… Marshal de Saxe’ı hatırlatalım: “Ayrıntılarla uğraşanların sınırlı kimseler sayılmalarına rağmen, bana bu kesim önemli olarak gözükmektedir, çünkü temeli oluşturmaktadır ve ilkelerine sahi olmadan herhangi bir yapı kurmak ve herhangi bir yöntem koymak olanaksızdır. Mimari zevkine sahip olmak yetmez. Taş yontmasını da bilmek gerekir.” Bu “taş yontma”ya ilişkin koskoca bir tarih yazılabilir- ayrıntının ahlaki muhasebe ve siyasal denetimin içindeki yarara yönelik olarak rasyonelleştirilmesinin tarihi. (Foucault, 1995, 212)
Van depremi olduğunda insanlar depremzedeler için bir şeyler yapmaya çalışırken sosyal medya hesabımdaki bir arkadaşımın öfkeli durum güncellenmesinden öğrendiğim kadarıyla bir gece kulübünün sahibi belirli bir süreyle elde edeceği gelirinin bir kısmını depremzedelere bağışlayacağını duyurmuştu. Arkadaşım onlarca insan yas tutarken eğlenceden gelecek olan bir bağışın hiç yapılmamasının daha iyi bir fikir olduğu kanısındaydı. Tek gelir kaynağınız bir gece kulübüyse ve ülkenin bir kısmı yas tutarken onlar için yapacağınız bağış bu yas halini umursamayan birilerinin eğlenmesine bağlıysa ne yapabilirsiniz ki diye düşünerek işletme sahibinden yana bulmuştum kendimi. Muhtemelen, girişeceğiniz eylemin sonucunun ne doğuracağının bir önemi yok, niyetiniz iyi olsun yeter diyen Kant da benim gibi yorumlayacaktı bu durumu. Reklam adına hayır hasenattan elini çekmeyen ve “daha normal” bir işle uğraşan herhangi bir firma da niyetinin fenalığından dolayı baştan kaybedecekti bu niyetin iyi olsun argümanının desteğini.
Survivor’ın ne kadar popüler bir yarışma programı olduğunu hepimiz biliyoruz ya da tahmin edebiliyoruz. Öyle popüler ki ülkede yas tutulmasının beklendiği zamanlarda reyting rekortmeni olarak karşımıza çıkışı onu günah keçisi ilan ettiriyor. Programın yapımcı şirketi Acun Medya her yas durumunda reklam gelirlerinin bir kısmını gerekli yerlere bağışlayacağını açıklasaydı, niyetten bağımsız olarak, programı günah keçisi ilan edenlerimizin yüreğine su serpilir miydi yoksa sen bağış yapmasan da olur diyen çıkar mıydı bilemeyiz. Ancak yine de bu niyet meselesini elden bırakmamakta fayda var.
Akademi dünyasına Survivor’ın Türkiye’deki popülaritesine galebe çalacak türden başka bir mesele hakim yıllardır. Bu, birçok yerde karşımıza çıkan bir terim olan neo-liberalizm. Neo-liberalizm terimi o kadar geniş bir araştırma alanına referans noktası oluşturuyor ki bu terime dair okuduğum her şey habitatı oldukça geniş olan sıcağa, soğuğa, radyasyona hatta uzay boşluğuna bile bana mısın demeden yaşamını sürdürebilen bir böcek olan tardigradı hatırlatıyor. Her ortama, ortamın içinde bulunduğu koşullarla işbirliği yaparak sızan bu böcek gibi yaşayan neo-liberalizm, yatak odalarımıza, mutfaklarımıza, salonlarımıza, iş yerlerimize, sokaklarımıza, alışveriş merkezlerine, çocuk odalarımıza, sinemalarımıza, sınıflarımıza, otobüs duraklarımıza ve diğer birçok mekana karışarak kendi habitatının haritasını genişletmenin ötesinde tardigraddan farklı olarak, tüm bu mekanların belli bir niyet üzere var olmasına yol açma iktidarına da sahip. İktidar kavramı soğuk bir canavar tarafından idare edilen masum bir toplum hayalini çağrıştırsa da bu, gerçekte nasıl yönetildiğimizi perdeleyen bir bakıştan ibaret. Nitekim, yukarıda saydığımız tüm bu mekanlarda başvurduğumuz akıl yürütme biçimlerimiz ve sergilediğimiz davranışlarımız bir biçimde politik kurumların niyetleriyle kesişme kümeleri yaratarak varlıklarını sürdürüyor.
