Strasbourg Üniversitesi'nde doktora adayı ve araştırma asistanı Erdi Öztürk ile, geçtiğimiz hafta Edinburg’da gerçekleşen BRISMES (Britanya Ortadoğu Araştırmaları Topluluğu) konferansı ardından araştırma alanı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye’nin dış politikasını konuşma fırsatımız oldu.
Öztürk’ün doktora araştırması, Türkiye'nin, farklı ideolojik devlet aygıtları sonucunda, Balkan Yarımadasında benimsediği roller ile ilgili.
Bu bağlamda sekülerleşme teorileri, Balkan tarihi, din ve hegemonya kavramı ve yumuşak güç gibi konuları inceliyor.
İlk olarak, bu konuya/alana neden ilgi duydunuz ve araştırmalarına nasıl başladınız?
Türkiye’de din/devlet ilişkileri, Türkiye’de dinin oynadığı rol ve dinin siyasette araçsallaştırılması…
Bu üç noktadan yola çıkarak, mevcut araştırma alanıma girdim. Ben Müslüman bir kültürel kökenden gelmiyorum. İnsan biraz da bilmediğini merak ediyor. Benim ilgim okuya okuya, göre göre, öğrene öğrene oluştu. Diyanet kurumunun kendisi ilgimi çekmeye başladı. İlginç olan şey, kendisinin seküler olduğunu iddia eden bir ülkenin, anayasasından önce de var olmuş, Bizans’tan beri ayakta kalan bir düzenlemeyi hala devam ettirmesiydi. Ben de bu ilginç süreç üzerine bir şeyler kurgulamak istedim.
Bu süreci nasıl kurgulayabilirdim, genişletebilirdim? Daha önce iç politikada diyanetin oynadığı rol ile ilgili birkaç çalışma yaptım. Fakat, özellikle meselenin dış politika boyutunu önemli buldum. Meselenin uluslararasılaşması önemliydi.
Bizans'tan beri diyanetin varlığından bahsediyorsak, Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyetin kuruluşuna uzanan süreçteki süreklilik ve değişimler neler?
Bunu en iyi İştar Gözaydın anlatıyor ve biz de kendi çalışmalarımızı onun çalışmaları üzerinden kuruyoruz, keşke bir sürü kişi bu alanda olsa ve daha çok çalışma yapılmış olsa.
Anadolu coğrafyasında dinin devlet tarafından kontrol edilmesi ve denetlenmesi bir gelenek. O coğrafya hepimizin bildiği gibi birbirine üzerine eklektik. Mesela, Osmanlı’da da şeyhülislam makamı saray tarafından kontrol altında alınıp, yeri geldiğinde dini kendi çıkarları için kullanıyor. 1923 yılında geldiğimizde ise Türkiye’de devrim yapıldığı söylense de din-devlet ilişkileri bağlamda bir süreklilik söz konusuydu. Kapatılan Şeriye ve Evkaf vekaletleri yerine çok benzeri bir kurum geliyor.
Diyanetin bu noktada AKP döneminde kendisini yenilemesi de birden olan bir şey değil. Diyanetin kuruluşunu sıfır noktası olarak alırsak şu anda içinde bulunduğumuz dakikaya kadar diyanetin yükselen bir ivmesi var. AKP de bu ivmeyi devam ettiriyor, fakat daha görünür ve vurgulu bir şekilde yaparak. Ben bir çalışma için diyanetin toplam bütçelerini ve genel bütçelere olan oranları hesapladım ve bu payın enflasyon oranındaki durumuna baktığım zaman diyanetin en çok ciddi olarak pay aldığı dönemin, 1985 ve 1989 yılları arasındaki Turgut Özal dönemi olduğunu gördüm. En çok caminin açıldığı dönem de AKP değil, Özal dönemiydi.
AKP döneminde ise, farklı olarak diyanetin çok boyutlu şekilde işlediğini görüyoruz. Diyanet TV diye bir kanal var. Kurumun kendi resmi üniversitesi var. Ayrıca, bu dönemde aktivitelerinin yasal yollarla yeniden düzenlenerek daha az kontrol altına alınmaya başladığını görüyoruz.
