İlk sahnede Meryem, psikiyatra “Abla yapmam gereken bir şey var mı?” diye soruyor. Psikiyatrın cevabı “Belki konuşabiliriz” oluyor. Ve konuşmaya başlanıyor. Yönetmen Berkun Oya, belki de ilk sahneden “Bir Başkadır”ın meramını söylüyor. “Hadi halimizi, hallerimizi, kendimizi, memleketi, insanları, her şeyi konuşalım”. Tam da öyle oluyor.
Sekiz bölümlük Netflix dizisi “Bir Başkadır”, bir anda sosyal medyanın ve insanların gündemine oturuyor ve iştahlı iştahlı konuşulmaya başlıyor. Kimisi “tam da bizi anlatıyor” diyor, kimisi “hiç de politik değil, apolitik bunlar” diye beğenmiyor, kimisi seküler Peri’ye “türbanı kabul edemediği” için giydiriyor, kimisi “Kürt ailesi böyle mi olur” diyor, kimisi “bunlar Beyaz Türk sayıklamaları” diye ahkam kesiyor, kimisi “hiç de sınıfsal değil” diye burun kıvırıyor. Ama bir şekilde herkes “Bir Başkadır” konuşuyor.
Peki bu dizi neden bu kadar çok konuşuluyor? Dizinin bu kadar ilgi çekmesinin sebebi nedir, Türkiye toplumuna dair söylediği en önemli şey ne, bir dizi politik olmak zorunda mı, neden beğenildi neden beğenilmedi, uluslararası seyirciyi çeker mi, son dönemde dizilerde artan “terapi odaları” ne anlama geliyor, “Kürt aile böyle olmaz” eleştirileri ne kadar doğru sorularını işin uzmanlarına sorduk.
Oyunculuk performanslarıyla herkese parmak ısırtan “Bir Başkadır”ı, sinema televizyon sosyologu Prof. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver, Ege Üniversitesi’den ihraç edilen sosyal psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen Doç. Dr. Sevilay Çelenk, bianet’e değerlendirdi.
“Ne çok yeni ne çok cesur, tersine çok bildik”
HÜLYA UĞUR TANRIÖVER
Türkiye’nin sosyal medyada bolca arz-ı endam eden bir bölüm ahalisi “bir dizi seyrettik hayatımız değişti” demiyorsa bile “monoton sıkıcı belirsiz pandemi günlerimize renk geldi” duygusuyla seferberlik başlattı desek doğru olur bence. Tabii bu ahalinin büyük çoğunluğu, eski ve yeni köşe yazarları, siyasi yorumcular, gazeteciler, sanat erbabı... Bir başka deyişle sonuçta gayet “beyaz Türk” Netflix aboneleri.
“Köşeciler en has dizi analisti olunca...”
Oysa 1990’ların sonunda başlayan, 2000’lerle birlikte iyice yerleşikleşen genelleşmiş bir “dizi iklimi”nde yaşıyor bu toplum. Bu dönem zarfında 1000’i aşkın dizi gösterime girdi. Çok ya da az seyredildiler. Şu ya da bu sosyal, politik, psikolojik sorunlara değindiler.
Ama işte nasıl ki İstanbul’a kar yağmadan memlekete kış gelmez, onun gibi, dizilerin böyle gündem olması için birkaç mühim kişinin “aaaa, bir dizi varmış” şeklinde keşif yapması gerekiyor.
Biz buna benzer seferberlikleri İkinci Bahar’da, Asmalı Konak’ta, Hatırla Sevgili’de falan da yaşadık. Hayatında dizi nedir, hangi mantıkla, nasıl üretilir, neden sevilir üzerine zerre düşünmemiş köşeciler aniden en has dizi analisti oldular.
Oysa sosyal bilimciler 1980’lerden beri bu alanda çalışıyorlar ve bugün yapılan yorumların çok ötesinde nice araştırmalar, yayınlar yapıldı ve yapılıyor.
“Dizinin kaç seyircisi varsa o kadar anlamı vardır”
Dizilerin beğenilme ve beğenilmeme nedenleri gerçekten çok çeşitlidir ve izleyicilerin hem bireysel hem kolektif olarak o yapımla kurdukları bağ, onu okuma ve anlamlandırma biçimleriyle bağlantılıdır J. Staiger’ın filmler konusunda söylediğini dizilere uyarlayacak olursak “bir dizinin kaç seyircisi varsa o kadar anlamı vardır”.
“Hem doğru anlatıyor, hem doğru anlatmıyor”
Tüm diziler toplumu anlatır. Ama burada “toplumu doğru anlatıyor mu?” anlamında soruyorsunuz. Buna da yanıtım hem evet hem hayır olacak.