En başta üstüne eğildiğimiz, eylemin sonucundan bağımsız olan niyet ile ilgili meselemizi elden bırakmıyoruz çünkü bu kesişme kümelerinde karşılaştığımız politik olmayan araçların politik anlamda neye hizmet ettiğini görebilmemiz için buna ihtiyacımız var. Televizyonu bir “kültürel teknoloji”[3] olarak kavrarsak onun insanları eğitecek, şekillendirecek politika ve programların hedefi olabileceğini de ileri sürebiliriz. Bu bağlamda reality show programları şu anki tarihsel koşulların bir sonucu olarak düşünülebilir. İlk reality show programları 1988 senesinde senaryo yazarlarının yaptığı greve karşılık ortaya çıkmış.[4] Herhangi bir yazılı senaryoya ihtiyaç duymayan ve maliyetli ve kaprisli oyuncuların yerine sıradan insanların boy gösterdiği reality programlar sayesinde yapımcılar, sendikalaşmaya gitmiş senaristlerin ve profesyonel oyuncuların maliyetinden kurtulabilmişler. Bu nedenle reality show programları, televizyon sektörünün örgütlü bir hak arama mücadelesine karşı kazandığı bağışıklık sistemi olarak nitelenebilir.
Ancak yazılı bir senaryodan yoksun olmasına rağmen reality show programlarını biz yine de neo-liberalizmin gizli bir tiyatrosu olarak algılayabilir ve neo-liberalizmin çok temel fonksiyonlarının televizyon gerçeklerine tercüme edildiğini iddia edebiliriz. Nitekim, eğer neo-liberal dünya görüşü tüm çıplaklığıyla açıklanmış olsaydı bunu çok az kimsenin kabul edeceğini düşünmek akla oldukça uygun.[5] Televizyon gerçekliğinde seyrettiğimiz yarışma programları Fidel Castro’nun kumarhane kapitalizmi olarak isimlendirdiği, maddi ve kültürel sermayeden yoksun insanlara bir hiçten bir servet yaratma veya bir şeyler edinme hayali sunan umut kapılarının en göz önünde olanları. Ali Eyüboğlu 4 Nisan 2015 tarihinde kaleme aldığı yazısında[6] Acun Ilıcalı’nın dünyada en çok reyting alan Survivor’ın Türkiye’de çekiliyor olmasından duyduğu gurura değinmiş. Malum, Survivor’un birçok sezonu var ve hali hazırda da devam ediyor. Bu nedenle Survivor All-Star 2015 bu yazının devamında değineceği sezon olacak. All-Star ibaresi daha önceki sezonlara katılıp başarılı olmuş yarışmacılardan oluşan bir sezon oluşundan geliyor. Eyüboğlu’nun bahsi geçen yazısında yarışmacılarla birlikte yapım ekibinden yüz on kişinin daha Dominik Cumhuriyeti’ne götürüldüğü bilgisi paylaşılmış ancak program boyunca görev alan yerli halkı da görebiliyoruz. Toplamda yetmiş Arjantinli, iki yüz Dominikliye istihdam sağlanmış. Piyasaların küreselleşmesini ve sınırların gevşemesini öngören neo-liberal politikaları hesaba katınca Survivor yarışmalarının Dominik Cumhuriyeti gibi ülkelerde çekilmesi de elbette tesadüf değil diyebiliriz.
