Bu yıl ilk kez düzenlenecek olan Beykoz Kundura Restore Film Günleri yarın başlıyor.
İstanbul'da, Beykoz Kundura'nın Yeni Kundura Terası'nda, 5-13 Ağustos arasında dünya sineması klasiklerinin restore edilmiş kopyalarını ve arşivlerde saklı kalmış, yeniden keşfedilen filmleri gösterime sunulacak.
Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nin sanat yönetmeni Nagehan Uskan küratörlüğünde hazırlanan programda, Beykoz Kundura'nın geçirdiği dönüşüme uyumlu bir biçimde temasında fabrika bulunan; hafıza, arşiv, yeniden kullanım ve hayata geçirme kavramlarıyla uyum sağlayan filmler yer alacak.
Etkinlikte, Yeni Kundura terasında canlı müzik eşliğinde sessiz film gösterimlerinin yanında gösterimlerden önce program içeriğine uygun sohbetler ve DJ performansları da yapılacak.
Restore Film Günleri’nde kapı açılışı saat 19.30’da, gösterimler 21.00’de gerçekleşecek.
Etkinliğin programı şöyle...
5 Ağustos Cumartesi
Açılış Konseri 45’ / Uninvited Jazz Band
Lumière Kardeşlre Seçkisi (1895 – 1896) 2’- Canlı Müzik: Uninvited Jazz Band
Seçki kapsamında gösterilen filmler Fabrikadan Çıkan İşçiler'de, paydos saatinde iki kapıdan çıkan, ekranın sağına ve soluna dağılan işçiler görülüyor.
Diğer film ise İstanbul vurgusu taşıyor. Lumière Kardeşler ve operatörlerinin dünyanın pek çok şehrinde kaydettikleri bine yakın görüntü arasında İstanbul da yer alıyordu.
Lumière Kardeşler’in operatörlerinden Alexandre Promio 1896 yılında İstanbul’a geldi. Promio, padişahtan alınan izinle İstanbul’da çok sayıda görüntü kaydetti. İstanbul’da çekilmiş en eski görüntülerden biri olan bu bir dakikalık filmde topçu birliği ve piyadelerin geçişi, Boğaziçi kıyıları ve Haliç görüntüleri bulunuyor.
İşçiler Fabrikadan Çıkarken / Workers Leaving the Factory (Harun Farocki, 1995) 36’
Lumière Kardeşler’in 1895’teki aynı adlı filmlerinden yola çıkan Harun Farocki, sinema tarihinde işçilerin fabrikadan çıkışını gösteren sahneleri sadece kurgulamakla kalmıyor, bu görüntülerin üretimini, ortaya çıkış sürecini ve her görüntünün ait olduğu dönemin sosyo-politik arka planını da metnin ve kurgunun parçası yapıyor.
Lumière Kardeşler’in çektiği 45 saniyelik ekranın sağına ve soluna dağılan işçi görüntüsünden D. W. Griffith, Charlie Chaplin, Fritz Lang, Pier Paolo Pasolini gibi yönetmenlerin filmlerindeki sahnelere uzanan belgeselde, fabrikanın bir mekan olarak (Fabrika kapısı, çıkışı, avlusu…) perdedeki karşılığı masaya yatırılırken işçi sınıfının sinemadaki varlığı üzerinden sinemanın işlevi de tartışılıyor.
Asri Zamanlar / Modern Times (Charlie Chaplin, 1936) 87’ – Canlı Müzik: Uninvited Jazz Band
Charlie Chaplin’in Büyük Buhran’ın ardından yoksulluk, işsizlik, makineleşme, ekonomik eşitsizlik, politik hoşgörüsüzlük gibi meseleleri dert ederek çektiği Asri Zamanlar, aynı zamanda Şarlo tiplemesinin de son filmi.
Bu kez fabrikada bir işçi olan Şarlo’yu insanlık dışı tempodan delirirken ve ancak delirdiği için bu monotonluğun dışına çıkarken gösteren Chaplin, her sahnede incelikli mizahıyla endüstrileşmeyi hicveder.
Filmde, George Orwell’ın 1984’ünden çok önce Büyük Birader’in gösterilmesi ise Chaplin’in sisteme dair öngörüsüyle ilgili sadece küçük bir örnek! Asri Zamanlar birbirine çok sıkı bağlı olmayan ama yine de lineer akan dört perdelik bir anlatımla dönemi resmeden zamansız, eskimeyen bir klasik.
6 Ağustos Pazar
Kadınlar İş Başında (Küratör: Elif Rongen Kaynakçı) 22’- Canlı Müzik: Burak Ayrancı
20. yüzyıla kadar genellikle “hafif” işlerde çalışan veya arka planda kalan kadınların çalışma hayatına katılımı 1914’ten sonra erkeklerin savaşa gitmesiyle değişti.
Savaş sırasında ağır metal sanayisinde, bomba fünyelerinin imalatında çalışan kadınlar hemşirelik, kamyon şoförlüğü de dahil olmak üzere birçok alanda etkin bir şekilde var olduklarını gösterdiler.
