Başlıktakı cümleyi kim kurmuştur sizce? Aklınıza ilk gelen ismi tahmin edebiliyorum ama o değil, bu tespit Benito Mussolini’ye ait.
Maria A. Macciocchi’nin Faşizmin Analizi adlı kitabında yer alan bu cümle, Mussolini döneminde uygulanmış kadın politikaları ile AKP hükümetinin politikaları arasındaki müthiş benzerliğin sloganlaşmış hali.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın son olarak 22 Aralık 2014 de tekrarladığı “Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar ve neslimizi kurutma yoluna gittiler” demecini hatırlatıyor. Farklı dinler, farklı kültürler, farklı tarihsel dönemler, biri faşist İtalya, diğeri yeni Türkiye ama egemenlerin beden üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm aynı. Bedenlerin denetiminin sadece bu iktidar ile sınırlı olmadığını akılda tutarak, AKP hükümetinin kadın bedeni üzerindeki politikaları ile Mussolini döneminin faşist nüfus politikaları arasındaki benzerliklere biraz yakından bakalım.
Patriarkanın kadınları kontrol altına almaya çalışırken aileyi yücelterek kadının en “kutsal” görevinin annelik olduğu söylemini kullandığını biliyoruz. Musssolini dönemi İtalya’sında da kadınların daha çok doğurması, çocuk başına verilen para ödülleriyle, primlerle hatta altın madalyalarla teşvik edilmeye çalışılmış[1]. O dönemde her çok çocuklu (en az dört!) anneye beş bin gümüş lira verilmektedir ki bu “bahşiş” Macciocchi’ye göre bir yıl rahat yaşama olanağı demektir (122). Ayrıca bekârlardan ek vergiler alınmakta ve yaşları yirmiden küçük olan evli çiftlere ise yüksek tutarda prim ödenmektedir (139-143).
Tayyip Erdoğan’ın ise özellikle katıldığı düğünlerde en az üç çocuk talebini gelinin gözüne baka baka dile getirmesi artık sıradanlaştı. Gaziantep’te katıldığı bir düğünde üç çocuk isteğini revize ederek beşe çıkarmıştı: “1 tane iflastır, 2 tane yerinde patinajdır, 3 eh bizi biraz ileriye taşıyacak. Onun için bize 4-5 lazım”. Bir başka konuşmasında ise kadınların çocuklarını millete “hibe” etmesini istemişti: “Ben sadece 3 çocuk tavsiye ediyorum. Bu benim en doğal hakım. Bu davaya gönül vermiş kadınlara 3 çocuk yapın diyorum. Bu millete hibe edin, lütfedin diyorum. Bu milletin güçlü olması lazım. Bu da insandan geçiyor. Eşrefi mahlûk olan insanı bu anneler yetiştirecek”.
Erdoğan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Türk aile yapısının korunması amacıyla hazırladığı “Aile Olmak” projesinin tanıtım toplantısında ise "Bu ülkede yıllarca doğum kontrolü mekanizmalarını çalıştırdılar. Adeta vatandaşlarımızı halkımızı kısırlaştırdılar. Bununla ilgili tıbbi müdahalelere varıncaya kadar her şeyi yaptılar. 'Sezaryen' denilen olay budur, 'kürtaj' denilen olay budur. Hep bunları yaptılar. Bunları yaparken de adeta cinayet işlediler, 'ölüyorsun seni ölümden kurtaracağız' dediler. Onun için 'sezaryen' dediler. Hâlbuki dert başka idi" der ve asıl derdin nüfus artış hızını düşürerek milletimizin yarışta geri kalmasını isteyenler olduğunu ifşa eder: "Dert, bu milletin nüfusu azalsın ve bu millet, milletler yarışında geri kalsın. Ama bu oyunu artık bozuyoruz bozmamız lazım. Onun için ailelere çok büyük iş düşüyor. Özellikle annelere sesleniyorum… Bu oyunu birinci derece bozacak olanlar sizlersiniz... Bir Türk annesi olarak bir Türk kadını olarak bunu bozacak olan birinci derecede sizsiniz."
Konuşmadaki “Türk kadını” vurgusunun artması istenen nüfusun etnik kimliği hakkında önemli bir ipucu olduğunu kaydederek yine İtalya’ya dönelim. Çünkü 1930’lu yıllarda aynı karanlık oyun bu kez İtalya’da oynanmakta (!) ve Mussolini de halkını şu sözlerle uyarmaktadır. “Eğer sayıca azalırsak imparatorluğu kuramıyoruz demektir, bir sömürge oluyoruz demektir[2]…Sayı, güç demektir=çocuk yapınız…Ya çoğalacaksınız ya da köle olacaksınız”.