Belirsizlik, performans ve ödül
Survivor’da yarışmacılar bir haftada birkaç defa ödül oyunu, bir defa da dokunulmazlık oyunu oynamak üzere iki ayrı takıma bölünüyor. Takımlara belli oranlarda yağ ve pirinç verilmesine rağmen ödül oyunlarında kazanan taraf muhteşem bir akşam yemeğine veya yarışmayı tatile döndürecek yerlere götürülüyorlar. Dokunulmazlık oyununu kazanan takım, kişilerin birbirini değerlendirdiği, takımdan birini göndermek için kişisel olarak oy verdiği bir sonraki konseye kadar takımlarından kimsenin gönderilmeyeceğini garanti etmiş oluyor. Diğer yandan dokunulmazlık oyununu kaybeden takım kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayrılıp bireysel dokunulmaz oyunu oynuyor ve en sonunda kadınların kazananı ile erkeklerin kazananı kendi aralarında yarışıp kazanan dokunulmazlık kolyesine kavuşuyor. Bu kolye konseyde gönderilmemeyi yani takım arkadaşlarının kolye sahibini göndermek için oy vermemesini sağlıyor.
Yarışmacılar kendi takımları içinde küçük gruplar yaratabiliyor ve bir kişiye karşı cephe alıp konseyde onun gitmesi için oy kullanabiliyor. Fakat, takımlar, bir takımdaki yarışmacı sayısı iki kişiye düşene değin takım olarak yarışmak durumunda, bir takım iki kişiye düştüğünde tüm oyunlar bireysel düzeyde oynanıyor. Oyunun değişen kurallarına bağlı olarak yarışmacılar da değişen stratejiler geliştiriyorlar. Takım halinde yarışmaları gereken durumlarda, eğer takımda ödül ve dokunulmazlık oyunlarında faydalı olabilecek güçlü yarışmacılar mevcutsa takımdaki dayanışmayı korumaya çalışırken, yarışmanın sonuna doğru yani oyunlar bireysel düzeye geçmeye yakınken kendilerinden güçlü olan yarışmacıları elemeye çalışabiliyorlar.
Bu kurallarla ve farklı farklı kısa vadeli veya uzun vadeli stratejilerle belirlenen Survivor yaşamının en öne çıkan özelliği belirsizliği. Yarışmacılar arasındaki arkadaşlıklar veya ilişkiler her türlü değişime karşı hat safhada bir tolerans geliştirmiş durumda. Güçlü arkadaşlıklar varmış gibi görünmesine rağmen yarışmacıların her biri biliyor ki aslında hepsi birer rakip. Dahası, yarışmacıların bazıları kendilerinden daha güçlü olan yarışmacıların arkadaşlığından faydalanarak kendilerini yarışmada daha uzun tutabiliyor. Kendinden daha güçlü bir yarışmacının kanatları altındaki bir yarışmacı güçlü olan yarışmacıyı eleyip yoluna kendi başına devam edebiliyor. Ancak her hafta yarışmacılar dokunulmazlık oyununun stresiyle yaşıyor ve kimse kimin gideceğini bilemiyor. Yine de tüm bunların hepsi normal algılanıyor çünkü bu oyunun kuralı bu ve yarışmacılar da kendi iradeleriyle bunun bir parçası oluyor.
Yarışmada sergilenen bedenler atletik ve becerikli olmalarına rağmen aslında, belirsiz, güvencesiz ve istikrarsız kurallara kolayca boyun eğmek adına bedensel güçlerinin fayda sağlayan yönlerini çoğaltmalarına rağmen politik güçlerinden feragat eden itaatkar bedenlerin eğlendirici birer temsillerinden ibaret. Rose’un Rajchman’dan alıntıladığı gibi; “bireyler kendilerini tanımlayan ve sınırlayan sistemlerdeki görevlerini yerine getirmede hevesli olmalı; tüm akıl dışılığı ve sınırlandırmaları normal karşılanan oyunlardaki rollerini gereği gibi oynayabilmeli.”[7]
Dünya düzeninin mikro düzeyde bir yansıması olan Survivor, herkesin herkese karşı mücadele etmesini zorunlu kılan, her şeye rağmen kazanma düsturunu canlandırmakta. Bourdieu esnekliği küçülmeye gitme, kısa vadeli sözleşmeler yapma şeklinde tarif ederken, rekabetin de maaş ilişkilerinin bireyselleşmesiyle birlikte önce farklı departmanlar sonra da bireyler arasında inşa edildiğini söyler.
