Füsun Erdoğan 2006’da İzmir’de sivil bir araçtaki polisler tarafından kaçırıldı, Nazilli’deki bir evde gözaltına alımış gibi işlem yapıldı.
Ancak tutukluluğunun ikinci yılında hakkındaki suçlamaları öğrendi. 4 Ocak 2014’te 7 buçuk yıldır hapsin ardından Marksist Leninist Komünist Parti yöneticisi olmakla suçlanarak müebbet hapse çarptırıldı.
Dosya henüz Yargıtay’a gönderilmemiş olmasına, mahpusluğu maksimum uzun tutukluluk olan beş yılı çoktan geçmesine rağmen tahliye talepleri defalarca kez reddedildi ve en sonunda 8 Mayıs’ta yedi buçuk yıllık mahpusluğun ardından tahliye edildi.
Erdoğan Özgür Radyo’nun eski genel yayın koordinatörü, dört yıldır cezaevinin bianet’e penceresi oldu.
Füsun Erdoğan mahpusluğunu, hapishane koşullarını, deneyimlerini, çalışmalarını her hafta bianet okurlarıyla paylaştı. Biz de ona hapishanenin öncesini, hayatını, Kara’sını, Ako’sunu sorduk. O da anlattı.
"Özgür bir çocuktum"
Çocukluğunuzdan başlayalım isterseniz?
1962 yılında Erzincan’da doğdum. Sekiz çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuyum. Evin en küçüğü olduğum için gayet rahat ve özgür bir çocukluk geçirdim. Öyle ki annem bana daha sonraki yıllarda “Sana bir gün bir şey demedik, bıraktık istediğin gibi davrandın onun için böyle başımıza işler açıyorsun” dedi.
Ablam avukat olduğu için Şengül’le odamızda bir duvar dolusu kitap vardı.Ben İnce Memed’i ilkokul brinci sınıfta, beşinci sınıftan itibarense Orhan Kemal’i ve Yaşar Kemal’i okudum. Ortaokula geldiğimde artık Engels okuyordum.
Gazetecilik ne zaman başladı?
Lise bittikten sonra üniversite sınavlarına girdim spor akademisini istiyordum, kayıt yaptırdım ama o zaman Sevin Okyay’ın yanında gazeteciliğe başlamaya karar verdim. Arşiv Kültür Ajansı AKA’da haber bülteni çıkarıyorduk ve arşivleri gerçekten iyiydi. 12 Eylül’e bir hafta kala ajans basıldı, o zaman Sevin abla orada değildi, ortaklardan bir kısmı vardı onları gözaltına aldılar, ben çalışan olduğum için bırakıldım. Zaten 12 Eylül geldi ve herkes bir tarafa savruldu. 1982’de de yurtdışına çıktım ve Hollanda’ya yerleştim.
“İbo’yla beraber büyüdük”
Bir de sevgiliniz var, İbrahim Çiçek (Kara) Nasıl tanıştınız?
1980 yılında tanıştık, ben kendi başıma yaşamak istediğim için Ankara’dan İstanbul’a gelmiştim, bir arkadaşımla ortak bir ev tutmuştuk ve İbrahim’le orada karşılaştık, tanıştık. Sonra ben aşık oldum, meğerse o da aşık olmuş. O zamanlar öyle flört etmek yoktu, devrimciler ve sosyalistlerde halkımızın gelenekleri diyerek evlenmeyi düşünüyorlardı.
Bana o zamanlar evlenmek çok komik geliyordu, ben daha çocuğum herkes benimle dalga geçer diye düşünüyordum.
Sonra 12 Eylül geldi, İbo bana ne yapacağız diye sordu. 12 Eylül aslında tüm hayatların savrulup gittiği bir dönemdi. Benim kararım belirleyici olacaktı çünkü ben daha küçüktüm, boşver evlenelim ben ayrılmak istemiyorum dedim çünkü bir gün görmesem dayanamıyordum. Aileme söylediğimde ailem çok karşı çıktı, nikah diye tutturdular, ben İbrahim’le kalmaya devam ediyordum, daha sonra ikna oldular. Biz bir tek gidip yüzük aldık, komşular nezdinde evil olduğumuz bilinsin diye.
