Karaköy 4 nolu Antrepo, Mimar Sinan Üniversitesi Tophane-i Amire Binası, Yerebatan Sarnıcı, Aya Sofya Müzesi ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi mekanlarında kurulan sergiler 16 Kasım 2003'e kadar izlenebilir.
Bienalin küratörü New York, New Museum'da görev yapan Dan Cameron, bu yılki kuramsal çerçeveyi "Şiirsel Adalet" olarak belirledi. Bu çerçeveyle, dünyayı ve dünya meselelerini öznesi haline getiren sanatsal tavır ile sanatçının ve izleyicinin iç dünyasına yönelen tavır ve bunların arasındaki gidip gelmeler ve çelişkiler de kapsanıyor.
İlahi adalet?
Adalet nedir? Gerçekleşmesi olanaklı mı? Ortak bir düş olan adalet anlayışı ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişirken, değişik grupları ilgilendiren durumlarda nasıl bir uzlaşma sağlanabilir? Türkçe'de İlahi Adalet anlamına gelen Poetic Justice, bu durumda Şiirsel Adalet, ardından, yaratıcı düşüncenin bir zirvesi olan şiir konusuna eklemleniyor.
Gitgide maddenin, elle tutulur olanın tek gerçeklik olarak kabul edildiği ortama bireyin iç dünyası tekrar taşınıyor. Türkçe çevirideki zayıflıklar ve hataların arasından, mesela crossroads "geçiş yolu" yerine "dönüm noktası" olarak çevrilmiş, sanatçının, dünyanın yaşanabilir bir yer olması yolunda en büyük umut kaynağı olduğu anlaşılıyor.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı 260 sayfadan oluşan bir de bienal katalogu yayınladı. Fotoğraflarla yazılar, yapıtlar ve sanatçılar hakkında, sonradan bienali düşünmek istediğimizde elimizde bulunacak önemli bir belge.
Başka kültürlere açık İstanbullu
Açılış konuşmasında Dan Cameron İstanbul'da çalışmaktan ne kadar gurur duyduğunu ve bienali ne kadar heyecanla hazırladığını anlattı. İstanbulluları başka kültürlere çok açık insanlar olarak tanımladı ve hayran kaldığını, eve dönmekte zorlanacağını söyledi.
Ayasofya Müzesi'nin bienale açılması benim de çok hoşuma gitti. Başka dini yapıların da kapılarını sanatçılara açacaklarını, dünyada daha çok hoşgörü ve sevgi adına umuyorum. Küratörün tüm gücüyle sanatçılara, yapıtlara ve çevresine karşı içtenliği ve açıklığı hayranlık vericiydi.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın yöneticileri ve ekibini, küratör ve yapıtlarını sergileyen tüm sanatçılar ve sponsorları, dünya sanat ortamına böyle nitelikli, genç ve renkli bir bienal hazırladıkları için kutluyorum.
Çok çeşitli sesleri, fikirleri, anlatım biçimlerini bir arada bu zaman dilimi içinde görmek, bunları düşünmek, tartışmalara katılmak, tüm sanatseverler için unutulmaz bir olay. Yaratıcı eylemin ve hoşgörü ortamlarının sağlanmasında, kafaların biraz tazelenmesi yolunda önemli bir etkinlik olduğunu düşünüyorum.
İki ütopya
Adalet ve şiir, ikisi de yakından ilgilendiğim konular. Onları iki ters kutuptan çok, iki ütopya olmaları bakımından paralel iki kavram olarak algıladım: asla yakalanamayan, gerçekleşse de sürekli değişmesi gerekecek bir rüya, adalet. Ve şiir, birkaç basamak yukarda, hep peşinden koştuğumuz anlam, güncelliği de aşkınlığı da kapsayan sonsuz bir dil projesi.
Tanrıyı dile getiren ve yok eden ( Yunus Emre ve Antonin Artaud ), en kişisel düşlerin ( Saffo veya Rilke ), en pis, yasak konuların (Ece Ayhan, Gottfried Benn) aydınlığa geldiği yer şiir. Pazar sisteminin dışında kalabilmiş bir yapı. Doğası gereği pazara ayak uyduramamış, onun nesnesi olamamış gerçek bir marjinal.
"Çağdaş insan" şiir okumuyor. Şiir hala yazılıyor, ama okunmuyor. Bu bilinen bir gerçek. Şiir kitapları 500-1000 adet basılıyor ve satılmıyor. Boyalı basında ve daha ciddi basında yer almıyor. İnsanlar demek ki şiirin zorlayıcı yazısıyla karşılaşmak istemiyorlar. Bir katliamın haberi bile daha katlanılabilir ve tüketilebilir oluyor. Sonradan "işine yaramayacak bir veri" olmayan bir okuma da artık zaman harcanamayacak bir şeydir.
