Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı Alev Özkazanç, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Kadın Sağlığı ve Kadın Hekimlik Kolu ile Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nın ortaklaşa düzenlediği II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi'nde, "Bilim ve Toplumsal Cinsiyet" başlıklı bir sunuş yaptı.
Toplumsal cinsiyeti, toplumu ikili bir karşıtlıklar sistemi olarak kuran toplumsalın kurucu ögesi olarak nitelendirirken iktidar ilişkilerinin merkezi ögesi oluşuna da dikkat çeken Özkazanç, bilim ve toplumsal cinsiyet arasındaki bağlantıyı irdelediği konuşmasında özetle şunları söyledi:
"Toplumsal cinsiyet", 1970'li yıllardan itibaren feministler tarafından yeniden ele alınan bir kavram oldu. Günümüze kadar hem merkezi hem de tartışmalı niteliğini korudu.
"Toplumsal cinsiyet" kavramının karşıtı olarak "cinsiyet" kavramı gösteriliyordu. Cinsiyetin yani "seks"in doğal, kadınla erkek arasındaki anatomik farklılıklara ilişkin bir açıklama olduğu varsayılıyordu.
Toplumsal cinsiyet ise kadınlık ve erkeklik kimliklerinin doğal, biyolojik ya da anatomik farklılıklardan değil de toplumsal ve kültürel süreçlerden kaynaklandığı, iktidar sürecinin sonucu olduğu saptamasından ve toplumsallık vurgusunu artırma ihtiyacından doğmuştu.
Son 40 yılda toplumsal cinsiyetin açıklama alanı genişledi. Doğal olduğu varsayılan bedenin bile toplumsal sürecin dışında ele alınmaması gerektiği vurgusu yapılıyor. Toplumsal cinsiyet ilişkileri dışında, doğal herhangi bir beden ya da anatomik fark olmadığı kabul ediliyor. Bedene ilişkin her tür deneyim ve algımızın, bedenin bizzat kendi süreçlerinin bile çok derinden, toplumsal cinsiyet ve ilişkiler bakımından belirlendiği düşünülüyor.
Toplumsal cinsiyet tartışmalı bir kavram. Bazen feminizm yerine bazen kadınlar adına kullanılıyor. Bunları bir kenara bırakırsak, bu kavram üzerinden "teorik ve politik ilgimizi sadece kadına yöneltmektense kadınlarla erkeği ayıran şeye, ayrımın kendisine yöneltmek" vurgusu yapılıyor.
Toplumsal cinsiyet kavramının, dikkatimizi ayrıma yönelttiği için bizleri daha ilişkisel düşünmeye sevk ettiğini, bütünsel bir paradigma oluşturmamıza yardımcı olduğunu söylemek mümkün.
Toplumsal cinsiyet kavramının "Toplumsal cinsiyet ile diğer toplumsal siyasal kavramlar arasındaki ilişki, bunların kuruluşuna nasıl katılıyor?" sorusu içinde anlam kazandığını düşünüyorum.
Yani, toplumsal cinsiyetin toplumsal olarak kurulan birşey olduğu varsayımını aşarak daha derin bir kavrayış noktasına geliyoruz: Toplumsal cinsiyetin kendisi toplumsal ve siyasal olanı nasıl belirlemektedir? Bunların kuruluşuna nasıl katılmaktadır?
Joan Scott'un iki önermesinden yola çıkarak, "Bilimin toplumsal cinsiyeti nedir, erilliği nasıl kurulmaktadır?" sorularına yanıt arayabiliriz.
Joan Scott, toplumun güçlü kültürel ve normatif ögelerinin hepsinin güçlü bir eril, dişil karşıtlığından beslendiğine dikkat çeker. Eril - dişil karşıtlığının kendisi, aile, akrabalık sistemleri, iş gücü piyasaları, devlet gibi kurumlar tarafından yeniden üretilmektedir. Yani toplumsal cinsiyet aslında toplumsal ilişkilerin kurucu ögesidir.
Scott'un ikinci saptaması ise toplumsal cinsiyetin iktidar ilişkilerini belirgin kılmanın asli yolu olduğu önermesidir. Bu, toplumsal cinsiyeti aynı zamanda siyasal olanın, iktidar ilişkilerinin kurucu ögesi olarak tespit etmek anlamına gelir.