Evet’i yine bir genellemeyle açıklayayım: Topluma dair gerçekçi betimlemeler sunan yapımlar daha başarılı oluyorlar çünkü izleyici izlediğiyle arasında bir tür duygusal veya bilişsel ilişki kurmak zorunda. Ama tabii bu gerçekçilik de mutlak değil ve olamaz.
O nedenle de hayır doğru anlatmıyor diyebiliriz. Bunun da pek çok nedeni var ama en önemlileri, hem diziyi yapanların bilinçli ya da bilinçdışı tercihleri (bunda yazanların, yönetenlerin cinsiyetinden siyasal görüşü gibi bireysel ve tabii dizi sektörünün ekonomi politiği, sansür ve otosansür mekanizmaları gibi yapısal bir dolu etken var) hem de birkaç saatte gerçek toplumsal meselelerin üstelik de dramatikleştirilerek aktarılmasının zorlukları diyebiliriz.
“Bugünün seküler dindar kutuplaşması”
Dizi bugünün siyasal durumunu, özellikle de seküler-dindar/muhafazakar kutuplaşmasını ortaya koyma iddiasında. Ama bir kez daha hatırlatayım taa 1970’lerin Kaynanalar’ından başlayarak birçok yapım modern-geleneksel çatışması üzerine kurulmuştur. Hatta çok daha öncesine bile gidilebilir: Kolektif sinema kültürümüzün yapıtaşları olan Yeşilçam klişeleri de bu, bugün “siyasal” olarak nitelenebilen, çatışma ve gerilimlere dayanır.
Hatta daha da ileri gideceğim ve dizinin çok beğenilme nedenlerinden birinin de büyük olasılıkla, özellikle ağır kriz dönemlerinde (şu an yaşadığımız pandemi ve ekonomik-siyasal kriz) insanların bildik-aşina kalıplar dolayımıyla özgüven oluşturma ihtiyaçları olduğunu söyleyeceğim. Dizideki tüm o kalıplaşmış, klişe, yer yer karikatürleş(tiril)miş kişi, durum ve davranışların böyle heyecanla sevilmesini işte bu ihtiyacın karşılanması olarak görebiliriz.
“Tecavüzü, şiddeti işledik, ah Kürt sorununu da unutmayalım”
Kürt ailesi, daha doğrusu iki kız kardeş arasındaki şiddete varan çatışma doğru dürüst kurulamadığından tabii hikayenin o kısmı biraz havada kalıyor. Arada, “ders no.3” şeklindeki izahlı Türk matinesi tarzı diyalogda Gülbin sözde gerçek sorunlara değinecek oluyor, ama o da çare olmuyor bu yapaylığa, çarpıklığa.
Zaten dizi, kimi filmlerde de gördüğümüz üzere, sanki senarist önüne “memleketin şu anki mühim meseleleri neler” gibi bir liste koymuş da, üstlerini çize çize ilerliyormuş duygusu veriyor: “Evet, tecavüzü işledik, sırada ne var… hah Kürt meselesi”, şeklinde. Haliyle, Kürt aile içi ilişkiler de o şahane klişe ile yani “kardeşi kardeşe düşman eden” bir kimlik karmaşası olarak veriliyor.
“Çok bildik ve popüler kültüre çok uygun”
Sonuçta, teknik olarak oldukça başarılı bir yapım Bir Başkadır. Belli bölümleri “yama” gibi duran senaryoda kimi boşluklar, mantıksızlıklar olsa da sonuçta kendini izlettiriyor. Görece gerçekçi karakterler ve insan ilişkileri üzerine kurulu gibi görünüyor ama görünenin ötesi farklı tabii. Özetle ne çok yeni, ne çok cesur, tersine çok bildik ve bir popüler kültür ürününün en makbul özelliğine sahip: Çok “uygun”. Farklıy –mış gibi duran ama başta sorunlu kadın temsilleri (ki bu konu elbette başlı başına bir çözümleme gerektirir. Sadece dayanamayıp “politik yarılmalardan, bireysel çatışmalara kadınları topyekun ‘velev ki sembol’ durumuna indirgeyen bu erkek yönetmen bakışı yetsin artık” diyeceğim) olmak üzere tüm örtük söylemiyle statükoyu sürdüren bir dizi daha eklendi dağarımıza.