Sanatçı ne yer ne içer?
Buna belki okumanın ekonomisi de diyebiliriz. Yılda okuduğumuz gazete veya düz yazı ile şiir miktarını karşılaştırırsak, şiirin sözüne ne kadar uzak olduğumuz anlaşılır. Bienal panellerinin ilkinde de sürekli çağdaş sanatın ne kadar radikal, kirli ve karanlık, deneysel, marjinal, satılamaz olması gerektiği konuşuldu.
Neyse, biz sanatçılar da görevimizi öğrenmiş olduk... ( Sıkıcı bir not: Bienal panellerinde sanat dünyasındaki "adaletsizlikler"den de bahsedildi. Küratörler sanatçıdan, yılmaz özgürlük savaşçısı, tüm baskı ve sansürleri göğüsleyen, en korkunç gerçekleri en çarpıcı biçimde ortaya koyan, devleti, toplumu, ailesi tarafından dışlanmayı göze alan, nerdeyse bir kahraman olarak söz edildi. İyi peki ama, ya toplum sanatçıya ne veriyor?
Bienal ve diğer toplantılarda biraz da bunları konuşalım lütfen... Yani sanatçı ne yiyecek ne içecek filan. Toplumda hiçbir meslek grubu sanırım temel haklardan bu kadar yoksun kalmamıştır: Değil yaptığı işle karnını doyurmak, sanatçılar kapitalist sistemde sağlık ve hayat sigortası ve sosyal güvenlik haklarına bile sahip değiller. Bu iş nasıl halledilir, bilemiyorum. Kaynak devlet olmamalı, daha sivil bir çözüm bulunabilir belki. Yoksa sadece zenginler sanatçı olabilecek!)
Çamaşırın politiği
Konumuza geri dönersek, demek istiyorum ki, bence politikayı, CNN'de tükettiğimiz türden politikanın önemini fazlaca abartıyoruz. Sürekli gerçeklerden haberdar olmak için sonsuz bir savaşım veriyoruz. Ama kendimizi kandırmayalım, CNN ve diğerlerinin sansürlü, taraflı, boyalı ve "gerçekçi" dünyasında yaşamamaya dikkat etmek lazım.
Bir İspanyol şarkısını dinledim geçen gün, Caetano Veloso'nın söylediği Cucurrucucu Paloma (Almadovar'ın "Konuş Onunla" filminde vardı)... Dedim tamam, aradığımız bu. Çok yalın, hepimiz için bol sevgi...
Sanat deyince Miles Davis'i düşünüyorum, veya Boulez'i. Henri Michaux ya da John Ashbery. Bursa Yıldırım Camii'nin son cemaatini düşünüyorum. Ama bu yapıtlarda demin bahsettiğim anlamda "politik" ne var?
Hepsi karanlık ve kirli mi? Dünyayı kurtaracağız diye bir iddiaları var mı? Görsel sanatlarda ne oluyor böyle? İşlerin bir çoğu sistemi bu kadar muhatap alırken ve karşıymış gibi gözükürken, neden yeni bir soluk getirmekten aciz? Sanki işbirlikçi bir muhalefet geziniyor ortada. (Her eylemin ve yapıtın politik bir anlamı vardır aslında. Çamaşır yıkamak bile politik yönden ele alınabilir. Ama bahsettiğim bu değil tabii.) Dan Cameron da bunun farkında olarak ortalığın bir haber ajansına dönmesine engel olmuş, seçtiği yapıtlarla bizi bakmaya ve oyuna, hata yapma ve bilememe özgürlüğü veriyor. Harika!
Silindir çadırlar, zarif merdivenler
Bienale gelince, Antrepo ve Tophane mekanları çok güzel kullanılmış. Videoların gösterildiği silindir çadırlar ve katlar arasındaki zarif merdivenlerden az daha cennete çıkacaktım!
Videolarda Çinli Song Dong'un yapıtına kendimi yakın hissettim. Karanlık odanın karşılıklı iki duvarında ve ortada bir perdede aynı görüntü yansıtılmış. Sanatçı İstanbul Boğazı'nda bir yerde, bir cam pano büyük bir balyozla kırıyor. Görüntü bazen tersten gösteriliyor.
Yani cam bir kırılıyor, bir tekrar bir araya geliyor. Cam gibi ince bir maddeye bu kadar büyük bir balyozla vurmak, sesle birleşince çok kuvvetli olmuş. Arkada şehirle özenli bir bağ kurulmuş sanki.