Bu ikinci önermeye göre, iktidarın kendisinin kavranması ve inşa edilmesinde, toplumsal cinsiyet her zaman çok belirgin bir rol oynamıştır.
Çünkü bedenler arasındaki cinsel farklılıklar, cinsellikle ilgili olmayan kavramların meşrulaştırılmasında doğrudan kullanılmıştır. Farklı şekilde, siyasal ilişkileri düşünmek ve kurmak için öne çıkan merkezi metaforlar da olmuşlardır.
Bunun temel nedeni, ikili karşıtlıklar arasında düşünmenin paradigmatik formunun eril dişil arasındaki karşıtlık olmasıdır. İktidarın düşünüldüğü her noktada toplumsal cinsiyet üzerinden düşünmek, çok sık karşılaşılan bir kalıp olarak karşımıza çıkar.
Bilimin cinsiyeti
Bilim, kendine özgü insani, toplumsal bir pratik biçimidir. Toplumsal ve özel bir insani pratik olarak bilimin içinde, merkezinde, çok güçlü bir ikili karşıtlık sistemi olduğunu görürüz.
Özne ile nesne, doğa ile akıl, beden ile ruh arasındaki ayrımlar asli ve tarihsel olarak hep toplumsal cinsiyet ilişkilerine referansla, eril ile dişil ayrımına bağlı olarak kurulmuştur.
İkincisi, -bilimin doğrudan doğaya yönelik tahakküm pratiği olarak örgütlendiğini düşünürsek- toplumsal cinsiyet, bilimin merkezi ögesi olarak yapılanmıştır. Çünkü her türlü iktidar ilişkisini düşünmeye elverişli bir referans noktasıdır.
Bilim kapitalizm, sınıf, siyaset tarafından çevrelenmiş bir pratiktir. Toplumsal cinsiyet bakış açısı bilimin ırkçılık, kapitalizm, devlet, siyasetle ilişkilerini tamamlayan bir bakış açısı sunmaktadır.
Bilimin eril karakteri
Bilimin çok eril bir karakter taşıdığını birçok somut olgudan yola çıkarak görmek mümkündür. Kadınlar ile bilim ve teknoloji arasındaki ilişki sorunlu kılınır. Bilimsel faaliyet erkek işi olarak kodlanmıştır. Kadınlar bilim eğitimi alanında çok küçük bir azınlıktır. Kız çocuklarının bilim eğitimi meselesi sorunlu olmayı sürdürür.
Kadınlar özellikle siyasi kararlar ve fonlama yoluyla bilim politikalarına yön veren ve teknolojiye hakim olan siyasi ve ekonomik iktidar meselelerinde hala yoklar, asıl özneler hâlâ kadınlar değil.
Elbette kadınlar bilim ve teknolojinin faydalarından eşitsiz yararlanma, olumsuz etkilerine daha açık olma riskini taşıyorlar. Teknolojiye maruz kalma ve kullanma biçimleri açısından, erkeklerle aralarında önemli farklılıklar olduğu da söylenebilir.
Bunlar somut, kadınların bilim ve teknolojiyle sorunlu ilişkisini gösteren olgular. Birçok analiz, bilim ve toplumsal cinsiyet ilişkisini gösterirken bu düzeyde takılıp kalma riskini taşıyor.
Bunlar daha çok kadını dışlandığı sürece daha çok katılmaya teşvik etmek için tartışılan, önemli konulardır; kısmi ve tartışmalı sonuçlar üretmiştir.
Temel sorun şudur: Kadınları bilim ve teknoloji alanına davet ederken toplumsal kurumların yapılarında radikal değişiklikler ve dönüşümler gerçekleşmeden kadınları bilim ve teknoloji alanına davet etmek çok da gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Başarılı olduğu durumlarda da alana birtakım kadınların katılıyor olması kadınlar arasındaki ırksal ve sınıfsal farklılıkları derinleştirme riski taşır. Çağrı bu düzeyde kaldığında reformist olarak adlandırabileceğimiz bir perspektif sunmaktadır.
Dolayısıyla, "Bu konuda daha radikal bir tutum ne olabilir?" sorusuna ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu sorununu yanıtını ararken, iki farklı eğilimin öne çıktığını görmek mümkün. Bir tanesi "sahte radikalizm" olarak adlandırabiliriz, diğerinin radikal potansiyeli daha çok taşıdığını düşünebiliriz.