Küratörlüğünü Elif Rongen Kaynakçı’nın yaptığı “Kadınlar İş Başında” seçkisindeki filmler 20. yüzyıl başındaki kadın mücadelesini, özgürleşmesini ve kadının çalışma hayatındaki rolünü gözler önüne seriyor.
Ayakkabılar / Shoes (Lois Weber, 1916) 60’ – Canlı Müzik: Gonca Varol
Döneminin toplumsal sorunlarını cesurca ele alan ABD’nin ilk kadın yönetmeni Lois Weber’in klasiği Ayakkabılar, bir mağazada tezgahtarlık yapan Eva’nın hikâyesini anlatıyor.
Evin tek çalışanı olarak annesi, babası ve üç kız kardeşine bakan Eva’nın hayali giyilmeyecek kadar eskiyen ayakkabılarının yerine yenisini alabilmek. Ancak, çalışma koşulları, yoksulluk, şehir hayatı, sınıfsal farklar, evdeki ve dışarıdaki hiyerarşi, kadına biçilen roller Eva’nın hayallerine ulaşmasını engeller.
Weber’in karakterlerini yargılamaktan kaçınan gözlemci üslubu melodram öğelere sahip hikayenin derinleşmesini sağlarken, Eva’nın hayalini kurduğu ayakkabılar sistemin işleyişini gösteren bir sembole dönüşüyor
Kibritçi Kız / Tulitikkutehtaan tyttö (Aki Kaurismäki, 1990) 68’
Finlandiya sinemasının büyük ustası Aki Kaurismäki’nin proletarya üçlemesinin son filmi Kibritçi Kız, Andersen’in belki de en hüzünlü masalının post-modern bir uyarlaması.
Annesi ve üvey babasıyla yaşayan, kibrit fabrikasında çalışarak evin geçimini sağlayan Iris bir gün sıkıcı hayatından dışarı çıkar ve kendisine kötü davranan herkesten intikamını alır.
Kaurismäki, televizyondaki savaş, devrim, direniş içerikli haberlere koşut bir şekilde kurduğu anlatıyla hikâyesini politik, sınıfsal ve toplumsal açıdan genişletiyor ve filmin masalsı tonunu ironik hale getiriyor.
Kaurismäki sinemasının alameti farikası olan kendine yabancılaşmış proleterya portreleri ve komediyle dram arasındaki melankolik atmosferiyle Kibritçi Kız benzerine kolay kolay rastlayamayacağınız bir başyapıt.
11 Ağustos Cuma
Film (Alan Schneider, 1965) 24’
Yüzünü kameradan ve insanlardan saklayan bir adam eski, yıkılmaya yüz tutmuş bir odaya girer. Odanın içinde onu algılayabilecek her nesnenin üzerini kapatır. Işık giren yerleri, göz olarak algılanabilecek her deliği kapatır. Aynanın üstünü kapatır. Kedi ve köpeği dışarı çıkarır. Kuşun ve balığın üzerini örtüyle örter. Çantasından çıkardığı eski fotoğrafları yırtıp atar. Kameranın kendisini görmesine izin vermez. Kendisini algılayabilecek tek kişi kalmıştır. O da kendisi.
Samuel Beckett’ın Film adındaki sessiz, diyalogsuz, müziksiz filmi bir bakıma algılamaya ve algılanmamaya çalışan aynı insanla ilgili. Bir tarafı algılamaya diğer tarafı kaçmaya çalışıyor. Beckett’ın var olmaya ve hiçliğe dair bu kısa filmi kolay kolay her filmin ulaşamayacağı bir felsefi derinliğe sahip. Başrolde yer alan Buster Keaton’ın yüzü ve varlığı da Film’in metniyle kusursuz bir şekilde örtüşüyor!
Too Much Johnson (Orson Welles, 1938) 67’- Canlı Müzik: Uninvited Jazz Band
Amerikan sinemasının dâhisi Orson Welles’in Yurttaş Kane’le sinemayı değiştirmeden önce çektiği ve uzun seneler bir yangında yok olduğu sanılan Too Much Johnson mucizevi bir şekilde İtalya’da bir depoda bulunmuştu.
Küçük bir kısmı hasar gören on film makarası restore edilerek (66 dakikalık bir film haline getirildi) ilk kez 2013 yılında seyirciyle buluştu. Welles’in sahneye koyacağı bir oyunun prodüksiyonu için tasarladığı ancak teknik nedenlerle oyunda kullanamadığı Too Much Johnson deneysel sessiz bir komedi.
Tiyatro ile sinema arasında gidip gelen, tekrarlara dayalı, kaotik, slapstick komedi unsurları taşıyan, Welles’in teknik becerisinin ve görsel zekasının ipuçlarını barındıran film adeta bir hazine değerinde.
Gölgeler / Shadows (John Cassavetes,1959) 87’
Amerikan Bağımsız sinemasının en önemli ismi John Cassavetes’in Hollywood’un tam tersi istikamette giderek çektiği Gölgeler, doğaçlamaya dayalı oyunculuk ve mizansen anlayışıyla sinema tarihini değiştiren filmlerin başında geliyor.