İstanbul özellikle vurgulanmış. Aynı hizada üç yerde görüntünün gösterilmesi de bana sanki bilincin değişik katmanları gibi geldi. Sanki bilinç kat kat oluşuyor sonra dağılıyor, sonra tekrar oluşuyor...
İşin içinde şehir de var. Anlatmak zor tabii. Bunlar ip uçları yalnızca. Antreponun girişinde, bir adamın etrafına toplanmış medya mensuplarını gösteren video da çok iyi bence. Aslında birden fazla ekranlı işlere biraz kızıyorum ama neyse...
Hayat bir sahne
Sergiyi gezerken her yapıtın konuyla nasıl bir ilişki kurduğunu da düşünüyordum. Bu videoda medyanın takip ettiği kişi sanki tutuklanmış bir ünlü zanlı gibi geldi bana. Bu olayın bir stüdyoda canlandırılıyor olması da olaya bir mesafe katmış, yani hayat bir sahnedir, der gibi! Şiirsel adalet konusuna rahatça eklemleniyor.
Çok okuma isteyen Fernando Bryce ve Emily Jacir ve birkaçının daha işi de ayrı bir gurup olarak ele alınabilir. Bu kadar metinli işlerin arasında belki doğrudan şiirle hesaplaşan bir iş de olabilirdi. Tophanenin ikinci salonda tavandan sarkan, dönen, çıplak insanların kutsal metin gibi bir kitap okudukları iş, Benetton reklamlarını andırdı bana. Çıplaklık, kutsallık, egzotizmin evcilleştirilmesi...
Biraz eski, naif hikayeler. Türk sanatçıları, Fikret Atay, Cevdet Erek, Emre Erdal, Xurban projeleri çok çok başarılı. Bu beğenimde belki de onların işlerini önceden biraz tanımamın da rolü vardı... Sanat yapıtları birden bizi sarmalayıp büyüleyebildikleri gibi, bazen de emek isteyen bir tanıma ve anlama sürecine gereksinim duyarlar.
Kendine göre bir şey
Yapıtlara, en azından bazılarına bu sabrı göstermek bizim yararımıza olacaktır. Çok saçma, ayıp, anlamsız dedikten sonra tekrar bir şans tanıyıp dinlemek, o sanatçının ve yapıtın alt yapısını anlamak için çaba göstermek gerekir. Türkiye'de performans dalında eksiklik olması sebebiyle, Tai Box dışında hiçbir performansa yer verilmemesine üzüldüm doğrusu.
Tuval resimlerinden Julie Mehretu'nun "Ampirik Yapı" adlı tablosu çok iyi. Yine katman katman işaretler, uçuşuyor ve ben çok heyecanlanıyorum falan...
İki mekanda en hoşuma giden çalışma Tophane'de Peter Sarkisian'ın Bohr'un fizik kanunlarından esinlenerek tasarladığı, silindir çadır şeklinde perdede gösterilen videosuydu. Aşağı yukarı 2 m yüksekliği olan silindirin etrafını dolanıyorsunuz ve birbirine eşit uzaklıkta gidip gelen dört görünüm görüyorsunuz: Bir erkek figürü elinde anonim bir nesneyle kendi etrafında küçük bir daire çiziyor...
Eldeki isimsiz garip nesne?
Biliyorum çok aptalca tınlıyor... Sert bir darbe sesi geliyor bir yandan. Anlatmak olanaksız. Bende inanılmaz çağrışımlar yaptı. Çok güzel ama! Gidin görün! Bembeyaz parlıyor! pa p apa pa parlıyor!!! Adamın elindeki isimsiz, garip nesne kim bilir ne? Sanatçı mutlaka kendine göre bir şey düşünmüştür.
Bana gizemli bir totem, aynı zamanda nedense bir inşaatta kullanılan bir nesneyi çağrıştırdı. Son derece incelmiş bir anlatımı olan, olgun bir yapıt... Kutluyorum. Sonuçta bizi kelimelerle ilk etapta anlatılamayacak biçimde kendine çeken, kendisine biraz da boş boş, biraz da karışık çağrışımlar içinde bakma isteği uyandıran yapıtları seviyorum galiba.
Hayalgücüne yol açan, katmanlı yapıtlar. Politik yapıtlar da bu düzleme çıktıkları oranda, didaktik, slogancı veya belgesel halini aşıp, söylenmemiş, söylenemeze vardıkça anlam kazanıyorlar.
