Ari Folman’ın yönettiği Beşir’le Vals’in(2008) son sahnesini izlediğimde, olağanüstü rahatsız olduğumu hatırlıyorum.
Neredeyse tamamı animasyon olan filmde, 1982’de Lübnan’daki Sabra ve Şatilla katliamları sırasında İsrail ordusunda askerlik yapmış bir adam (filmin yönetmeni de olan Ari Folman) söz konusu olayları niye hatırlayamadığını anlamaya çalışır. Gerek kendi hafızasının derinliklerine inerek gerekse de asker arkadaşları ve uzmanlardan bilgi alarak aradığı hakikate ulaşacaktır Folman: Lübnanlı Falanjistlerin Filistin mülteci kamplarında gerçekleştirdikleri katliamların zeminini, dönemin savunma bakanı Ariel Şaron’un emrindeki İsrail ordusu hazırlamıştır.
Filmin son sahnesini bu hakikatin bilgisiyle izleriz. Folman’ın röportaj yaptığı TV muhabiri Ron Ben-Yishai, katliamın ertesi günü mülteci kampına gelir ve cesetlerle karşılaşır. Moloz yığınlarının arasında Filistinli bir kız çocuğunu görür ve kendi kızı gelir aklına: “Yakından baktığımda buklelerini gördüm. Kıvırcık saçlı bir yüz toza bulanmıştı. Ayırt etmek çok güçtü. Ama bir kafaydı, burnuna kadar görünüyordu. Bir kafa ve bir el. Benim kızım da o kız çocuğuyla aynı yaşlardaydı. Onun da saçları kıvırcıktı.”
Filmin bizden beklediği hiç kuşkusuz söz konusu sahneyi hümanizmin parametreleriyle algılamamızdır: Herkes insandır, hangi ırk, din, mezhebin mensubu olursa olsun benim çocuğumla senin çocuğunun bir farkı yoktur, kendi çocuğumuz için üzüldüğümüz gibi başkalarının çocuğu için de üzülmeliyiz vs.
Ama o kadar kolay değil bu sahneye sadece buradan bakabilmek. Filmi izleyeli altı yıl olmuş, o zaman sorduğum sorular hâlâ aklımda. Şöyle düşünmüştüm: Niye Ben-Yishai, gördüğü çocuk cesedinin kendi çocuğuyla olan benzerliğini özellikle vurgulama gereği duyuyor? Evet, böylesi vahim bir manzarayla karşılaştığında kendi çocuğunu hatırlaması kadar doğal bir şey yok. Ama filmin Ben-Yishai’nin tanıklığının bu kısmını finale saklamasında ve görselleştirme şeklinde tedirgin edici bir şey de yok mu?
Filistinli bir çocuğun yaşam hakkı, ancak İsrailli bir çocuğun varlığı üzerinden teyit edilebilirmiş gibi bir hissiyat oluşturuyor film. Garip bir simetri ihtiyacı. İsrail devleti ve Falanjistlerin işbirliğiyle Filistinli çocukların öldürülmüş olması tek başına büyük bir trajedi değil sanki. Muhabir, gördüğü cesedin kendi çocuğuyla aynı yaşta olduğunu, tıpkı onun gibi kıvırcık saçlı olduğunu vurgularken, sanki ona “insanlık” bahşediyor.
Kendi bilincinde bir özdeş bulmadan önce, o bir ‘çocuk’ değil, tanımsız bir figür belki onun için. Nitekim animasyon görüntülere gerçeklik bahşeden de bu oluyor. Bu sahneden kısa bir süre sonra animasyon yerini katliam sonrası çekilmiş belgesel görüntülerine bırakacak. Gerçek acıların, gerçek yaşantıların temsili oldukları ancak bu benzeşim sayesinde kabul edilebilecek sanki.
O zaman sormalıyız, özellikle sinemada böylesi hikayeler en çok, kendini suçlu hisseden iktidar sahiplerinin gözünden anlatıldığı için sormalıyız: Bakan gözün, muktedirin gözünün kendi çocuğuna benzetemediği çocuklar, ‘bütünüyle farklı görünen’ çocuklar yaşamayı daha mı az hak ederler? Onlar için üzülmek daha mı zordur? Dramaturjide bir simetri ya da benzeşlik kurulmadığında bu acıyı hissetmemiz mümkün değil midir?