Ona göre bu ekonomik düzenin temeli bireysel özgürlük tanımı altına yerleştirilmiş işsizlik, güvencesiz çalışma ve işini kaybetme korkusuyla örülü yapısal bir şiddetten ibarettir.[8] Takımlar arasındaki ve tüm yarışmacılar arasındaki rekabet, takımların her an küçülmeye gitme konusundaki hevesliliği bir firmanın içinde gerçekleşebilecek her türlü senaryonun eğlenceli birer sunumu. Yarışmacıların yaşam koşulları yapım aşamasında olan bir sınıfı “precarious” ile “proletariat” kavramlarını bir araya getiren “precariat”ı, prekaryayı temsil etmekte.
Uzun vadeli ve belirli saatleri olan bir işe sahip olmakla tanımlanan işçi sınıfına ait olamayan prekaryanın belirsiz/güvencesiz varlığı için arkadaşlıklar, akrabalıklar ve iş arkadaşlıkları dahi geçici statüdedir der Guy Standing ünlü kitabı Prekarya’da. Belirsizliklerle tahakküme ve güvencesizliğe dayalı neo-liberal iş ortamı ve kişinin kendini daimi olarak incelemesini, yorumlamasını ve potansiyellerini gerçekleştirmek için kendi üzerinde çalışmasını ve geliştirmesini öğütleyen neo-liberal öğretiler Survivor içerisinde kendiliğinden akan doğal olaylar olarak sahnelenmekte.
Belirsizlik ve güvencesizliğe ek olarak Survivor neo-liberal çalışma ortamının bir özelliğini daha örneklendirmekte; performans değerlendirmeleri. Her oyundan sonra paylaşılan sayısal performans değerlendirme sonuçları her yarışmacının başarısını göstermekte. Ancak her oyunun yapısı başarı derecesini etkilemekte. Örneğin, bir takımın yarışmacıları koşuda iyi olduğu halde oyunun sonuna yerleştirilen topları atmaları gereken noktaya atamamaları nedeniyle oyunu kaybedebiliyor.
İkinci olarak, oyunların yapısı ve zorluk derecesi yarışmacıların fiziksel özelliklerine göre değişmesine rağmen her başarılı deneme tek bir puana karşılık gelmekte. Ayrıca eğer bir takımın yarışmacıları bir önceki ödül oyununu kazanmış ve pirinç dışında yemek yiyebilmişse fiziksel olarak daha güçlü olabiliyor. Burada etnografik bir çalışmadan[9] bahsetmeden olmaz. Amerika’daki bir banka çalışanları performanslarına göre ekstra ödeme almakta ancak performansları işlerinin içeriğinden bağımsız olarak ölçülmekte. Her çalışanın sisteme girdiği ödeme bilgisine göre belirlenen performans değerlendirmeleri, birinci olarak bazı çalışanların yeni makinelerle hesap yaptığını, bazılarının eski makineleri kullandığını, çekle yapılan ödemelerin iki ayrı kağıtla, kredi kartıyla yapılan ödemelerin tek kağıtla işlem gerektirdiğini, ikinci olarak, bankaların farklı uzunluklarda hesap numaralarının bulunduğu gerçeğini, üçüncü olarak da bazı ödemelerin tek bankayı kapsadığı halde bazılarının birden çok bankayı kapsadığı gerçeğini göz önünde bulundurmamakta. İşlemlerin içeriği farklı zorluk dereceleri barındırmalarına rağmen önemli olan tek şey sisteme girilen ödeme bilgisi sayısıdır.