“Dizilerde ruh hallerimiz divana yatırılıyor”
MELEK GÖREGENLİ
“Herkes değil orta, orta üst ve üst sınıf tartışıyor”
Belki önce “Türkiye’nin tartışma gündemi” nitelemesi üzerinde düşünmek gerek. Öyle mi? Bir Netflix dizisinden ve bu platformu izleyebilen, sanırım “orta, orta üst, üst” sınıflardan insanların, dijital ortamlarda ve sosyal medyada sürdürdükleri bir tartışmadan söz ediyoruz. Bu önemli çünkü pek çok konuda yaptığımız bu “Türkiye” genellemesinin, toplumsal gerçekliğin ve belki de hakikatin inşasında yanıltıcı olabileceğini, bir tür sahte sözbirliği yaratabileceğini düşünüyorum. Dizi üzerinden Türkiye konuşuluyor aslında.
“Dizi üzerinden politik hakikat arayışı”
Tartışmanın tümünü izleyebildiğimi söyleyemem, ama bu ve benzeri hızla popülerleşen tartışmada olduğu gibi bunda da aşırı enformasyon, fikir, analiz ve ardından sert bir kutuplaşma oluştu, bir dizi üzerinden politik bir hakikat arayışı adeta. Dizi için yapılan saptamalardan biri, “orta sınıf bakış açısı”yla yapılan bir Türkiye analizi olduğu. Bütün bu tartışma da kuşkusuz tartışanların sınıfsal bakış açılarını ve tartışma mecrasının hem sınıfsallığını hem de eğer siyaset hayatı değiştirmek için yapılan bir şeyse, işlevselliği üzerinde düşünmeyi gerektirebilir. Neye yarıyor?
“Yeni kavga içerikleri ve biçimlerimize örnek”
Dizinin Türkiye toplumunu oluşturan farklı grupların gerilimli karşılaşmalarını, bu karşılaşmanın yaraları sarma konusunda bir yüzleşmeye yol açabileceği de konuşulanlar arasında. Dizideki karşılaşmalarda da olduğu gibi toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerin açtığı yaraları sarmaya katkısı olabilecek bir gruplar arası temas ve temasın yarattığı karşılaşmalar, ancak gruplar eşit koşullarda olduğunda yüzleşmeye yol açabilecek bir politik iklim sağlayabilir. Başka türlüsü hiçbir işe yaramayan hatta bazen adaletsizliği pekiştiren bir orta sınıf empati romantizminden öteye gidemez.
Seyretme eyleminin kendisi bir yüzleşme imkânı yaratamaz, eğer buna ilişkin gerçek bir niyet varsa, belki kişisel farkındalıklar oluşturabilir, bilmeye yol açabilir. Fakat “bilmek” hayatı değiştirmek konusunda yeterli mi? Bir dizi, sonuçta sanatsal bir üretimdir ve hayata nereden bakacağı konusunda özgürdür ama bir dizi üzerinden politik hakikat kurma konusunda bu kadar çırpınmak sanırım, sosyal medyanın işlevi, bireysel kimliklerimizin yeni oluşma ve görünürlük biçimlerimiz, yeni kavga içerikleri ve biçimlerimiz üzerine düşünmek için yeni bir örnek bence.
“Kırmızı Oda'dan Bir Başkadır'a: Terapi odaları”
Kırmızı Oda konusunda da mesela meslektaşlarımdan itirazlar geldi, terapi böyle bir şey değil diye. Ama bu bir dizi, bir terapi dersi değildi. Sanatsal yaklaşımın gözünden dünya bilimin gözünden göründüğünden çok daha zengin ve dahası -iyi ki- çok çeşitlidir. Evet, son yıllarda hem pek çok dizide, hem de popüler medya mecralarında, “ruh hallerimiz” masaya (divana) yatırılıyor. Çok seyredilen bu programların yanı sıra fal, enerji meseleleri vb. yeni şifa kaynakları sadece bizde değil başka toplumlarda da yaygın olarak daha çok ilgi görüyor. Bu talep kuşkusuz bu içerikteki her türlü üretim ve ürünün yaygınlaşmasına yol açıyor.
“Kamusallığın yerini terapi alıyor”
Sanırım, kendi hayatını anlamak ve değiştirmek konusundaki iç yolculuk, giderek kısıtlanan ve bizim gibi ülkelerde neredeyse yok olan siyasetin kamusallığının yerini alıyor. Bütün bu seyir hailinin, kişisel acılarla, yaralarla, onları tarihselliğinden ve toplumsallığından ayırarak, terapi odalarında yüzleşebilir ve dünyayı kendimiz ve herkes için güzelleştirebiliriz illüzyonuna kapılabiliriz diye korkarım.