Bienalde çok geniş bir politik yelpazede çalışan sanatçıların yapıtlarına yer verilmiş: Bosna'da kayıp çocuğunu arayan anneden, Peru cuntasından, bankamatikte şarkı "mırıldanan " Kürt çocuklarından İranlı kadın problemine kadar farklı farklı politik deneyimler.
Yaratıcılığın öne çıkması
Görüyorsunuz ki sorunlar yoksul ülkelerde oldukça birbirine yakın. Doğal olarak dünyadaki sonsuz sayıdaki politik problemin her birinin bienalde temsil edilmesi olanaksızdı. Gerek de yok herhalde.
Bienallerin amacı bu değildir. Küratör ve sanatçıların ortaklaşa çalışmalarından, bu sorunlardan bazıları ön plana çıkar. Şu ülke var, bu ülke yok diye ortaya çıkan tabloyu çok ince ince tartma taraftarı değilim.
Önemli olan, dünyanın önerisi olarak yaratıcığın öne çıkması ve bienalin son yıllarda sanatçıların yönelimlerini ifade etmesidir. Küratörün görevi, kendi kurduğu çerçeve içinde bu hareketleri toparlamaktadır.
Paneller süresince yapılan çok bilmiş politik konuşmalardan hiçbirinde Irak Savaşı'nın adının nerdeyse hiç telaffuz edilmemesi de çok ilginç. Şiir ve adalet kavramını ele alan bir bienalde, burnumuzun dibinde "Adalet" adına, Şiir'in beşiği topraklarda, ölü sivil sayısının kaç on bin olduğu bile belirlenemeyen bir savaş devam ederken, bu savaştan, bu insan, doğa ve kültür katliamından hiç bahsedilmiyor!
Küratör ne düşündü?
Bu konuyla ilgili tek bir yapıt yok! Küratör bu savaşı es geçsem de olur, diye mi düşündü?
Bienal katalogundaki bir iki değinmesini okumasam, diyeceğim ki, yoksa farkında mı değil? Neyi bekliyor? Godot'yu mu? En büyük adaletsizliğin yaşandığı topraklar maalesef bu bienalde de adaletsizliğin kurbanı oldular!
Sayın Dan Cameron kendisi bu konuyla fazla ilgilenmese de, bir küratör olarak son bir yıl içinde bu savaşın nasıl yüzlerce sanatçı tarafından çok acil bir şekilde işlendiğini fark etmek zorundadır. Bu konuyla ilgili sayısız sanatçı, dünyanın her yerinde yapıtlar üretti ve bu yılın -madem bu kadar "politiğiz"-, en önemli sanat hareketi de buydu!
Savaş başladığından ve insanlar kütleler halinde ölmeye başladığından beri, tıpkı Nazi katliamından sonra olduğu gibi, sanatçılar ister istemez şunları sormaya başladılar: Böyle bir dünyada benim yaptığımın anlamı nedir? Binlerce insan orada başka insanlar tarafından öldürülürken ben burada oturarak bunu nasıl sindireceğim?
Sansür mü, ihmal mi?
Bu korkunç savaşa nasıl engel olabiliriz? Sanatçı olarak, insan olarak bir tanık olmaktan öte bir etkinliğimiz olamaz mı? Savaşa hayır! İnsan yaşamını, doğayı ve kültürü yok eden bu insanlar kim? Biz miyiz yoksa?
Dünya kamuoyunun çok büyük bir bölümü gibi, sanatçıların da büyük bir bölümü, en acil sorun olarak Amerika'nın Irak'a saldırısını görmekteler. Bienalin yapıldığı Türkiye'den de büyük olasılıkla, hiç de ilgimiz olmaması gereken kirli bir savaşa askerler gidecek ve ölecekler. Bu konuda Türk kamuoyu çok duyarlıdır.
Ortaya şu çıkıyor: 8. İstanbul Bienali bu savaşı yok saymıştır!
Bir sansür mü söz konusu? Yoksa bir ihmal mi? Yoksa kasıtlı olarak yok mu sayıldı? Burnumuzun dibinde "Adalet" adına binlerce insan öldüğü ve yılın en önemli sanat olaylarından birisi olan bu bienal görebildiğim kadarıyla, bu olaya karşı oluşmuş binlerce sanatçının tepkisinden bir tanesine bile yer vermemiştir.
Küratörün kulakları bütün bu sanatçıların ve Bağdat'ta patlayan bombaların seslerine kapalı olamaz. O halde ne oluyor?
Ne olduğunu bilmiyorum tam olarak ama, sanırım adalet bu değildir. (DA/NM)