Sosyal bilimci olarak en sevdiğim işlerden birini yaptım: Masa başında yazanların değil, vatandaşın söylediklerine baktım. Vatandaşın ağzından çıkanın toplumsal yapımızı daha iyi yansıttığı kanısındayım.
Hrant Dink'le ahbap değildim. Yazılarını, düşüncelerini, mahkemede verdiği ifadeleri, çıkışta yaşadığı linç edilme tehditlerini ise gazetelerden okuyordum. Ama bugün kendimi ona yaklaştıran bir şey daha gördüm. Onun da ayakkabısının altı delik. Benimkiler gibi yağmurda su aldığına eminim. Bugün sağ olsaydı belki de eve gittiğinde ilk yaptığı ayakkabılarını çıkartıp ıslak çoraplarını değiştirmek olacaktı. Ailesiyle oturacak, akşam yemeğinin ardından belki biraz televizyonla ya da okumak-yazmakla vakit geçirecek, her baba gibi ev halini, cebini, ailesini düşünecek, yarın için bir plan yapıp uykuya dalacaktı. Aynı milyonlarca Anadolu insanının yaptığı gibi. Ama birileri onu başka gözle gördüler. Şimdi yerde uzanmış yatan bir değer var elde, bir de kimileri için kahraman olmuş bir katil.
Bir Hrant Dink gitti, yerini acaba doldurabilecek miyiz? Sanmıyorum. Öylesine dimdik duruşu koruyacak, korkusuna hükmedip inandığını söyleyecek az insan yetişiyor ülkemizde. Bu kurşunlar yeni yetişeceklerin önündeki en büyük engel.
En sevdiğim işi istemeyerek yaptım bugün. Farklı gazetelerdeki yorumlara baktım. Hrant Dink'in öldürülmesini kınayanlar çoğunluktaydı. Kimi yorumcular suçlunun kim olduğuna ya da olmadığına dair düşüncülerini yazmışlar. Kimileri ise asıl görmekten korktuğum yorumları olanca saflıklarıyla söyleyivermişler: "Bu kurşunu sıkanların Allah belasını versin", "Bu kurşunu sıkanlar TÜRK olamaz", "Bu durum Türkiye'yi daha da köşeye sıkıştıracak", "Bu ASALA (ya da CIA) işi" ve daha niceleri.
Göz göre göre çınarı kestik, baltanın sahibini yine bulamıyoruz.
Sorun sadece bir cinayet değil!
Türkiye'de türlü dönüşümler sonucunda oluşan çarpık siyasal ve toplumsal yapının yarattığı tehlikelerin en önemli özelliklerinden çoğu sistemin sadece hasarlı yapılarında değil, normal vatandaşın dimağında da yerini iyice almış durumda. Siyaset ve adalet sistemimizdeki sorumluluğu almama ve kendi işine geldiği şekilde yorum yapma alışkanlığını gündelik yaşamın her yerinde görüyoruz. Yıllardır dış güçleri ülkede yaşanan her türlü kaostan sorumlu tutan anlayış sadece ülke meselelerinde değil, türlü gündelik işlerimizde de kendini doğal bir sürecin parçasıymış gibi gösteriyor. Sorumluluktan kaçma, sorumlu olana "bela" dileme, sorumluyu dışarıda arama gibi tutum ve atıfların ne rasyonel ne de ahlaki bir temelinin olduğunu savunmanın imkanı var. Ancak önümüzdeki günlerde daha yoğun olarak göreceğimiz gibi devlet kademelerinin en üst düzeylerinden gelecek olan tutum ve atıfları sokakta gündelik yaşamından başka kaygısı olmayan insanımız olay haber olur olmaz göstermeye başladı bile. İşte bu nedenle içinde bulunduğumuz durum hakkında daha çok düşünmemiz gerekiyor. Durum sandığımızdan daha karmaşık ve zorlu. Sağlıklı bir sistem ve toplum yaratabilmemiz için sadece siyasal yapının ya da salt bireylerin değişmesinin gerektiğini iddia etmek son derece sığ bir anlayışın ifadesi. Hangi siyasi parti ya da akım hakim olursa olsun, AB isterse yarın kapılarını açsın, ordu elini bir gecede politikadan çeksin, 301 tarihin utanç sayfalarına gömülsün ülke gerçekleri kolay kolay kendiliğinden değişmeyecek.
Çözüm nerede?