Sayısal veriler şeyleri hesaplanabilir değerlere çevirdiğinden şeyler daha adil bir görüntüye bürünebiliyor. Fakat sayısal verilerin ölçtüğü şeylerin içeriksel bir analizi performans değerlendirmelerinin ve ödüllerin, okullardan iş yerlerine tüm kurumların kendilerinde ikamet eden insanlara dair belli varsayımları ve hedefleri uygulamaya döken “insan teknolojileri”nin[10] pratiklerinden başka bir şey olmadığını gösteriyor. Performans ve ödül teknolojiktir çünkü bireylerin davranışları belirli bir pratik rasyonaliteyle belirli hedeflere göre hesaplanarak uyarlanır. Performans değerlendirmeleri maaş ilişkisinin bireyselleştirilmesine hizmet eder. Fakat bu prosedür çalışanların kolektif gücünün çökmesine ve oldukça stresli bir durumla baş başa kalmalarına yol açarken, Survivor’ın belirsiz ve tekinsiz yaşamında heyecan verici bir unsur olarak yer alır.
Gerçeklik, zamansallık ve psikolojik terör
Yarışmacılardan kişisel konuşmalarında diğer yarışmacıların performansları üzerine yorum yapmaları bekleniyor. Konseyde oy verdikleri ve bu konuşmaları yaptıkları zamanlar yarışmacıların kamerayla baş başa kaldıkları ve insanlara seslendikleri iki özel anı oluşturuyor. Fakat konuşmaya başladıklarında diğer yarışmacılarla birlikte oldukları zamanda dahi hesap yapmayla ve her şeyi sayılarla ölçmeyle takıntısı olan türden bir yalnızlığın içerisinden sesleniyor gibi görünüyorlar.
Bu konuşmalarda genellikle yarışmacılar kaç oyunda başarılı olduklarını, hangi yarışmacının en kötü yarışmacı olduğunu açıklıyorlar. Örneğin, 19 Haziran 2015 tarihli 82. bölümün yayınında yarışmacılardan Hakan diğer yarışmacıyı eleştirdiği bir konuşmasında şunları söylüyor: “Sen önce otur, bir saat, ona dediğim gibi, bugün ne hata yaptım bu oyunda, ben niye bu kadar korkağım hem konseyde hem oyunda, bunları düşün. Çünkü şunu hep söylüyorum, Survivor yüz gün ama hayat yüz yıl, burada yanlış yapan, burada bir şeyleri beceremeyen bu hayatta da beceremeyecek… Her şeyden korkuyor, her oyundan önce tuvalete gidiyor, bu bile bir işaret, korkmayacaksın kardeşim.” Dahası, yarışmacılar kendi haklılıklarını ispat edebilmek için sayısal veriler ve bazı istatistikler sunuyorlar.
Adadaki yaşamın yapısı Foucault’nun “mimari bir dehadan daha fazla bir şey” hatta “‘insan zihninin tarihi’ içinde bir olay”[11] olarak adlandırdığı Benhtam’ın Panoptikon’u ile aynı etkiye sahip; herkes diğer yoldaşlarıyla bağ kurmasını engelleyen ayırıcı bir duvarla kendi hücresine mahkum bırakılmıştır ve bakışlar altındaki bir yalnızlıkla yaşamak zorundadır. Yarışmacılar arasında görünürde bir duvar yok ancak yarışma koşulları yarışmacıları kendi bencillikleri ve ihtiyaçlarına mahkum eder durumdadır.
13 Ağustos 2000 tarihinde Guardian’da yazan Ben Summerskil şuna yakın bir şey sorar: “Big Brother’ı izlerken bilinçsiz de olsa iş yerinde kullanmak üzere bir şeyler öğrenmiyor muyuz?”[12] Türkiye’de yarısı devlete ait özel bir şirkette yürütülen ofis çalışanlarının yalnızlığına dair bir araştırma, çalışma zamanının performans değerlendirmeleri ve kalite kontrol sistemleriyle rasyonelleştirilmesinin ve disipline edilmesinin çalışanlara hiçbir zaman tatmin olmayan bir yargıç tarafından sürekli olarak yargılandıkları ve daimi bir eksiklik hissi aşıladığını gösteriyor. Mesai saatlerinin doğal birer parçası olarak düşünülen davranışlar, tıpkı yukarıda alıntıladığım konuşmada olduğu gibi, marjinalleştirilmiş ve sonrasında çalışanlar kusur bulmak adına birbirini takip etmeye başlamış. Dahası, ofis içerisindeki ilişkiler gerçek insan ilişkilerinin karmaşıklığını hiçbir şekilde kapsamamaya başladıkça herkes birer “sessiz görüntülere”[13] dönüştürülmüş.
