Nedim Gürsel ile son kitabı "Piramitlerin Gölgesinde" isimli kitabını konuştuk. Mısır gibi pek çok uygarlığa beşiklik eden, eşsiz bir coğrafyada bulunan ve bilimin birçok dalına dair buluşların yapıldığı bir bölgeyi akıcı bir dille anlatan Gürsel'e "Neden Mısır?" sorumuzu şöyle cevaplıyor: Çok eski ve hâlâ gizemini koruyan bir uygarlık olması.
Bir de, eşsiz bir coğrafyada, yani Nil nehrinin kıyılarında gelişip yeşermesi. Eski Mısır'a, günümüzdeki otoriter siyasetçilerin davranış biçimleri ve tek tanrı inancı da dâhil, çok şey borçluyuz.
"Piramitlerin Gölgesinde" isimli kitabınızın ilk bölümünde, firavunların ölümden sonra "tümüyle yok olmayı" içlerine sindiremedikleri için piramitleri yaptırdığının altını çiziyorsunuz. İnsanın, ölümsüzlüğe ulaşmak için bu denli çabalamasının altında yatan şey ne sizce?
Bu soru günümüzde de geçerliğini koruyor, ama kesin bir yanıtı olduğunu sanmıyorum. İnsanoğlu, kitapta da belirttiğim gibi, bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa, yani bilinmeze evrilirken, hayatın sona ermesini kabullenemiyor. Eğer kabullenseydi ne dinler olurdu ne de tanrı inancı.
Bu bağlamda eski Mısır uygarlığının ve dininin özel bir konumu var. Ölüm saplantısını ve öteki dünya inancını bir varoluş biçimine dönüştüren, bu hayal ve düşünceyle yaşayan en eski, en "ruhani" uygarlık.
"Ezilme duygusu yerini şaşkınlığa dönüşüyor"
Keops Piramiti'nin yanına kadar gidip, görüp içine girmeye cesaret edemediğinizi söylüyorsunuz. Sizi ürküten şey ne oldu? Kararınızdan dolayı pişman mısınız?
Kapalı yerlerde fazla duramayışım, yani klostrofobim yol açtı buna. Zaten ben oradayken giriş sınırlıydı. Bir de şu: az biraz korktum, piramidin içinde kaybolurum diye.
Ya da tavanın başıma çökmesinden endişe duydum. İçersini göremediğim için hayıflanıyorum elbette, ama Gizeh'in bu üç ünlü piramidinden en görkemlisine dışarıdan bakmak da son derece çarpıcıydı. Taşın altında ezildiğinizi hissediyorsunuz. Giderek bu ezilme duygusu şaşkınlığa bırakıyor yerini.
Bu kadar büyük taşların o dönemin teknolojisiyle nasıl taşınıp bir araya getirildiğini soruyorsunuz ister istemez.
Ve firavunların mumyalarından çok hayattayken nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını merak ediyorsunuz.
Sizce, tarih boyunca Mısır'ı işgal etmeye uğraşan devlet adamlarının ve askerlerin sebep olarak kendilerine sunduğu şey neydi?
Kadeş savaşından bu yana Mısır'a göz diken ülkeler olmuş. Yani Hititler'den bu yana.
İslâm istilâsı, derken Memluk ve Osmanlılar, sonra da Napolyon ve İngilizler. Napolyon'un Mısır seferini çok önemsiyorum, çünkü bu olay aynı zamanda hiyeroglif alfabesinin çözülmesine ve kazıbilimin özel bir disiplini olarak ejiptolojinin gelişmesine yol açıyor.
"Heredot'un söylediği gibi, Nil'in hediyesi"
Mısır Uygarlığı, insan ve doğa arasındaki ilişkiyi odağına alarak bir inanç sistemi oturtmaya çalışıyor. Sizce bunun kültürel öğeleri nelerdir? Neden bu anlayış ve düzen arayışı Fransa'da değil de Mısır'da oldu?
Sanıyorum Nil ırmağı sayesinde. Eski Mısır, Yunanlı tarihçi Heredot'un da söylediği gibi, Nil'in hediyesidir. Bu uygarlığın gelişmesinde coğrafyanın payı çok büyük, göçlerin ya da istilâların değil. Fransa'nın hikâyesiyse çok başka. Bu hikâyeyi tüm ayrıntılarıyla "Hatırla Barbara" adlı kitabımda bulabilirsiniz.
Yaşar Kemal'in deyimiyle dünyanın "bin bir çiçekli bahçe" olduğunu düşünürsek, Mısır'ı kültürel olarak nasıl bir yere koyarsınız? Mısır, hangi çiçektir?
Kitabımda eski Mısır uygarlığına ve mitolojisine yer vermedim yalnızca, bugünkü Mısır'ı, özellikle de "kahreden Kahire" yi anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Nobel Ödüllü yazar Necip Mahfuz başta olmak üzere çağdaş Mısır edebiyatına da göndermeler var.
Mısır'ın bin bir çiçekli bahçede çok özel ve önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
"Bir gezi kitabı değil, rehber hiç değil"
Kahire, tıpkı İstanbul gibi, Batı tarafından her daim ilgi görmüş, Doğu'nun en gözde metropollerinden biri... İki şehri karşılaştırınca benzerlik ve farklılık olduğunu düşündüğünüz noktalar nelerdir?
Bu iki kentin bence tek ortak yönü trafik keşmekeşi... Bir de ortalarından geçen su. Yani İstanbul'da Boğaz, Kahire'de Nil nehri... Nüfus açısından da karşılaştırılabilirler. Kitabımda Kahire'den sonra İstanbul'a yolu düşen Nerval, Flaubert, Pierre Loti gibi yazarların izini sürmemin bir nedeni de buydu. "Piramitlerin Gölgesinde" bir gezi kitabi değil, rehber hiç değil.
Bir Türk yazarının eski bir uygarlığa ve eşsiz bir coğrafyaya bakışı. Umarım okurların ilgisini çeker.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
Evet, Fransız basınında, Le Monde, Libération, l'Humanité gibi günlük gazetelerde çıkan, doğrudan Fransızca kaleme aldığım siyasi yazılarım yayımlanacak Fransa'da. Türkiye'de, ekim ayında " Sait Faik'in İzinde" adlı kitabım raflarda olacak. (SS/PT)