Bunun dışında, mesela Bulgaristan’da Cumhurbaşkanlığı’ndan önemli bir yetkili ile konuştuğumda da gördüğüm gibi, kimi coğrafyalarda diyanet, büyükelçilikler yerine Türkiye’nin temsilcisi rolünü oynamaya başlıyor. Bu coğrafyalar genellikle Müslüman nüfusun belirgin bir şekilde azınlıkta olduğu alanlarda oluyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne bir kurum olarak diyanet nasıl dönüşüyor? Bu değişimi nasıl evrelere ayırabiliriz?
Diyanetin kuruluşunda cumhuriyet elitlerinin kafasında bir devlet modeli var, bu modelde diyanet önemli bir yere oturuyor. Çünkü cumhuriyet elitleri dinin bu toplum için önemli bir norm olduğunun farkında. Bu norm hem bağlanmak, kullanmak hem de nefret etmeye yarıyor .
Bunun farkında olan cumhuriyet eliti iki şey yapmaya çalıştı. Birincisi, bundan zarar görmemek için dini kontrol altında tutmak istediler. İkincisi de, dini kontrol ederek toplum üzerinde nüfuz etkisi yaratmaya çalıştılar. İlk kuruluşunda, 1924 yılında, diyanetin yetkililerinin çok büyük olduğunu söyleyemeyiz. Evet, güçlü bir boyutu olsa da yine de sınırlı. 1940’lara geldiğimiz zaman, özellikle Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tartışmaları çerçevesinde diyanete daha fazla pay verildiğini görüyoruz. Çünkü dönemin iktidarı CHP dinin oy oranında önemli bir olgu olduğunun farkında ve diyaneti de kendisine bağlı bir kurum olarak görüyor.
Her askeri müdahaleden sonra, 1960 olsun, 1980 olsun, diyanetin görev tanımında genişleme görüyoruz. Diyanet 1960 yılından sonra yasal olarak toplumu “aydınlatma” ile görevli olmaya başlıyor. 1980 sonrasında Türk-İslam sentezi altında, Türklüğü de koruma ve kollama görevini ediniyor. Keza, 1975 yılında yanına bir vakıf kuruyor; Türkiye Diyanet Vakfı. 1978 yılında Avusturalya da var bunların içerisinde, ataşelikler açmaya başlıyor. Ondan sonra özellikle soğuk savaş sonrasında, Balkan coğrafyasına davet ediliyor. O ülkeler "bizim Müslümanlarımızı seküler bir Türkiye eğitsin" diyor.
2000’lere baktığımızda ise Türkiye’nin ekonomik büyümesi diyanete de tesir ediyor ve diyanet, kocaman bir kuruluş olarak artık her yerde olmaya başlıyor. Böylece diyanet, Milli Eğitim'deki, bazı uygulamaların kendine devredilmesi gibi, yetkisinin dışında, hatta alakası olmayan meselelere dahil oluyor. Kendi bulunduğu havuzdan çıkıp, ıslak ıslak başka bir havuza atlamak gibi şeyler yapıyor. Süryani kilisesinin diyanete devredilmesi gibi yetki aşımı gerçekleştiriyor.
Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde, Gülen ve diyanet ilişkisinde bir çekişme/yer doldurma durumu mu söz konusu?
Gülen-Türkiye, Gülen-Diyanet denklemini genel bir çerçeveye oturtmak çok zor. Ülke ülke bakmak çok daha mantıklı. Gülen hareketinin hakim olduğu ülkeler var, diyanetin hakim olduğu ülkeler var, ikisinin bir arada hakim olduğu ülkeler var, birisinin olup, birisinin olmadığı ülkeler var.
Ben genellikle Balkanlara yoğunlaşıyorum ve benim gördüğüm durum şu; özellikle önemli ölçüde Müslüman çoğunluğun olduğu yerlerde Türkiye 1990’lardan beri “seküler, aklı başında, efendi” bir konumda bir ülke olarak gözükerek davet ediliyor. Bulgaristan’da, Bulgar devletinin yaptığı şeylerden biri o davet. Fakat, 1990’lardan sonuna doğru Türkiye, ekonomik krizlerden de ötürü tam bir destek veremiyor. Finansal indikatörlere baktığımızda destek verdiği yıl var, verdiği sözün altında kaldığı yıllar var. Bu bağlamda Gülen devreye giriyor. 80’lerin sonunda Özal ve Süleyman Demirel’in buna hiç itiraz ettiğini görmüyoruz. Gülenciler de birçok yere referans mektupları ile gidiyorlar. 28 Şubat süreci ile ilgili bazı yerlerde devletin gerek Gülen cemaati, gerek diğer cemaatleri - Süleymancılar gibi- geri çektiğini görüyoruz.