Sizinki nasıl bir sevgililik?
İkimiz de aslında cahildik, o benden büyüktü, biz birlikte büyüdük, ikimizin de ilk ilişkisiydi, ikimiz de daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştık, deneyimimiz yoktu. Birlikte özel yaşamın ayrıntılarını ve kendimizi, kendi bedenimizi tanımayı öğrendik.
İbo’nun bana ilk açıldığı tarih olan her 10 Şubat ve ilk birlikte oluşumuzun tarihi olan her 20 Ekimde kağıt kalem alıp ilişkimizden ne bekliyoruz, memnun olmadığımız yanlarımız ne, eksiklerimiz ne ve ilişkiye neler katmamız gerekiyor diyerek toplantı gibi 5-6 saat süren değerlendirmeler yapıyorduk. Uzun süre bunu yaptık, yurtdışında da devam ettik, ta ki Türkiye’ye dönünceye kadar.
Bu değerlendirmelerin ilişkimize çok katkısı oldu. Birbirimize baştan verdiğimiz bir söz vardı, bütün sorunlarımızı açıklıkla çözmek. Genellikle kadın erkek ilişkilerinde kavga ederler sonra gidip yatakta barışırlar, biz hiçbir zaman sorunumuzu çözmeden barışmadık.
Aktaş’ın Anne Gunaa’sı
Bir de oğlunuz var, Aktaş.
Rotterdam’da Erasmus Üniversitesi’nin Politikoloji bölümüne başvurdum. Daha sonra çocuk yapmaya karar verdim. İbo istemiyordu ama ona bir gün senden çocuk yapacağım dedim ve ikna oldu. Hamile kalınca okulu bıraktım.
Aktaş’ın doğumuna yakın İbo Türkiye’ye dönmek istedi. Ben doğumu o olmadan yapmaya hazır değildim. Ve bu erken gidişe itiraz ettim. Doğuma iki ay vardı, İbo’ya doğumdan önce Türkiye’ye dönerse beni ve oğlunu unutmasını söyledim. Hayatımda sadece bir kere doğum yapacaktım ve onun da bunu paylaşmasını istiyordum. Kaldı.
Aktaş doğduktan sonra İbo Türkiye’ye döndü ve ben dönmek için Aktaş’ın biraz büyümesini bekledim. İbrahim geri döndüğünde herkes aranıyordu, bir operasyonda onu da almışlar ve çok işkence yapmışlar. Bir ay sonra onu gazeteye çıkardılar ve ben bile tanıyamadım, öyle kötü bir durumdaydı. O cezaevine girince ben Aktaş küçük olduğu için dönmeyi erteledim.
Sevgiliniz oğlunu ne zaman gördü?
İbrahim’e Aktaş’ın büyümesini onun fotoğraflarını çekip yollayarak gösteriyordum. Evde bir fotoğraf vardı. Aktaş’a, Aktaş bu baba, baba İstanbul’da diye öğrettim. Aktaş sonra her fotoğraf gördüğünde “baba” demeye başladı.
Yılbaşından önce Aktaş’ı Türkiye’ye göndereceğim, babaannesiyle konuştum, siz havaalanından alın Bayrampaşa cezaevine götürün ve açık görüşte koyun önüne. Aktaş’ı gönderdim ama öğrendim ki Bayrampaşa’da tünel kazmışlar, görüşler aylarca yasaklanmış.
6 ay sonra İbo Aktaş’ı gördüğünde anne bunu nereden aldın demiş. Aktaş’a babanı öp demişler, o da gitmiş fotoğrafları öpmüş.
Aktaş’la aramızda bir oyun var, ben ona ‘Anne Kurban’ diyorum o da ‘Anne Gunna’ diyor. Ben Türkiye’ye döndüğümde Aktaş beni unutmuştu. Baktım yabancı yabancı bakıyor, ‘Anne Kurban’ dedim o da ‘Anne Gunna’ diye hatırladı beni. Anne Gunna oradan geliyor.