“Hiç Kürt’e benzemiyor demek de ayrımcılık”
“Kürt ailesi” tanımlamasının kendisi çok ayrımcı. Diziyi seyreden bir yakınımın, Gülbin için, “Bu kadın hiç Kürt’e benzemiyor” dediği gibi, arada biraz Kürtçe konuştu da ikna oldu. Kimse dizideki diğer ailelerin “Türk ailesi”ne benzeyip benzemediğini tartışmıyor. Çünkü tipik bir Kürt ailesi var ama çok çeşitli Türk aileleri var. Bu yaklaşım, ayrımcılık literatüründen çok iyi bildiğimiz bir şey. İnsanlar, çoğunluk-iktidar gruplarına ait olduklarında, kendi iç gruplarını çok heterojen, dış grubu ise homojen, birkaç özcü inançla, tarifle anlaşılabilir, kavranabilir diye düşünüyorlar.
Bunun, mesela Kürtlerde kadına yönelik şiddetin daha çok olduğu, Kürtlerin çok çocuk yaptığı giderek az biraz hepsinin terörist olduğunu düşünmekten pek de farkı yok. Bana o meşhur araştırmalardaki soruları hatırlatıyor. Kendisi ayrımcı olan ama ayrımcılığı çalışma iddiası olan araştırmaları: “Aşağıdakilerden hangisiyle komşu olmak istemezsiniz?”. Seçenekler: Kürtler, eşcinseller, gayrimüslimler vb. Sanki “Kürtler” diye hepsi birbirine benzeyen bir insan türü varmış gibi. Özcü inançlar, yani bir grubu birkaç nitelemeyle homojenleştirme ve tektipleştirme eğilimi ayrımcılığa hizmet ediyor bir istisnayla; eğer bir grubu tarif eden bir tek nitelemeyi, mesela etnik kimliği merkeze alarak konuştuğunuzda, o grubun kolektif olarak yaşadığı bir ayrımcılığı dile getirmiyorsanız. Dizi üzerine yapılan tartışmalarda başka özcü yaklaşımlar da var: Başörtülüler, hocalar, sekülerler vb.
"İzleyiciyi hep at ve hamaset peşinde koşturamazsınız"
SEVİLAY ÇELENK
“Biz dizi izlemeyi hep sevdik”
Daha eskiye gitmeden görece yakın geçmişi hatırlayarak açıklamaya çalışayım. 1990’ların sonu 2000’li yılların başında geniş bir tanıdık çevreyle birlikte takip ettiğimiz diziler olurdu. Herkes kendi evinde bu dizileri izler, ertesi gün işyerlerinde, okullarda, telefonlarda konuşulurdu. İşte aklıma gelen birkaçı, mesela Asmalı Konak, İkinci Bahar, Çemberimde Gül Oya, Öyle Bir Geçer Zaman ki gibi diziler. Aynı şey hakkında konuşmak güzeldir. Bu diziler de öyle kimisi çok beğenilerek, kimisi çok da yüceltmeden evde iyi vakit geçirmek için izlenen ve her biri kendi döneminde “televizyon için şahane” diyeceğimiz dizilerdi. Bunlara sanatsal ve estetik olarak emek verilmiş, özen gösterilmişse, hikayeye önem verilmişse hele, en sevdiğimiz şeylerden biriydi dizi izlemek. Bütün dünya gibi biz de dizi izlemeyi hep sevdik. Televizyonun en başından beri.
“Son 5-6 yılda yerli dramalar kafa üstü çakıldı”
Fakat yerli drama son beş-altı yıl ya da biraz daha fazla bir sürede deyim yerindeyse kafa üstü çakıldı. Hem de epeyce yükseğe çıkmış olduğu bir anda oldu bu. Siyasi iktidarın havuz medyası ve millliyetçi-muhafazakar izleyici iş birliğiyle adım adım gerçekleştirdiği bir durum.
Sonrasında Blu TV, Puhu TV ve tabii Netflix gibi dijital platformlara taşınan ve buradan yayınlanan yerli-yabancı internet dizilerinin müdavimi olan izleyici toplulukları oluştu. Sansürcü ve kutuplaşmış televizyon dünyası izleyici topluluğunu bu platformlara daha çok yöneltti ve genişletti. Kısacası o eskiden hafta hafta izleyip ertesi gün ya da yayın sonrası üzerine konuşulan diziler yerine yeni medyadaki bu yeni izleme deneyimi paylaşılmaya, konuşulmaya başlandı. Şahsiyet’te de oldu bu, Masum’da da, Fi, Çi’de de. Bunlar da çok konuşuldu.