Ancak 2002 sonrası, İslami bir kimliğe sahip olan politik elitin Türkiye’de karar verici mekanizmaya resmen geçmesi ile birlikte diyanetin kontrolü artıyor. Ekonomik güç de arttıkça diyanetin etki alanı artıyor. 2000’lerden itibaren, nakdî, ayni yardımlar yapılıyor. Not olarak söyleyeyim, kara para aklamak altında değil, yardımlar kayıtlı olarak duruyor. Farkında olduğumuz şey, evet, misal 2 milyon avroluk bir yardım kayıtlı, bunun yanında diyanetin bağış adı altında yaptığı, Diyanet Vakfı'ndan gelen verdiği, imam ve kuran eğitimleri, kuran ve diğer dini kitapların gönderilmesinde gerçekleşen başka yardımlar var.
Türk devleti ve bugün Türk devletini kontrol eden AKP'nin diyanet aracı ile dünya görüşünün empoze edildiğini görüyoruz. Bunun nasıl bir sonucu var? 90’larda birçok yerdeki seküler Türkiye, siyasal İslam ya da radikalleşme ile bir ilişkisi olmayacak Türkiye’yi davet eden ülkeler bugün şöyle bakıyorlar; Türkiye seküler kimliğinden vazgeçti, Türkiye’nin yeni kimliği daha etnik-dini bir kimlik ve bu da diyanet ve diğer arkadaşları Yunus Emre Enstitüsü, TİKA, Maarif Derneği gibi kurumlar ile dayatılıyor.
Benim tezimin ana argümanı ise, "devletlerin birbirleriyle iletişime geçtikçe kimlikleri ortaya çıkar ve bu ancak dış politikada belli olur" fikrini sorgulama. Çünkü evet, doğru olsa da, bence de bu her zaman böyle olmuyor ve devlet kendi içerisinde bir kimlik inşa edip, değiştirebiliyor ve bu kimliği inşa ederken belirli aparatlar seçiyor. Bunlar dışişleri, milli eğitim, diyanet olabilir. Bu aparatlar ile yeni kimliğini daha görünür hale getirebilir.
Tezim ise Türkiye'nin kimlik değiştirdiğini savunuyor ve bu değişimde diyanet denilen devlet aygıtına ciddi bir görev verilmiştir. Artık, Türkiye’nin kimi bölgelerde diyanetin aktivitelerinde katalizör olduğu bir şekilde yeni bir kimliği vardır.
Sunumunuzda Mehmet Görmez'in konuşmalarının özellikle altını çizdiniz. Erdoğan ile beraber 15 Temmuz mitinginde yer alması, "terörist/hain" ilan edilen kişilerin cenaze namazlarının kılınmaması çağrısını vermesi ve daha görünür ve aktif bir gündeme sahip olması gibi konuların altını çizdiniz. Diyanetin liderliği bu süreci nasıl etkiledi/etkiliyor ?
Mehmet Görmez, önceki başkanlardan daha görünür bir figür. Akademik çalışmaları var. Mehmet Görmez ile beraber - bu sadece ondan kaynaklanmıyor - diyanetle ilgili değişen yasalar var. 2010 yılından sonra özellikle. 2013 yılından sonra radyo ve televizyon açılıyor ve 36 ayrı dilde Kuran-ı Kerim ve dini kitap servisi başlıyor.
Davutoğlu'nun stratejik derinlik fikrinin dominant olduğu dönemde diyanetin daha da güçlenmeye başladığını görüyoruz. Örneğin Davutoğlu "diyanetin 5 görevi vardır" diyor. Bunlardan ilki Türk diaspora, ikincisi ise Müslümanlar ile ilgilenmek. Daha sonrakiler ise Türk devletinin dışarıdaki nüfuzunu sağlamak ve diğer kültürlerle beraber olmak.