Yine Mussolini’nin sözleriyle “Kadın, Romalılar zamanındaki gibi aile ocağının bekçisi olmalı, kalabalık ve gürbüz olmasını özlediğimiz yeni kuşaklara en büyük önemi vermelidir. İmparatorluğun savunması için gerekli öncü ve asker kuşaklar sizin yetiştirdiğiniz gibi olacaktır” (148). Tam da Türkiye’de Erdoğan’ın yaptığı gibi konuşmalarında optimal çocuk sayısı da sürekli vurgulanır: “Faşistler, İtalyanlar, […] bir üçüncü, özellikle de dördüncü çocuk sahibi olmaya çalışınız! Ancak dördüncüden sonradır ki olumsuz öğeler gelecek kuşaklar düzeyinde aşılmış olacaktır. […] normal kişiler yalnız ahlaksal ve yurtsever açıdan değil, amaçladığımız biyolojik işlevin güvencesi olarak da bunun uzak sonuçlarından yoksun kalmayacaklar (142).” Artması istenen nüfus elbette beyaz ırktan olmalı, “yabancısı olduğumuz bir tempoyla çoğalan başka renkli ırkların” altında kalmamalıdır. Mussolini, aynı dönemde nüfus artış hızını yükseltmiş Hitler’e hayrandır. Ona göre Hitler “nüfus savaşında” ilk zaferi kazandığını ilan etmiştir (141).
Mussolini dönemi İtalyası ile AKP’nin kadın ve aile politikaları arasındaki benzerlikler yazmakla bitmiyor. Örneğin Türkiye’de Gençlik ve Spor Bakanlığı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü, öğrenim kredisi alan evli öğrencilerin aldığı krediyi karşılıksız bursa dönüştürmek ve bu öğrencilerden yurt ücreti alınmaması için çalışma yürütürken[3], Mussolini de 1934 de İtalyanlara genç yaşta evlenmeleri için buyruk verir:
“Yirmi yaşında evlilik bütün tazeliğini korur…Çocuklar en iyi fiziksel, ahlaksal ve akılsal sağlık içinde olurlar. Otuz yaşındaki bir adam …bir çocuk sahibi olmaktan kaçar. Genç bir siyaset olan ve aynı zamanda gençlerin siyaseti olan faşist siyaset, genç evlilikleri istemeli ve elverişli duruma getirmelidir (142).”
Bu sözler seksen yıl sonra Türkiye’de hükümet kanadında da duyulur ve genç evliliği teşvik için yapılacaklar şu sözlerle halkımıza muştulanır:
Hükümet bir yandan 3 çocuğa teşvik çalışmaları yaparken, diğer taraftan da evliliğe finansal destek sağlayacak çalışmalara başladı. Başbakanlık bünyesinde yürütülen çalışma, gençlerin maddi sıkıntılar yüzünden yuva kuramamasına çare üretmeyi hedefliyor. Buna göre 25 yaşın altındaki çiftlere 10 bin lira faizsiz düğün kredisi verilecek. Ödemeler ise 2 yıl sonra başlayacak ve makul taksitlere bölünecek. Burada çiftlerin mesleki durumları, aylık gelirleri ve aile kaynaklı zenginlikleri de baz alınacak. Bütün bu ölçütler çerçevesinde kredi miktarı artabilecek ya da taksit sayısı çoğaltılabilecek. Çalışma, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından yürütülüyor.”[4]
Çalışmalar parasal teşviklerle sınırlı kalmıyor elbette. Kürtaj yasaklanmaya çalışılır, dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin “bir celsede kolayca boşanıldığından” şikâyet ederek evlilikleri kurtarmak üzere “aile ombudsmanlığı”nı devreye sokar, “bizim aile yapımıza uygun bulunmayan” stüdyo tipi daireler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bir yönetmeliğiyle yasaklanır[5] vs.
Foucault Cinselliğin Tarihi adlı kitabında, bedeni merkez alan müdahaleleri, nüfusu düzenleyici denetimleri nüfusun biyo-politikası olarak adlandırır ve “bedenlerin boyun eğmesini ve nüfusların denetimini sağlamak üzere çeşitli ve çok sayıda tekniğin pıtrak gibi bitmesiyle” biyo-iktidar çağının başladığını öne sürer. Biyo-iktidarın kapitalizmin vazgeçilmez bir öğesi olduğunu, çünkü kapitalizmin, bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla güvence altına alındığını belirten Foucault’ya göre beden ile nüfusun bağlantı noktasında yer alan cinsellik artık iktidarın merkezi hedefine dönüşmüştür (100-105).
İşte Mussolini’nin yahut Erdoğan’ın konuşmalarını süsleyen “Beşikleri boş duran halklar İmparatorluk kuramazlar” (147) veya “çocuklarınızı milletimize hibe edin” retoriği, yaşatma veya ölüme atma gücünü kullanan egemenin iradesinin dışa vurumudur. Dönemin İtalyan ekonomisinde olduğu gibi Türkiye’de de nüfusun aksine işsizlik artmaktadır. Eh, o halde Foucault’un belirttiği gibi “cinselliğin siyasal işlemlerin, iktisadi müdahalelerin (üremeyi özendirici ya da kısıtlayıcı davranışlar yoluyla) [i]deolojik kampanyaların temasına dönüşme” (104) vakti gelmiştir. AKP iktidarının da yaptığı budur.