Ofis çalışanlarının çalışma zamanını rasyonelleştirme ve disipline etme tıpkı Panoptikon gibi “iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini”[14]yaratır. Ofiste çalışanları ayıran bir duvar yok ancak çalışma deneyiminin inşası diğer çalışanlarla gerçek bir iletişimi engelleyecek ve herkesi gözetlenebilir yalnızlıklar içerisinde birer sessiz görüntüye dönüştürecek biçimdedir. Diğer bir çarpıcı nokta, çalışanlar da tıpkı yarışmacılar gibi –yine yukarıdaki konuşmada görüleceği üzere– ofis gerçekliğini geçici olarak tanımlamış ve gerçekliği gelecekte gerçekleşecek bir şey olarak kavramsallaştırmış. İş yerinin sosyal karakteristikleri yok oldukça çalışanlar gerçekliği gelecekte bir yerlerde onları bekleyen bir şey olarak hayal etmelerine neden olan bir kontrol kaybı hissetmektedir.
Birbirini takip etmenin yanı sıra psikolojik terörün bir diğer önemli nokta olduğunu söyleyebiliriz. Yarışma boyunca farklı yarışmacılar farklı taciz olaylarının kahramanı oluyorlar. Bu olaylar hem takım arkadaşları arasında hem de takımlar arasında gerçekleşen olaylar. Saldırgan davranışlar sözlü saldırı veya fiziksel saldırı olabiliyor. Dikkat çekici olan şey ise yapımcı şirketin saldırgan tutumlara karşı herhangi bir tedbirinin olmaması. Yarışmacılar yalnızca basit birer uyarı alıyorlar. Ancak uyarıların varlığı da seyircilerden gelecek olan tepkilere bağlı.
Örneğin, Özlem adlı diğer kadınlardan daha kilolu olan bir kadın yarışmacı diğer atletik takım arkadaşları tarafından koçluk yapılırcasına direktifler almakta. Bazen bir oyunda performans gösterirken kendi takımındaki atletik ve kavgacı kadın yarışmacıların sözlü saldırısına maruz kalmakta ancak bununla ilgili hiçbir yaptırım söz konusu olmamakta. Bir diğer yarışmacı Turabi güçlü rakibi Hasan’a karşı daimi bir sözlü saldırı sergilemekte. Aynı takımda olmalarına rağmen Hasan performans gösterirken Turabi ve arkadaşı Hilmicem Hasan’ın konsantrasyonunu dağıtmak için elinden geleni yapmakta. Hasan’a saldırabileceği uygun ortamı yakalayamadığında ise konseylerde okumak üzere şiirler ve maniler hazırlamakta ve seyirci tepkisiyle paralel olarak sadece basit bir uyarı alabilmekte.
Bu psikolojik terör oyunlara katılmayı engelleyecek bir kaza söz konusu olduğunda daha da yoğunlaşmakta. Örneğin yarışmacılardan Anıl bacağını kırıp oyunlara katılamadığında bazı takım arkadaşları gizlice onu elemeye çalışıyor. Bacağı kırık olduğu için oyunlara katılamayan Anıl takım arkadaşları tarafından tembel ve açgözlü olmakla suçlanırken Anıl bacağını bir takım oyununda kırdığını hatırlatmak zorunda kalabiliyor. Anıl sakatlığının sonuçlarını kolektivize etmeye çabalarken diğer takım arkadaşları bunu kişisel bir mesele olarak yorumlayıp bunun sonuçlarına kendi başına katlanması gerektiğini savunuyor. Tüm bu olaylar iş yerinde gerçekleşen tacizlerin birer yansıması gibi. Daha açık olmak istersek, mobbingi yansıtmakta. Leymann[15] mobbingi sistematik bir şekilde düşmanca ve ahlaksızca kurulan “ilişki” olarak tanımlamış. Bu tanımlamadaki önemli nokta tüm ince elenip sık dokunulmuş düşmanlıkların bir ilişki, karşılıklı bir iletişim içerisinde gerçekleşiyor oluşu.
