O kadar ki büyük bir çatışma. Artık ben de yayan gittim, bayağı da sürüyo devlet hastanesi bizim evden. Ben böyle beklemiyorum da amcamın oğlunu. Ben yürüyorum, o arkamdan geliyor. İnfaz olayı aklıma bile gelmedi, diyorum işkence filan fazla yapmışlardır, bir daha götürecez doktora, Mardin'e falan. Onun için çağırıyolar.
Hastaneye vardık, daha merdivenlerin başında amcamın oğlu dedi ki: 'Sabri Hocamın oğlunu getirmişler'. Nerde? Yani o adam kulağıma bir şey deyince ben birden bağırdım, dedim: 'Devlet oğlumu öldürdü!' Aynen böyle. Artık bağıra yolda, o yoldakiler böyle hani hepsi de damda yatıyorlar ya, benim sesimi tanımışlar, hem Arapça söyledim hem Türkçe: 'Devlet benim oğlumu öldürdü!..."
Bu satırlar Ortadoğu Tarih Akademisi'nin hazırladığı sözlü tarih çalışmasını kapsayan "Savaş Tanıkları Anlatıyor: Ben öldüm Beni Sen Anlat"ın arka kapağından ve 125 hikayeden sadece birinin anlattıklarından bir bölüm.
Tanıkların dilinden savaşa bakmak
Nadire Mater'in "Mehmedin Kitabı"ndan sonra savaşı, militarizmi insan hikayeleriyle, tanıklıklarla sorgulayan ikinci çalışma.
"Kürt Sorunu" üzerine dolup taşan yüzlerce kitap, profesör ağzı olmasına karşın tanıklıkların aktarımının meseleye bakarken çok kıymetli bir yer tuttuğu kuşkusuz.
Üstelik tam da ölen asker ailelerinin "vatan sağ olsun diyemiyorum" demeçlerini verip de şahadet, şehitlik kavramlarını tartışılır kıldığı günlerin ardından "Ben öldüm Beni Sen Anlat"ı okumak ayrıca kıymet kazanıyor.
Bugüne kadar asker cenazelerinde oluşturulan politik tutum Türkler ve Kürtler arasında şiddet ve öfkeyi artıracak bir nitelik taşıyordu. İlk defa acılı asker ailelerinin "bu savaş sona ersin" feryadı barış zeminini sadece Kürtlerin değil Türklerin de isteyebildiği anlamına geliyordu. Temennimiz cesur annelerin barış mesajlarının siyasete alet edilmemesiydi.
İsmailağa Camii'nde gerçekleşen cinayet ve linçle ilgili "İki fakülte bitiren hoca öldürülüyor. Kimsenin ailesine başsağlığı dilediği yok" diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yaşam hakkı karşısındaki tarafsız tutumunu Balıkesir'de konuşurken kalabalığın içinden birinin "şehit cenazesi görmek istemiyoruz artık" demesi üzerine verdiği cevap ile anlamıştık:
"Askerlik yan gelip yatma yeri değil. ... Biz tarih boyunca neleri konuştuk, neleri paylaştık. Kaldı ki biz hep şunu söyledik; 'Git oğlum git, ya gazi ol ya şehit ol' diyerek ellerine kına yakarak evlatlarımızı askere gönderdik".
Oysaki Erdoğan bir yıl önce Diyarbakır'da "Kürt sorunu"na yaklaşımıyla nasıl da umutlandırmıştı.
Şeyhmus Diken bir yazısında "Mesela Kürt sorununun çözümüne dair Diyarbakır'da söyledikleri iyi danışılmış ve iyi çalışılmış bir dersin kamuoyuna yansıyan yüzüydü. Dolayısıyla getirisi de ulusal ve uluslararası manada çok verimli olmuştur, eminim. Ama "Askerlik yan gelip yatılacak yer değildir" sözü amiyane tabiriyle "pat" diye ortaya atılan bir söz olmuştu" diyerek yorumluyor bu durumu.
Aynı sapma çok daha düzeysiz ve düzlemsiz Mehmet Ağar için de "Gerillayı Ankara Ovası'na siyaset yapmaya" çağırmasıyla gözlenebilir. Bütün bu gelgitler ilerlemeye değil meseleyi tıkayıp yeniden üretilmesine neden olmaktan öteye varamadı.
Peki Kürt kanadı? Örgüt içi infazlar, mayınlı tarlalarda ölen masumlar. Son yıllarda linç kültürüyle de beslenen ve yükselen milliyetçilik sadece "Türk"lere mi has?. "Meşru savunma" söylemi "artık" örtebilir mi bu soruları? Oralara değinmeden bile antimilitarist söylemle şiddetin her türlüsüne karşı olma duruşu var serde.
Ordu da boş durmuyordu. "Şehit annelerine saygısızlık eden ve aslında islami kesimi temsilen iktidarda bulunan başbakana" da "dağdan ovaya inip siyaset yapsınlar" diyen Ağar'a da haddini bildirecek açıklamalarda bulunup "boşa konuşuyorsunuz. Biz varız" diyordu. Şemdinli'de patlayan bombalara rağmen, ihraç edilen savcılara rağmen. Tam da işte onlara rağmen. İrtica tartışması ayinleri eşliğinde, "valla mumla aratırız kendimizi" dedirtircesine...
"Ben öldüm sen anlat" başbakanından paşasına piramidin üstündeki tükürük saçan dillere değil savaşın asıl yükünü çeken taraflara soruyor. Ne soruyor?
