Demek ki, yazar sayısını artırınca kitabın bilimsel kalitesi artmıyor hatta bu örnekte görüldüğü gibi düşüyor da. Konuya ilişkin "Resmi Türk Tezleri"nin anlatıldığı diğer başka kitapların daha "kaliteli" olduğu bile iddia edilebilir.
Üzüntüm iki nedene dayanıyor. Birisi, Hikmet Özdemir'i galiba tanıyor olmam. Eğer, Hikmet Özdemir, Türkiye ve Ordu konusunda yazdıkları kitapları ile tanınan, bildiğim, kahvesini içtiğim Hikmet Özdemir ise onun adına çok ama çok üzüldüm.
Herhalde kitabın tümünü okumadı, yoksa, hatalarla dolu, bilgilerin çarpıtılarak aktarıldığı, belgelerin bilerek tahrif edildiği, bilim dünyasında "işlenmiş bir cinayet" olarak telakki edebileceğimiz böyle bir kitaba imzasını atmazdı.
İkincisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, bir Türk olarak çok üzüldüm. Çünkü benim vatandaşı olduğum bir devletin en yüksek düzeydeki bir tarih kurumu, tarih biliminin en temel ölçülerine bile riayet etmeyerek bir kitap yayınlamıştır.
Birçok şeyi anlayabilirim, örneğin, 1915'de yaşananların soykırım tanımını hak etmediği, savunması çok zor bir tez bile olsa, ileri sürülebilir. Ama bu tezi savunan insan(lar)dan en azından 1948 Soykırım tanımını bilmelerini beklemek hakkımızdır. Görülen o ki, maalesef bu kitap yazarlarının bu tezden haberleri bile yok..
Vazgeçtim tanımı bilmemekten, kitabı yazanlar, alıntı yaptıkları Alman ve Amerikan belgelerinin başkaları tarafından okunacağını en azından çeviri açısından kontrol edileceğini bile düşünmekten aciz görülüyorlar.
Ve belgeleri tahrif ederek çeviriyorlar. Üzüntüm, kitabın kazara yabancı bir dile çevrilecek olması ihtimalidir. Benim özel ricam, bunun "Türkün Türke propagandası" olarak bırakılmasıdır. Eğer çevrilirse, ülkem ve onun bilim insanlarının kalitesizliği konusunda yapılan "kötü propaganda"ya bir yenisi daha eklenmiş olacaktır, o kadar.
Bu ikinci noktayı da polemik amacıyla yazmıyorum. Türkiye'de, başta Gündüz Aktan olmak üzere, bazı muhafazakar köşe yazarları, "Türkiye'yi sevmek" kavramına merkezi bir önem veriyorlar.
Aktan ve onun gibi düşünenler aşağı yukarı şöyle bir düşünce modelinden hareket ediyorlar. Bir tarafta "Türkiye'yi sevenler" var, diğer tarafta da, "Türkiye'yi sevmeyenler".
Türkiye'yi sevmeyenler, daha çok liberal düşünen, solcu aydınlardır ve onlar bir takım kompleksler içinde, yabancıların önünde, Türkiye'ye saldırmaktan mutluluk duymaktadırlar. Böylece liberal aydınlar, "devlet düşmanı", "Türkiye düşmanı" oluyor ve onların Türkiye'de bazı şeylerin düzgün yapılmadığı konusunda söyledikleri de bir sevgisizlik örneği oluyor.
Bu yazar grubuna göre, Türkiye'de eli yüzü düzgün bir demokratik sistemin hayata geçmesini, bürokratik-militarist yapının biraz gevşemesini savunanlar, "Türkiye'nin çıkarlarını" bilmeyen ve açıkça başka ülke çıkarlara alet olan insanlar olarak tanımlanıyorlar.
Bu "sevgi" ve "çıkar" edebiyatı üzerine sayfalarca yazmak mümkün. Fakat burada, Aktan gibi düşünenlerin mantığından hareket edecek olursam, "1915 soykırımdır" diyenler, "ülkesini sevmeyen", "devletine saldırmakta marifet arayan", "Türkiye'nin çıkarları aleyhine çalışanlar" olmaktadırlar.
Tarihi Kurumu'nun son kitabını yayınlayanlar da "Türkiye'yi sevenler", "devletini ve çıkarlarını savunanlar" olmaktadırlar. Bu yazarlarımızın mantığında kalarak sormak istiyorum. Aşağıdaki durumda, kim daha çok "ülkesini seven"i kim ise "ülkesinin adını uluslararası planda rezil edeni" temsil ediyor:
Kitabın 78. sayfasında, Trabzon Alman Konsolosu Bergfeld'e ait 25 Temmuz 1915 tarihli bir belge aktarılmış. Yazarlar Bergfeld'in bu mektubunu, kendilerinin "sistemli imha olmadığı" yolundaki tezlerini desteklediğini düşündükleri için neredeyse tamamını yayınlamışlar.
Ama belgeyi tamamıyla çarpıtarak. Almanca cümle şu: "Ausserdem begegneten wir drei Arbeitern, welche uns berichteten, am Morgen mit der Absuchung des Flusses und der Beerdigung gefundener Leichen beauftragt worden zu sein." Cümle "bundan başka bize malumat veren üç işçiye de rastladık", diye çevrilmiş. Oysa cümlenin aslı: "Bundan başka, sabahleyin, ırmağın aranması ve bulunan cesetlerin gömülmesi ile görevlendirilmiş olduklarını söyleyen üç işçiye rastladık."
Yazarların, işçilerin, özel olarak ırmakta ceset aramak ve gömmek ile görevlendirilmiş oldukları cümlesini çevirmemelerini nasıl açıklayacağız?
Kitabın yazarları, belge tahrifinin, bilim dünyasında, "işlenmiş bir cinayet" sayıldığını biliyorlardır. Ama rezalet tek bu cümle ile bitmiyor ki: "...ein Beweis, dass eine planmässige Beseitigung etwaiger Leichen bisher nicht erfolgt war", cümlesi, "bu muhtemel cesetlerin planlı olarak yok edilmediğinin bir delili" olarak çevrilmiş.
Oysa anlamı tam tersi: "muhtemel cesetlerin planlı olarak imha edilmelerinin şimdiye kadar yapılmamış (başlamamış) olduğunun bir delili." Yani adam, "cesetlerin planlı olarak yok edilmesi henüz yapılmamış" diyor, bizimkiler "planlı imha olmadığının delili" diye çeviriyorlar.
Bu açık bir sahtekarlık değil midir? Bunu yapanları bilim insanı saymak gerekir mi?
Alman dokümanlarını artık Internet üzerinden de okumak mümkün. Merak eden belgeyi oradan okuyabilir: http://www.armenocide.net. Kitapta bunun gibi onlarca başka çeviri rezaleti var ve bu nedenle belgelerin kasıtlı olarak sistemli bir tarzda tahrif edildiğini söylemek mümkün..
Ama şimdi sormak istiyorum: Belgeleri açıkça tahrif ederek bilim yaptığını iddia eden bu kişiler, gerçekten o çok sevdikleri "Türklük" ve "Türk Devletinin Uluslararası Çıkarları" gibi kavramlara en büyük kötülükleri yapmıyorlar mı? Bu insanların belgelerle bu denli oynayarak, Türklüğü rezil etmeye hakları var mı? (TA/BA)
* Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık ve Yusuf Halaçoğlu
** Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2004