Sosyal sigorta maaşlı işin ekonomik risklerini ve bedenlerimizin taşıdığı hastalık risklerini toplumsal dayanışmayla kolektivize eder. Böylece toplumsal olanla bireylerin kendi kaderleri arasında başka türlü bir ilişki kurulur. Ancak bizler, neo-liberal bir dünyada toplumsal yaşamdaki zorlukları, toplumsal acılar olmalarına rağmen kişisel dramalar olarak deneyimliyoruz.
Buna uygun olarak, 2010 senesinde Tanıl Bora’nın Birikim için Beyaz Yaka Platformu’yla yaptığı röportajda[16], çalışanların mobbinge maruz kaldıklarından bihaber olduklarından ve problemlerini çözmek için psikiyatriste gidip ilaç kullandıklarından ancak sorunun beyinleri uyuşturarak çözülemeyeceğinden çünkü sorunun asıl kaynağının sistemde yattığından bahsediliyor. Tıpkı programdaki gibi Türkiye’de de 2012’ye kadar mobbinge dair herhangi bir yaptırım bulunmamaktaydı. Fakat, legal yaptırımlar olsa da olmasa da neo-liberal çalışma şartları insanları “sessiz görüntüler” olarak yaşamaya mecbur bırakmakta.
İronik bir şekilde, Survivor Dominik Cumhuriyeti’nde sona erdiğinde bir bölüm Acun Medya çalışanlarının çalışma koşullarına ayrılmış. Bu bölümde, çalışanlar oldukça anlayış sahibi bir patron olarak Acun Ilıcalı onları kameraya kaydederken mesai saatinde uyuyorlar, yemek yiyorlar, eğleniyorlar, motosikletle deneme sürüşü yapıyorlar, hatta bir kişi bir asil gibi ata binebiliyor. Çalışanların bir tatildeymiş gibi göründüğü tüm bu sahnelerin ardından herkes bir araya geliyor ve ekrana kocaman gülücükler saçıyor. Gülümserken biz seyircileri belirsiz çalışma koşullarından, yalnızlıktan, sevmeden yaptıkları şeyleri seviyormuş gibi davranmaktan ve psikolojik terörden muaf tutulduklarına ikna olmaya davet ediyorlar. Aslında tüm bu sahneler Acun Medya çalışanlarının birbirleri için “sessiz görüntüler” olmadıkları fikrine çağırıyor.
Önemli olan niyet
Reality programların gerçek insanları yarışmacılar, işçiler, eşler, ev hanımları, aile bireyleri, hastalar ve tüketiciler olarak sınama, yargılama, pazarlama ve ödüllendirmeyle olan takıntısı toplumu belli bir mesafeden yönetebilmeyi kolaylaştırıcı bir araca dönüşmüş durumda. Bourdieu ve Wacquant neo-liberalizmi tanımlarken onun “güçlü bir söylem” olduğunu ve “küreselleşme”, “esneklik”, “yönetişim”, “yeni ekonomi”, “çok kültürlülük”, “sıfır tolerans” gibi kavramların çokça kullanıldığı ancak “sınıf”, “kapitalizm, “sömürü” gibi kavramlara karşı oldukça duyarsız yeni bir dil yarattığını söylerler[17] Öyle ki örneğin işçi çıkaran bir firma sportif bir metaforla aslında “inceliyordur”, iki bin insanın kanını emen bir firma yalnızca bazı “katı kurallar”[18] uyguluyordur. Bu bilgiyle, firmaların “geçici” yerine “esnek” çalışmayı tercih etmesinden hep birlikte dem vurabiliriz.