Merhumu nasıl bilirdiniz?
Ama hep bir ağızdan "iyi bilirdik" minvalinde cevap getirecek keskinlikte sormuyor.
Medyada çıkan üç satır haberde çatışmada ölen gerilla kimileri için şehit kimileri içinse vatan haini, bebek katili. Oysa savaş tanıklarını dinleyince bütün bu insanların gerçekten insan olduğunu hatırlama şansımız doğuyor.
Bu hatırlatmanın yöntemi eleştirilebilir. Ama bu değil ki mevzuumuz. Hatırlatanların "yüceltici" dilini anlama çabası bile çok şey demek bence. Hele ki hatırlattıkları bu kadar kayda değer olunca.
Gerillanın dağa çıkmadan önce yaşadıklarını öğreniyoruz. Nasıl da çocuk olduğunu, misket oynadığını, şarkı söylediğini, Galatasaray'ı tuttuğunu, ilk aşkını, okuldan kaçtığını...
Fakat şarkısını Kürtçe söylediği için, okuduğu gazete gündem olduğu için, okulda sağcılardan baskı görüp de kaçtığını da öğreniyoruz.
Qehreman ile Kahraman'ın doğunun ve batının insanları olmaktan öte ne aşkları, ne oynadıkları oyunları ne de heyecanları fark etmiyor. Ama doğuda ve batıda olmak zaten onları ayrı kılıyor.
Bir yanı eğitime, sağlığa, temel insani haklara erişememiş başından eşitsiz bir ayrılık gayrılık olunca sofraya kimin erken oturduğu önemsiz kalıyor.
Kimi zaman okumaya devam edecek takati bulamayana dek ölüm kadar somut, keskin bir acı ağızlardan dökülüyor.
Necmiye Alpay yakın tarihte Radikal İki'de konuyla ilgili iki yazı yazdı. Birinin başlığı "Kürt sorunu, konuşamama sorunu"
Alpay diyor ki:
"Devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı. Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu.
Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda. Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istem dışı ve çok daha genel bir olgu.
Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli. Ortak imzalı çağrılara genel ve soyut bir söylemin egemen olmasında, ortaklaşma ihtiyacının da payı var. Çözüm için hangi önlemlerin istendiği ortaya dökülse, ortak bir söz söyleme olanağı azalacak, herkes ben buna yokum diyecek bir madde bulacaktır. Ama taleplerin somutlaştırıl(a)mamasında, uzun sürmüş baskı ve istemli susma dönemlerinin belirleyici olup olmadığı düşünmeye değer."
Alpay'ın "ortaklaşma ihtiyacı" yorumuna katılmamak elde değil.
Daha sonra yazdığı diğer yazının başlığı ise "Kürt sorunu, kim konuşacak sorunu"
Alpay bu yazısında da şöyle diyor:
"Benim de aralarında bulunduğum üçüncü bir grup ise, herkesin konuşmasından yana ve Kürt sorunu diye bir sorun yokmuş gibi davrananları eleştiriyor. Bu grup, tahmin edilebileceği üzere, henüz ortak bir ses çıkarabilmiş değil."
Yine Alpay'ın kendini de dahil ettiği grubuna katılmamak da elde değil. Ancak "Ben Öldüm Beni Sen Anlat"ı okudukça Kürt sorununun "konuşamamak ya da kim konuşacak" sorunundan evvel dinlememek sorunu olduğunu, hikayelerle de olsa "insan" faktörünü sık sık hatırlamak gerektiği aşikar.
Mehmedin kitabı, Ben Öldüm Beni Sen Anlat'lar çoğalmalı, Yazı Tura'nın ilk yarısındaki izlediğimiz Şeytan Rıdvan'lar sinemada sıkça boy göstermeli ki bir toplumu hem bölücü hem lanet hem töreci hem tecavüzcü hem yobaz diye diş bilemeden anlayabilelim. Belki dinledikten sonra konuşabiliriz.
Kayıp Nazım Babaoğlu'nun annesi Makbule Babaoğlu diyor ki:
"İstanbul'da konuştum. 'Bir af verin. Bir barış verin. Askerin anasına da yazığ, polisin anasına da yazığ (dedim). Gelen deyi: Teyze sen politikacısan? (gülüyor) 'Valla' dedim, 'hepsine yaz, ana ciğeridir hepsine yaz. Hepsinin ciğeri vardır' Yavrum, Allah kimsenin çocuğunu şey yapmasın.
Şimdi bunun hakkı, böyle vurmak, kırmak yerine herkes silahını önüne indire. Kendi kendilerine partilere gitsinler. Kendine bir kuncuk bulsunlar, otursunlar. Başka ne yapacaklar. Başka bir şey yapmazlar işte".(EÖ/EÜ)
* Yazarın notu: Kitap Türkçe ve Kürtçe görüşmelerden oluşuyor. Yazar Kürtçe bilmediği için bu yazıyı -hiç içine sinmeyerek- yazdı. Çünkü Kürtçe bilmemek kitabın tamamını okuyamamak anlamına geliyordu. "Yarım" okuduğu kitaptan "yarım" yazdığı bu yazıyı tamamlayacak her kaleme şimdiden müteşekkir kalacağının da alenen bilinmesi biraz olsun içine su serpecektir.
** Ortadoğu Tarih Akademisi'nin hazırladığı, Belge Yayınlarından çıkan "Savaş Tanıkları Anlatıyor/Ben Öldüm Beni Sen Anlat" kitabının fiyatı 15 YTL.