Sevgiliyle yeniden bir arada
Sevgilinizle tekrar ne zaman bir araya geldiniz?
Ben geldikten sonra ikimiz de Emeğin Bayrağı’nda işe başladık, İbrahim’e izin verdiler bir hafta ve biz bütün zamanımızı dergiyle ilgili planlamalar yaparak harcadık, o daha sonra Tokat’a askere gitti. 3 ay sonra ben yanına gittim, iki gün yanında kaldım .Daha sonra askerliği bitti döndü ama ben yurtdışına gitmek zorunda kaldım ve aylar sonra geri dönebildim. İbrahim tekrar hapse gitti çünkü Yargıtay onaylamış cezayı. Cezanın geri kalan 6 ayını Kandıra ilçe hapishanesinde yattı. 1996 yılında İbrahim Ziverbey’den, ben de Taksim’den gözaltına alındık. Ben 6 ay sonar tahliye oldum. İbrahim ise 4 yıl sonar tahliye oldu. Ve 2006 yılında bir kez daha bildiğiniz gözaltı sürecini yaşadık.
En son ne zaman gördünüz birbirinizi?
En son 26 Haziran 2012’de gördüm, kapalı görüştü, bir daha da görüşmedik. En son aldığım faksta 27’sindeydi, dördünde biz Gebze’ye taşındık o faksı verdiler bana.
İlk tutuklandığımız zaman 14 ay hiç görüşemedik. İlk duruşmadan günlerce önce 10. ACM’ye, cezaevi güvenliğine komutana dilekçe yazdım ben arada eşimle görüşmek istiyorum diye, cezaevi savcısıyla, idaresiyle görüştüm, Cumhurbaşkanı’na dilekçe yazdım.
Duruşmaya girdik herkesi ayrı oturtuyorlar, ben oturmayacağım dedim eşimin yanına geçtim, sonra sevgilisi olan herkes birbirinin yanına geçti. Saçlarımı uzatıp fön çektiriyordum, duruşmada saçlarımı okşayabilsin diye. Aynı cezaevine gelmek, telefon hakkı için çok uğraştım, normalde bunu hiç kimse yapmıyor.
O da sizin kadar mücadele etti mi?
Yaptı. Ama o benim kadar yırtıcı değildi. Çok zeki bir adam, düşünce sistematiği çok iyi, kalemi çok iyi, yani hayranım ben ona. Ama bazı konularda benim kadar girişken değil. O yüzden hakları ben kazandım, beraber kullandık.
“Kapatma cezalarındansa hapse razıydım”
Gazeteciliğe dönersek dokuz yıl boyunca Özgür Radyo’daydınız.
1990’lı yıllarda Yeni Kadın, Atılım, Emeğin Bayrağı, Emekçi Kadınlar Birliği’ni çıkardık. 1995’tan beri Özgür Radyo’daydım.
Radyo kurmak, yönetmek, belli bir başarı düzeyine getirmek, yeni radyocular yetiştirmek ve bir hukuk mücadelesi yürütmek anlamında yeni bir sürü şey öğrendim.
95’ten 2006’ya kadar radyo için deli gibi çalıştım, gece gündüz demedim, gecenin bir yarısında verici için erkeklerle Çamlıca’ya çıktım.
Konuya Türkiye’deki radyo televizyon kanalları açısından baktığınızda olaya ben sansürcü başıydım zaten. RTÜK’tekiler muhtemelen benim kadar ince eleyip sık dokumuyorlardı ama yine de kapatmak istedikleri zaman bir şey buluyorlar. Radyo’nun mikrofonu sustuktan sonra geriye kalan şeyler bir demir yığını. İlk kapatma cezalarında ölüp ölüp diriliyordum ben. Kapatma cezaları yerine beni hapse koysalar razıydım.
“Radyodan kopmak hapisten zordu”
Radyodan kopmak ne hissettirdi size?