Çözümün tek bir yönteme dayandığını iddia etmek akıl dışı. Ancak çözüm sürecinin önemli başlangıç noktalarından biri toplumun tüm kesimleri için iletişim kanallarının açılması, STK'lerin ve bireylerin güçlendirilmesi, kendi görüş ve düşüncelerini kısıtlama olmaksızın ifade edebilecekleri bir ortam yaratılmasıdır. İfade etme özgürlüğünü kısıtlama yöntemi, grup ve bireylerin yaşayacağı baskı ve çaresizliğe boyun eğerek susmalarını hatta yok olmalarını bekleme denemelerinin başat yöntemlerinden biri olagelmiştir. Ancak sadece Türkiye'de değil dünyanın pek çok yerinde de olduğu gibi bu denemelerin tamamı şiddete neden olmuştur. Yaşanan ketlenmişliğin dışa vurulması şiddetin türlü yöntemlerine neden olurken aynı zamanda ilerideki şiddet olaylarını besleyecek toplumsal çözülmenin, güvensizliğin, iletişimsizliğin ve tahammülsüzlüğün kapılarını açmıştır. Sonuçta en olağan toplumsal yaşam süreçlerinden olması gereken bir durum olan aynı (siyasi) görüşü ya da amacı paylaşan kişilerin toplanması eylemi bile türlü silahların kullanıldığı engellenmelerle karşılaşır olmuştur. Bu karşı eylemi gerçekleştiren ise sadece bir grubun temsilcisi değil, kimi zaman aynı üniversitenin öğrencileri, devletin vatandaşın güvenliğini korumaktan sorumlu polisi, ya da aynı ortamda bulunan diğer vatandaşlardır. Bu tür şiddet eylemlerinin bir arada yaşama ilkesine uygun eylemlerle (serbest toplantı, protesto, yayın ve ifade özgürlüğü, vb.) yer değiştirmesi acilen gereklidir. Eğer bunu zamanında başarabilmiş olsaydık Hrant Dink ve daha pek çok insanımız hâlâ yaşıyor olurdu.
Sivil toplumun ve bireylerinin önlerinin tıkanması ülke güvenliği ve rejiminin korunması bahanesiyle sürekli kullanılan bir strateji oldu yakın tarihimizde. Ancak bu strateji devlete ve herhangi bir gruba kısa ya da uzun vadede hiç bir fayda getirmediği gibi, hepimizin uzun süre boğuşmak zorunda kalacağı sorunları iyice yerleştirdi. Susturma politikası sonucunda ne yazar-çizerler, ne de bilimciler, hatta siyasetçiler gözlerinin önünde yaşanan onca soruna sessiz kaldı. Sonuç: sorunlar çığ gibi büyüdü. Artık aydınların, siyasetçilerin, STK'lerin ve bilimcilerin seslerini daha çok çıkartması gereken bir zamandayız. Özellikle de çok uzun süredir sessizlik içinde evden-işe, işten-eve giden sosyal bilimcilerin içinde bulunduğumuz toplumsal çözülmeye kendi toplumsal, tarihsel ve kültürel dinamiklerimizi dikkate alarak bakmaları, sorunun derinliğini ve genişliğini daha iyi anlamamıza olanak sağlayacak, çözüm önerecek modeller geliştirmeye eğilmeleri gerekiyor. Batılı kuram ve modellerin taklidi bu güne kadar sonuç vermedi; artık özgün bilimsel çalışmaların ve bilimi toplumsal fayda amacı ile yapmanın zamanı geldi geçiyor.
Eğer 301 davaları ve aynı ülkenin anayasaya göre eşit haklara sahip vatandaşları olan Ermenilere karşı yürütülen politikaları destekleyerek fayda sağlamaya çalışanlar olmasaydı Hrant Dink bir hedef olarak gösterilir miydi? İronik bir şekilde "vatan sevgisi" adına yapılanlar bir vatan evladını daha aldı götürdü. Halbuki o vatan sevgisi bu topraklarda yaşayan, aynı aşın, havanın, türkünün tadıyla yetişen her insana ırk, din, dil ayrımı gözetmeksizin duyulan muhabbetle yer değiştirmiş olabilirdi. Farklı konuşanı, eleştireni düşman değil de bir sorunu tespit eden, düşüncesini ifade eden, dinlenmesi gereken bir insan olarak görmediğimiz sürece toplumsal ve siyasi sorunlarımızın üstesinden gelmemiz çok zor. Daha da acısı bu kaos ortamı sürdüğü sürece daha başka yeri dolmayacak değeri yitirmemiz çok büyük olasılık. (MÖ/TK)
* Metin Özdemir, Doktora Adayı. Topluluk ve Uygulamalı Sosyal Psikoloji Alanı, Maryland Universitesi, Psikoloji Bölümü, Baltimore, ABD.