Tüm bunların İngilizce karşılığı “euphemism” kelimesidir, Türkçe karşılığı ise “örtmece” yani TDK’ya göre 1. Söylenmesi kaba, çirkin veya sakıncalı görülen nesnelerin, kavramların, başka kelimelerle daha uygun ve edepli bir biçimde anlatılması, edebikelâm. 2. Kandırma, gizleme. Bizimkiler dizisi şimdi çekiliyor olsaydı Cafer’in “kapıcı” kimliği “apartman görevlisi” olarak yumuşayacaktı kısacası. Survivor da aynen bu şekilde neo-liberalizmin acı veren unsurlarını eğlenceli seyirlik malzemelere dönüştürerek yumuşatmakta ve benimsetmekte çünkü liberalizmin iktidar tahayyülü iktidarı bireylerin karşısında konumlandırarak değil, aksine bireylerin arzuları aracılığıyla işletir.
Oldukça hararetli rekabet sahneleri olduğunu gördüğümüz Survivor aslında daha vahşi olan ve birebir içerisinde varlığımızı sürdürmeye devam ettiğimiz bir şeyin hüsnü tabirinden ibaret. Her şeye ve herkese rağmen kazanmayı salık veren neo-liberal iş dünyası insanların nasıl eğlendiklerinden bağımsız görünse de aynı kurallarla işliyor. İş yerindeki psikolojik terörden, belirsizlikten ve performans değerlendirmelerinden şikayetçi olan bizler, akşam evlerimize gittiğimizde şikayetçi olduklarımızın toplamından oluşan Survivor gibi bir programla evimizin rahatlığında eğlenebiliyoruz. Bu, politik olmayan araçların politik güç ve kurumlarla ilişki haline geçmesinin ve politik niyetlere göre işler hale gelmesinin bir sonucundan başka bir şey değil. Ancak yine de neo-liberalizmin bizleri arzularımız ve kendimizden beklentilerimizle tamamen ele geçirme niyetinin gerçek olduğu anlamına da gelmemekte. (EY/NV)
* Bu yazı Birikim Dergisi tarafından 326-327 Haziran-Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.
[3] Ouellette, L. & James H. Better Living Through Reality TV (MA: Malden: Blackwell
Publishing, 2008).
[4] Grazian, D. “Neoliberalism and the Realities of Reality Television.” Contexts, 9 (2010): 68-71.
[5] Couldry, N. “Reality TV, or the Secret Theater of Neoliberalism.” Review of Education,
Pedagogy, and Cultural Studies, 30 (2008): 3–13.
[6] Eyüboğlu, Ali. “17 Milyon Dolarlık ‘Survivor All Star.’” Milliyet. 4 Nisan, 2015.
[7] Rose, Nicholas. Inventing Ourselves: Psychology, Power and Personhood. (Cambridge,
England; New York: Cambridge University Press, 1998), 18.
[8] Bourdieu, Pierre. Acts of Resistance: Against the Tyranny of the Market I. Çev. Richard Nice
(New York: New Press, 1998), 98.
[9] Kipnis, Andrew. “Audit Cultures: Neoliberal Governmentality, socialist legacy, or
technologies of governing?” American Ethnologist, 35 (2008): 275-289.
[10] Rose. Inventing, 154.
[11] Foucault, Michel. Hapishanenin Doğuşu. Çeviren Mehmet Ali Kılıçbay (İstanbul: İmge Kitabevi, 2015), 317.
[12] Summerskill, Ben. “Big Brother? No, it’s just another day at the office.” The Guardian, 13
Ağustos, 2000.
[13] Işıklı, Ebru. (2010). “Ofis Çalışanlarının Yalnızlığı.” Sınıftan Sınıfa Fabrika Dışında Çalışma
Manzaraları. Derleyen Ayşe Buğra (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), 193.
[14] Foucault, Hapishane, 297.
[15] Leymann, H. “The content and development of mobbing at work.” European Journal
of Work and Organizational Psychology, 5 (1996): 167.
[16] Bora, Tanıl. “Plaza Eylemcileri Platformunun İki Aktivistiyle Söyleşi: ‘İşadamı Görünümlü
Memurlar, İşçiler...’” Birikim, 259 (2010): 49-55.
[17] Bourdieu, Pierre & Wacquant, Loic. “Neoliberal newspeak: Notes on the new planetary
vulgate.” Radical Philosophy, 108 (2001): 1-6.
[18] Bourdieu, Acts of Resistance, 31.