığını söylediler. Ben de parasını verdim ve kargoyla göndermelerini söyledim.
Daha sonra kitaplar Çanakkale’ye geldi ama hepsi doğranmıştı. Bazılarını bantla yapıştırarak kurtarmayı başardım ama pek çoğu çöpe gitti.
Burası da Çankırı Cezaevi’ne çok benziyordu. Yine herkes kendi yargılandığı örgüt davasına göre koğuşlara yerleştirilmiş ve insanlar birbirlerini, arkadaşlarını sorgular-yargılar hale gelmişti.
Bir yıl sonra Gebze Cezaevi’ne gönderdiler ve orada da durum aynıydı. Fark ettim ki tüm cezaevleri aynı duruma gelmiş.
Hatta Gebze Cezaevi’nde bir örgüt, örgüt davasından yargılanan bir insanın “hain” olduğuna karar verip öldürmüştü.
Bence tüm bu yaşananlarda cezaevlerinden tecrübeli, yaşça büyük olanların çıkması ve yerine gençlerin gelmesinin de rolü vardı.
19 Aralık Katliamı
19 Aralık katliamı sırasında Gebze'deydiniz. Cezaevinde neler yaşadınız?
Sabah 05.00'te çatıları sarmışlardı. Koğuşlardaki cep telefonlarıyla ailelerimize haber verdik.
Biz ölüm orucunda olmamıza rağmen hemen barikat kurduk. Çatıdan açtıkları delikten içeri gaz bombaları yağdırıyorlardı. Biz de onları alıp dışarı atıyorduk.
Bunun üstüne çatıdan içeri tüplerle gaz sıkmaya başladılar. Yapabileceğimiz tek şey havluları yüzümüze sarmaktı ama işe yaramıyordu. Bunun üstüne mecburen dışarı çıktık. Ölüm orucundaki arkadaşlar çok kötü durumdaydı. Onları apar topar başka cezaevlerine götürdüler.
Son durak Bandırma
Son dokuz yılınızı geçirdiğiniz Bandırma Cezaevi’nde durum nasıldı?
Orası en zoruydu diyebilirim. İşkence yoktu ama siyasi mahkum da yoktu. Benim dışımda bir siyasi mahkum daha vardı.
Durum böyle olunca alanım daraldı. Bir koğuşta iki kişi kalıyorduk. İşte o zaman şal falan yapmaya başladım. Kendimi psikolojik olarak rahatlatmaya çalıştım.
Siyasi olarak orada herhangi bir sorunla karşılaşmadınız yani…
Aslında karşılaştım. Ömer Ekinci adında bir cezaevi müdürü vardı. Kendisi ülkücüydü. Bunu da açıkça söylüyordu. Bana uzun süre Evrensel gazetesi vermedi. İtirazlarım sonucunda vermeye başladı ama bu sefer de gazete okunmaz halde geliyordu.
Hakkında toplatma kararı dahi olmayan gazetenin pek çok yerini karalayıp bana gönderiyordu. Parasını verdiğim gazeteyi okuyamıyordum.
Konuyu basına sızdırdım. Bunun üstüne yine gazete vermemeye başlayınca mahkemeye başvurdum. İç hukuk yolları tükenince de AİHM’e başvurdum. Bunun üstüne sanırım Adalet Bakanlığı’ndan kendisine uyarı geldi ve gazete elime ulaşmaya başladı. O dosya hala AİHM’de.
Cezaevlerinin dünü bugünü
Son olarak, 1979’dan bugüne cezaevlerinde neler değişti? Darbe öncesi ve sonrası uzun süreçte en çok dikkatinizi çeken değişim neydi?
12 Eylül öncesi cezaevlerinde insani ilişkiler çok güçlüydü. Dayanışma ve kolektif bilinç vardı. Darbeyle birlikte bireyselleşme başladı. Buna rağmen kolektif yapıyı ayakta tutmaya çalışıyorduk ama 1990’larla birlikte dayanışma ruhu çok ciddi zarar gördü ve grup yapısı ön plana geçti.
Sonrasında yüksek güvenlikli “F Tipi” cezaevleri karşımıza çıktı. Bunlar tamamen insanı insanlardan uzak tutmayı hedefleyen, insanlıktan çok uzak yapılar.
İçeri girdiğiniz an kocaman bir kapı açılır ve sizi kameralı bir odaya sokup defalarca ararlar. Kıçınıza bile bakıyorlar. Neden baktıklarını sorduğunuzda uyuşturucu vs için aradıklarını söylüyorlar. Aslında onlarda biliyorlar sizin kıçınızda uyuşturucu falan olmadığını ama mesele kişiliksizleştirmek.
Sonra içeri alınırken bu sefer x-ray cihazının orada yine didik didik ararlar. Hücrenizin kapısına geldiğinizde yine ararlar.
Eskisi gibi fiziksel işkence yapmıyorlar artık. Fakat aramalarla ve bu gibi uygulamalarla psikolojik olarak insanı eziyorlar. Eskiden çiçek yetiştirebiliyorduk. Şimdi canlı olan her türlü yeşile, her türlü bitkiye düşmanlar.
Cezaevlerini 12 Eylül öncesi ve sonrası olarak düşünebiliriz. Aslında bugünün cezaevi yapısı şu veya bu iktidarın uygulaması değil. Bu 12 Eylül’ün projesiydi ve şimdi uygulamada. (EKN)