Her ikisi de bilimin cinsiyeti sorununu "kadınların alanda daha fazla yer almasıyla kolayca giderilebilir, dışsal bir sorun" olarak görmezler. Bilimin daha özel tutum, değer, kavram ve süreçler açısından cinsiyetlendirilmiş olduğunu varsayarlar.
Ancak sahte radikaller, bilimi ve teknolojiyi giderilemez biçimde eril tahakküm alanı olarak kodlayıp kadınları dönüştürücü emek sarf etmekten alıkoyan eğilimlerden beslenir. Bir diğeri ise, dişi bilim geliştirme arayışıdır.
Sahte radikal perspektifin sorunu, tarihsel ve toplumsal kurumların, bilim ve teknolojinin dönüşüme açık niteliklerini reddediyor olmasıdır. Oysa bilimin erilliğini özsel, giderilemez değil kurulan bir şey olarak görmek gerekir. Bilimi, farklı şekillerde kurulmaya açık bir pratik olarak görmek önemlidir.
Bu mevcut halde ve geçmişte de bilimin mutlak eril bir faaliyet olarak biçimlenmemiş olduğunu, böyle bir şeye indirgenemeyeceğini gösterebilir.
Bilim, nasıl eril bir faaliyet olarak kuruldu?
Şu soruları sormak önemlidir: Tarihsel ve toplumsal olarak neden ve nasıl, bilim, eril bir faaliyet olarak kuruldu? Geçmişten günümüze kuruluşun dinamikleri neler oldu? Geleceğe dair neler umabiliriz?
Modern bilimin tarihsel kuruluşundaki toplumsal cinsiyet bağlamını farklı biçimleriyle açığa çıkaran önemli çalışmalar mevcut.
Buna göre, modern bilim ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiye dair sorular, tipik olarak, cinsel ilişki, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet metaforlarıyla düşünüldü. Araştırmalar, modern bilimin kurucu babalarından Bacon'ın dilini inceleyip Bacon'ın modern bilimi çok güçlü bir fethetme faaliyeti olarak kurguladığını gösteriyor. Bacon, bilimi ele geçirme, fethetme, sırlarına vakıf olma ve hatta neredeyse bir tür tecavüz ilişkisi olarak kurguluyor. Bunun için de cinsellik ve ataerkiye dair metaforları kullanıyor.
Üstelik Bacon tekil bir örnek değil. O döneme ilişkin feminist tarih çalışmaları bize modern bilimde bu tür cinsiyetçi metaforların öne çıktığını gösteriyor.
Birçok feminist araştırma, nesnel faaliyet olarak görülen bilimle erkeklerin cinsel, kişisel, duygusal faaliyetleri arasında anlamlı bir ilişki olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Erkeklik deneyimleri ile nesnellik takıntısı arasında güçlü ilişkiler olduğunu gösteriyorlar.
Birçok insan, bu sorunun sadece metaforlar düzeyinde kaldığını, mevcut pratik bilim anlayışını etkilemediğini düşünebilir. Bu iddialara karşı da çok sayıda araştırma mevcut.
Bilim ve teknoloji eril tahakküme indirgenemez
Bilimin ne gibi farklı potansiyelleri vardır? Bu eril yapı aslında başka tür birşeye kapı aralayabilir mi?
Evet, genel olarak bilimsel pratiğe başka bir şekilde bakabiliriz. Bilimsel söylemin kendisinin nesnel değil eril bir yapı olduğunu kabul ederken bu eğilimi mutlak saymamak gerekir.
Eril kuruluşun marjında kalan pekçok şeyin varlığını unutmamak gerekir. Nesnellik, doğruluk, gerçeklik, hakikat gibi kavramlar, benim feminist bakış açımdan, kolayca kavranabilen kavramlar olmamalı. Her biri yeniden adlandırılabilir. Kuruluşlarındaki eril tahakkümü göstermiş olsak da ne bilim ne de teknoloji buna indirgenebilir.
Ayrıca sadece kadınlara özgü bir feminist bilim anlayışı, bence hatalıdır. Asıl olan, belirli bir toplumsal cinsiyetten azade bir bilim anlayışı, tam da eril - dişi, akıl - doğa kategorilerinin dönüştürülmesi ilkesine dayanır olmalıdır. Dayanışma, melezlenme meselesi, feminist bilim ve teknoloji vizyonu oluşturmamız için de çok önemlidir. (BB)