“Erkek erkek höykürüp hamasette boğulan dizlerle bir yere kadar”
Çünkü 21. yüzyılda devasa bir izleyici topluluğunu tarih dizilerinde, at ve hamaset peşinde koşturamazsınız. İlgi tükenir. Karanlık vadilerde de sonsuza kadar tutamazsınız. Kanlı canlı, sıradan, kendine benzeyen, üç aşağı beş yukarı kendisinin de yaşayabileceği sorunları olan insanları ve onların dünyalarını izlemek ister izleyici. Bu saydığım internet dizilerine yönelik ilgi, yakın tarihte işte TRT 1 ekranına Masumlar Apartmanı gibi bir diziyi geri getirdi. Erkek erkek höykürüp hamasette boğulan dizlerle bir yere kadar. TRT 1 de gördü bu süreci. Bu diziler kısa zamanda tümden yitip gidecek diye bir şey yok, devam edecek elbette ama Masumlar Apartmanı gibi dizler de çoğalacak.
“Sıradan insan ve siyaset aynı öyküde buluştu”
Bir Başkadır’da olan şey biraz daha farklı tabii. Bu kez hem sıradan insanın yaşam dünyası (bazı veçheleriyle tabii) hem güncel siyaset dünyası aynı öyküde buluştu. Birebir buluştu demiyorum, bunun altını çizeyim. Fakat güncel politik çatışma ve huzursuzluklar uzun zaman sonra iddialı bir yapımla dizi dünyasına taşındı. Sıradan insanın hayatında siyasetin çeşitli etkileri Hatırla Sevgilim gibi dizilerde yakın geçmiş üzerinden ekrana geldiğinde de çok ilgi uyandırmıştı. Meseleler kökleri eskide bile olsa güncelliğini koruyan meseleler olunca tabii ki çok daha ilgi çekici bulundu.
“Çerçöp dizilerin epey uzağında”
Netflix gibi bir dijital platformda uzunca bir film gibi neredeyse kesintisiz izleme imkanı, hikayenin tüketilmesini birkaç günlük kısa bir zamana sıkıştırdı. Hakkında konuşma da yine aynı hız ve yoğunlukla birkaç günde oldu. Durum bu bence. Çok beğenen, az beğenen hiç beğenmeyenin olması ve onların her birinin de düşüncesini sosyal medyada iletmesi çarpan etki yarattı. Tabii ki oyunculuklar çok iyi, anaakım medyanın üniversite öğrencilerini bile mafyatik ilişkiler tarzı ilişkiler içinde gösterdiği çerçöp dizilerin elbette epeyce uzağında. Yoğun ilginin kimi sebepleri... Ama haftaya filan ortalık durulur.
"Beğenin beğenmeyin, politik"
Bunca çatışmalı konuyu ekrana getiren bir dizinin politik olmaması hiçbir şekilde mümkün değil. Zaten politik olmayan bir anlatı, bir temsil imkanı yoktur. Buradan baktığımda da ben “Politik değil” diyemem. Sonuçta bu dizinin sonsözü biraz mübalağa edersek “hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye” ise bu da apolitikmiş gibi görülemez. Son derece politik bir sonsözdür. Üstelik zaten dizinin son sözünü de sanki buna indirgeyemeyiz. “Kavganın” ya da çatışmanın nedenlerine dair de bir perspektifi olduğunu çıkardığımız çok nokta var. Bu anlamda bayağı politik. Politikasını beğeniriz ya da beğenmeyiz, bu böyle.
“Yabancı izleyicinin ilgisini çekmiş görünüyor”
Çekmiş gibi görünüyor Türkçe diziler zaten uzunca bir zamandır şaşırtacak ölçülerde yoğun bir uluslararası ilgi görüyor. Bu da görecek. Çünkü bir yandan referansları çok yerli gibi görünürken, başta Avrupa’da olmak üzere, dünya ölçeğinde İslamofobi, Radikal İslam, terör vs. önemli bir çatışma konusu oluşturuyorken bu dizinin oradaki kutuplaşmaya denk düşen, o kodlarla okunmaya uygun bir tarafı da var. Meryem ve Peri arasındaki ilişki gayet İslamofobi ile dünyanın her yerindeki “sıradan” Müslüman’ın karşılaşması, çatışması olarak da okunabilir... Zaten diğer çatışmalarda da yereli aşan evrensel temalar var. Erkek şiddeti, tecavüz... İzlenecektir diye düşünüyorum. Şimdiden yabancı izleyicilerin dizi hakkında konuştuğunu Youtube’da görebilirsiniz zaten.
(NÖ)