Benim üzerimden radyoyu kapatmak istediler. Bize uygulanan komplo ve yargılanma sürecimiz. muhalif basına bir mesaj verme amacı taşıyordu. Radyonun gidişatı için daha dikkatli davranmaları gerekiyordu. Ancak gördüm ve yaşadım ki, aynı kaygıları yaşamıyoruz. Bazen kişisel istek ve hırslar daha ön planda oluyor. Radyonun sesinin kısılması, ya da ceza alması süresiz kapatılması anlamına gelecekti. Ben buna tahammül edemedim, karşı çıktım. Sonunda da yollarımız ayrıldı. Bana müebbet ceza ve yüzlerce yıl hapis cezası verdiler. Ama o bana daha ağır geldi.
Gazetecilik hayatınızda en çok hatırladığınız olay neydi?
Geriye dönüp baktığımda en iyi hatırladığım şey Hasan Ocak bulunduğu zaman İnsan Hakları Derneği’nde bir basın açıklaması olmuştu ve Hatice teyze, Hüseyin Toraman’ın annesi geldi oraya.
Hatice teyze isyan ediyordu benim çocuğum hangi ormanda, hangi ağacın altında kemikleri, benim oğlum hangi toprağın altında çürüdü, nerede Hüseyin Toraman diye.
Düşünebiliyor musunuz, bir annenin çocuğunun işkence edilerek katledilmiş ve kimsesizler mezarına gömülmüş bedenine ulaşması, bir başka annenin ona gıpta etmesi nasıl bir şey, bu nasıl bir duygu.
Cezaevi sürecine geçersek, nasıl girdiniz nasıl çıktınız?
Kendi kendime hapishaneye gittiğim ilk gün bir karar aldım, dışarıda koşuşturmaktan, yapmak, okumak istediklerimi yapamamıştım, hapishanede yapacağım tek şey bunları yapmak, zamanımı değerlendirmek.
450 kitap okudum içerde. Günlük gazeteleri, süreli yayınları takip ettim. Kitap çalışmalarım için defterlerce notlar tuttum.
Geçen Basın Konseyi sizin bir fotoğrafınızı paylaşmıştı, cezaevine girmeden önce Hrant Dink ile görüşmüşsünüz. Cezaevindeyken haberi nasıl aldınız?
Hrant Dink öldürülmeden önce onlar Ermenice bir radyo kurmak istiyorlardı biz de Hrant’la görüştük. En son 2006 yılında Agos’a gittim, sonbaharda yeni yayın döneminde Ermeni müziği yapmak isteyen bir radyo grubu vardı onunla ilgili konuştuk, o zamana kadar da bizim radyoda program yapılması ve aslında staj gibi gençlerin yetişmesine karar verdik.
Gebze hapishanesinde haberi duyduğumda alt katta bir arkadaşla konuşuyorduk, altyazı geçti oradan öğrendik. Ondan sonra da o gün zaten televizyonun başında geçti. O halini gördükten sonra da mahvoldum zaten. Birçok insan içine o ayakkabısının altındaki delik dert olmuş. Benzer bir şeyi ben Turan Dursun’la yaşamıştım, onunla o zaman Emeğin Bayrağı’nda yazması için konuştuk, yazmaya başladı. Onun haberini aldığımda deliler gibi Numune Hastanesine konuştum yanımda bir arkadaşımla birlikte. Çantasında cüzdanından bozuk paralar çıkmıştı.
İsyan etmiştim bu nasıl bir şey, nasıl bir ülke ki aslında en güzel evlatlarını bu hale getiriyor. Hrant’ın o kaldırımdaki halini seyrederken arada sesli konuştum ve hep duygu dünyamda nasıl ikiyüzlü bir milletiz diye düşündüm.
Cezaevinden sonra…
Bitirmeden once davanızın son durumuna dönersek. Bundan sonra ne yapacaksınız?
Beraat için mücadele edeceğim. Dosya Yargıtay’da. Beraat çıkıp bu hukuk cinayetinin ortadan kalkması lazım. Ben öyle kaçak gökçek yaşamak istemiyorum. İçerideki arkadaşlarımın uğradığı hukuk cinayetleri için de mücadele edeceğim. Füsun sen cezaevinden çıkınca ne yaptın diye kendime sorduğumda, en azından vicdanımın rahat etmesini istiyorum. (EA/NV)