Yakın çekimlere dayalı kamera kullanımı, alışıldık kalıpların dışına çıkan kurgusu, gerçekçi zaman ve mekan algısıyla seyirciye daha önce görmediği bir anlatı sunuyor. Hollywood’daki basmakalıp kadın tiplemelerini alt üst eden Lelia başta olmak üzere o güne kadar perdenin dışında bırakılmış karakterleri/hayatları odağına alıyor.
Müzik kullanımıyla da yenilikçi bir yaklaşım getiren bu eşsiz başyapıtın müzikleri ise cazın efsane ismi Charles Mingus’a ait.
12 Ağustos Cumartesi
Metropolis (Fritz Lang, 1927) 153’ – Canlı Müzik: Barkın Engin – Burak Tamer – Selçuk Artut – Gökçe Akçelik
Sadece bilimkurgu türünün değil sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen Metropolis, üretim koşullarının ve sosyal hiyerarşinin korkunç şekilde kurulduğu bir geleceği anlatıyor.
Üst tarafta, gökdelenlerde refah içinde yaşayan egemen sınıf, yerin altında ise köleleşen, makineleşmiş bir biçimde çalışan işçiler. Öyle ki işçiler daha fazla çalışsın diye zamanın bile sürekli değiştirildiği bir sistem.
Fritz Lang’ın dekorundan ışığına, en ince teknik detayına kadar zamanın ötesinde bir iş çıkardığı filmi söylemi nedeniyle zamanında büyük tartışma yaratmıştı. Metropolis çığır açan fütüristik tasarımları, görselliği ve çarpıcı hikâyesiyle halen günümüz sinemasını etkileyen, etkisinden hiçbir şey yitirmeyen bir kilometre taşı.
13 Ağustos Pazar
Dünyanın Tüm Belleği / Toute la Memoire du Monde (Alain Resnais, 1957) 21’
Alain Resnais’nin Hiroşima Sevgilim ve Geçen Yıl Marienbad’da (gibi başyapıtlarından önce çektiği belgesellerinden Dünyanın Tüm Belleği seyirciyi Fransız Ulusal Kütüphanesi’nde yolculuğa çıkarıyor.
Kamera arşiv odalarını, yerlerde üst üste duran gazete ve dergileri, büyük kitaplıkları dolaşırken Resnais hem bilginin dolaşımını takip ediyor hem de geçmişi ve hafızayı sorguluyor.
Bilginin depolandığı mekan olarak kütüphanenin işleyişinin yanı sıra kültürel arşivle ziyaretçi/okuyucu arasında kurulan ilişkiyi de kayda alan belgesel “sinemanın belleği” Alain Resnais’nin filmografisinin önemli parçalarından bir tanesi.
Liman İşçisinin Rüyası / The Dockworker’s Dream (Bill Morrison, 2016) 19’
Liman işçileri, tekne sefası, köprüler, tekstil fabrikası, denize giren çocuklar kameraya gülümseyen kalabalıklar, kilisede bir düğün, arabalarıyla zebranın peşinden giden turistler…
Çağımızın en özgün yönetmenlerinden Bill Morrison birbirinden farklı arşiv görüntülerini kusursuz bir uyumla bir araya getiriyor. Morrison’un kurgusu geçmişe ait bu görüntüleri salt arşiv görüntüleri olmaktan çıkarıyor; müzikle birlikte bir yolculuğa dönüşen belgesel hiçbir güncel materyale yer vermeden günümüze ve modernizme bağlanıyor.
Rüya gibi anlatıya sahip bu seyahatnamedeki müzik ve kurgu arasındaki işbirliği ise hayranlık uyandırıcı.
İşçi Sınıfı Cennete Gider / La classe operaia va in paradiso (Elio Petri, 1971) 125’
“Fabrikalar birer hapishanedir ve her hapishanenin bir firar yolu vardır.”
Patronların gözde adamı, fabrikanın en çalışkan işçisi Lulu Massa’nın parmağını kaybetmesinin ardından yaşadığı değişimi ve bilinçlenmesini ironik ve sert bir dille ele alan İşçi Sınıfı Cennete Gider, işçilerin mücadelesini modernleşmeyle birlikte değişen üretim süreci üzerinden anlatıyor. Massa’nın hayatını ve işini sorgulaması ise yaşadığı delirme korkusu ve akıl hastanesine yatırılan eski dostu Militina’yla yaptığı konuşmayla gerçekleşiyor.
Tek kurtuluşu sistemin yok edilmesinde gören Militina’nın sorgulayıcı sözleri filmin finaliyle birlikte daha da çarpıcı hale geliyor. İşçi Sınıfı Cennete Gider, Elio Petri’nin yarattığı kaotik atmosfer, ses ve müzik kullanımı ve Gian Maria Volontè’nin hafızalara kazınan oyunculuğuyla birlikte benzersiz bir başyapıt. (RK/YY)