Orta vadede nüfus artış hızının yavaşlaması ve nüfusun yaşlanması, 15-65 yaş aralığında hesaplanan çalışabilecek nüfusun azalmasına yol açacaktır. Ki bu durumun muhtemel ekonomik sonuçları genel ücret düzeyinin yükselmesi ve iç pazarın daralmasıdır. Hâlbuki en az üç dört çocuklu üreme kampanyası tutarsa “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefi değil ama emek piyasasında hali hazırda çalışan işçilerin dışarıdaki işsizler ordusu ile tehdit edilmesi, ücretlerin düşmesi ve sendikal hakların tırpanlanması yahut ikame etkisinin yoğun olduğu piyasalarda istihdamın artmasından çok işsizliğin kompozisyonunun değişmesi mümkün hale gelecektir.
Sonuçta ülkelere ve dönemlere göre farklı görünümler alsa da, ister Hristiyan ister Müslüman olsun, patriyarkanın kadın bedenini kontrol etme iştahı baki. Dün İtalya’da “beşikleri boş kalan halklar..” bugün Türkiye’de fıtrat soslu “doğum kontrol ihaneti” söylemleri…Ama mücadelenin kolay olduğunu kim söyledi ki? (NC/HK)
Neslihan Cangöz 1986 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1994 yılında Southern New Hampshire Üniversitesi İşletme bölümünden, 2012 yılında ise Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünden yüksek lisans derecesi aldı. Bazıları kitap tanıtımı olmak üzere çeşitli yazıları Amargi, Birikim, Mesele gibi dergilerde yayınlandı. Adana’ya Kar Yağmış (2007) ve İsyan ve Devrim Filmleri (2013) adlı kitaplara katkıda bulundu. Halen Ayizi Yayınları’nda yayın kurulu üyeliği ve editörlük görevini sürdürüyor. |
Kaynakça
Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi. Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı, 2003.
Macciocchi, Maria A. Faşizmin Analizi. Çev. Cemal Süreya. İstanbul: Payel Yayınları, 2000.
[1] Ailenin ve anneliğin yüceltilerek çok sayıda çocuk sahibi olmanın teşviki açısından Stalin dönemi Rusya’sında da benzer politikalar uygulanmıştır. Ekim 1917 devriminden hemen sonra Sovyetler Birliği’nde aile yapısını ve cinsiyetçi işbölümünü değiştirmeye yönelik pek çok yasa çıkarılmış ve önemli düzenlemeler yapılmıştır. Bunlardan bazıları evliliğin basit bir kayıt işlemine indirgenmesi, boşanmanın kolaylaştırılması, kürtajın yasallaşması, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, çocuk bakımevleri açılması, doğum öncesi ve sonrası on altı hafta ücretli izin hakkıdır. Yine aynı dönemde çıkan önemli bir diğer karar da eşcinsellerle ilgilidir. Bu karara göre “Sovyet kanunları şu ilkelere dayanır: Devlet ve toplum hiç kimse incinmedikçe ve başkalarının isteklerine tecavüz edilmedikçe eşcinsellik konusunda bir yasaklama getiremez”. Ancak ekonomik zorluklar baş göstermeye başladığında ilk tasarruf, kadınların görünmez emeğine dayalı görevleri topluma aktarma amacıyla açılan aşevleri, kreşler ve çamaşırhanelerden başlamıştır. İşten çıkarmalar söz konusu ise ilk çıkarılan kocası çalışan kadınlar olmuştur. Kadının eve dönüşü başlamıştır artık. 1934 yılında Stalin 17. Kongreye sunduğu raporda kadını ilk defa “anne ve işçi” olarak tanımlamıştır. Artık kadınların asli görevi anne olarak gelecek nesilleri eğitmektir. Geriye dönüşün ikinci sonucu ise eşcinsellikle ilgili olmuş, eşcinsellik toplumsal suç ilan edilmiştir. 1936 yılında ise kürtaj yasaklanmıştır. Aynı günlerde kabul edilen anayasa ilk kez “Sovyetik Aile” kavramını kullanmış ve yasayla devlet aileyi korumayı taahhüt etmiştir. Boşanmak oldukça zorlaştırılmış, halk mahkemeleri ayrılmak isteyenleri ikna etmekle görevlendirilmiştir. “Analık sevinci” kavramı dolaşıma sokulmuş ve “analık madalyası” (yedi çocuğa bir madalya) verilmeye başlanmıştır. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 3 730-31)
[2] Faşizmin analizi sf.138, 140
[3] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/25026004.asp
[4] http://yenisafak.com.tr/ekonomi-haber/evlenenlere-hukumetten-mujde-30.07.2013-547323
[5] http://www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/Studyo-daireye-yasak-geldi-.htm?ArticleID=194144