Beşir’le Vals’in bu sahnesi, kişinin kendisini bir başkasının yerine koyarak onun duygularını anlaması olarak özetlenebilecek empatinin ne denli sorunlu bir kavram olduğunu ortaya koyduğu için aklımdan çıkmamış belki.
Bunu bugünün Türkiye’sinde daha iyi anlıyorum. Empatinin farklılıklarla birlikte yaşamayı mümkün kılan duygulardan biri olduğuna şüphe yok. Ancak hümanist bir söylemle depolitize edildiğinde, özneler arasındaki sınıf, iktidar ve kültür temelindeki farklılıkların hiçe sayılmasına aracılık eder bir hal alıyor.
Berkin Elvan’ın ölümünün ardından, Türkiye’deki anaakım gazete ve televizyonların yanı sıra sosyal medyada da başvurulan söylem bunun en açık örneklerinden birini ortaya koyuyor. Berkin Elvan’ın devlet eliyle öldürülmesinin trajikliğinin, “ekmek almak için evden çıkan çocuk” olarak tanımlanmasına bağlı olduğunu düşünenlerin sayısı hiç az değil.
Elinde taşı ve sapanıyla, devlet şiddetine direnen Berkin’in, Okmeydanı’nın bir Alevi mahallesinden Berkin’in yanında duramazmışız gibi bir hava estiriliyor. Empati gerekliliği ve bunun Türkiye’de herkese hitap edebilecek bir imgeye tabi olduğunun düşünülmesi, olayın ardındaki bütün toplumsal, sınıfsal, kültürel, ideolojik dinamiklerin bir celsede yok sayılmasını beraberinde getiriyor.
Bir pankartta çok güzel dile getirilmiş: “Kafasından kapsülle vurulup 269 gün boyunca komada kalmış bir çocuk için ‘ekmek almaya gidiyordu’ diye savunma yapmak zorunda değilsiniz.”
Ekmek alma fiilini insan olmanın kanıtı olarak sunma gereği duyan hümanist söylemin, nihayetinde ‘protesto için sokağa çıkma’ya, yani en basit ve temel insan haklarından birine kriminal bir anlam yüklemek dışında bir işe yaradığı söylenemez. Bir çocuğun yaşam hakkı bile, herkesin özdeşim kurabileceği, -varsa eğer- kendi çocuklarını hatırlayabileceği bir imge üzerinden meşru kılınmaya çalışılıyorsa eğer, bu ülkede ‘eylem’ kelimesi de ‘suç’u çağrıştırmaya devam edecektir.
‘Ekmek alma’ fiili ve ‘protesto’ arasındaki mesafeyi genişleten bu söylem ancak, çocukları terörist olarak tanımlayıp ailelerini yalnız bırakan, sokağa çıkanı öldürmeyi hakkı sayan baskı rejiminin güvencesi olabilir.
Katledilen çocuklara, Uğur’lara, Ceylan’lara, Berkin’lere, saçlarını kendi çocuklarımızınkine benzettiğimiz sürece yakınlık duyacaksak, bu ülkede devlet şiddetinin sonu gelmez. Bugüne kadar bu ülkenin kamuoyunun, devlet eliyle yüzlerce Kürt çocuğun öldürülmesine, Roboski’ye, kayıp ailelerinin trajedilerine gözünü kapamasının nedenlerinden birinin de bu özdeşlik arzusu olduğunu görmek gerek.
Acıya ortak olabilmek, onu anlayabilmek için illa bütün çocukları, sınırları devlet tarafından çizilen bir masumiyet imgesinde buluşturmak gerekmiyor. Bunu, Berkin Elvan’ın, Burak Can Karamanoğlu’nun ve Ahmet Küçüktağ’ın babalarının birbirlerinin çocuklarını, her biri çok farklı olan çocuklarını sahiplenen sözlerinden daha güzel anlatan bir şey de yok. Trajedinin trajedi, acının acı, katliamın katliam olarak kabul edileceği gün, tüm bunları anlamak için bir empati noktasına ihtiyaç duymadığımızda gelecek. (FY/NV)