Her ne kadar Davutoğlu iç siyaset yüzünden koltuğu altından çekilen siyasi aktör olsa da, 2017 yılında diyanetin faaliyetlerine baktığım zaman Davutoğlu'nun siyasi ideolojisinin hala canlı olduğunu ve Türkiye tarafından uygulandığını görüyorum. Batı ve Suriye'de, Amerika ile olan ilişkilerde böyle olmayabilir ama Balkanlarda "Stratejik Derinlik" kitabı ne deniyorsa hala uygulanıyor.
Kuşkusuz, yine sunumunuzda söylediğiniz gibi AKP yönetimi altında Türkiye’nin bir “hegemonik parti rejimine” dönüşmesinde diyaneti bir araç olarak görebilir miyiz ?
İlginç zamanlardan geçiyoruz. Erken cumhuriyetten sonra ilk defa bir siyasal iktidar devletin bütün kurumlarına bu oranda hakim olabiliyor. Bu hem hareket kabiliyeti kazandırıyor, hem de daha “özgür” olmayı sağlıyor. AKP dediğimiz yapı, Türkiye’nin en başarılı siyasal İslami örgütünün içinden bir yarılma ile çıkıyor ve siyasal başarısını arttırıyor. 20 seneye yakın bir süredir iktidarda, yakın zamanda kaybedecek gibi gözükmüyor, dahası seçmenin yüzde 16’sı resmen AKP üyesi. Bizim zaten neredeyse 48 milyon seçmenimiz var. 16-0 başlıyor yani hikaye. Bu yüzden birbirinden ayrı düşünemeyeceğimiz bir konu bu.
Benim toplamda özetleyebileceğim şey, belki çok karşı çıkan olacak ama, bazı yönleriyle çok yanlış fakat bazı yönleri ile dünyadaki gelişmelerle paralel Türkiye’nin kendi çapında bir sekülerleşme projesi vardı. Dinin silinmediği, devletin dine karşı kayıtsız kalmadığı, Sunni İslamı hep bir göz ucuyla iyi çocuk diye seven ama bazen hukukun üstünlüğü gibi noktalara değinen, buna rağmen Lozan’daki azınlık gruplarına da hiç iyi davranmadığı bir sekülerleşme projesi vardı. Artık bu sekülerleşme projesinden bahsetmek çok zor.
Özellikle baskıcı bir devlet aracı olarak diyanet, diğer ülkelerin yapılarına direk olarak zarar vermese bile başka ülkelerin din kaynaklı konularının, din odaklı bir kurum tarafından gündem olmasına neden oluyor.
Bulgaristan’da diyanet ateşesi iç siyasete karışıyor. "İmamlarla konuşuyor, AKP propagandası yapıyor”. Tamamen devlet ve kilise ayrımı katı olan ülkelerde gazeteyi bir açıp, ortasında diyaneti görebiliyorsunuz. Kötü bir Türkiye algısı yaratılmasına vesile olabiliyor.
Ben geçen sene yazdığım bir makalemde diyanetin empoze etme, destekleme ve koruma (imposer, promoter and protector) rollerini kapsayan bir ideolojik devlet aparatı olduğunu söyledim. Diyanetin rollerine baktığımız zaten ideolojik bir devlet aparatı ile baskıcı bir devlet aparatı olmak arasında gidip geliyor. Tabii ki de ceza verme yetkisi yok fakat fetva verebiliyor. Fetva da inananlar üzerinde yaptırımı olan bir “tavsiye kararı”.
Yenikapı Mitinginde genelkurmay ile birlikte diyanet başkanının olması, mitingi dua ile açması da bununla ilişkiliydi. Son olarak, kurumun kuruluş yapısında olan “aman tarikatlar olmasın” diyen bir anlayışı geri çekerseniz, o zaman bir Süleymancı, ya da başka bir tarikat o kuruma hakim olabilir ve devlet, regüle etme kabiliyetini elinden kaçırır. Bu yüzden son olarak eşitlik, şeffaflık çok önemli, her yapıda, kurumda önemli. Diyanetin yapısının daha eşitlikçi olması gerekiyor fakat çok eski bir kurumu dönüştürmek o kadar da kolay değil. (BZ/NV)