Bu idmanların en benim için en keyifli anları çift kaleye dönüldüğü son bölümlerdi. İdman boyunca sesi hiç susmayan, yerinde duramayan Kalli'yi o günlerde tanımıştık. Otoriter ve disiplinli Alman ekolü tarifine Jupp Derwall'den dolayı alışık olan Galatasaray'da bu kez Karl Heinz Feldkamp dönemi vardı.
Bu otoriter tanımının altını bir örnekle çizmek lazım. Elvir Boliç'in Türkiye'ye ve Galatasaray'a ısınmaya çalıştığı o ilk yılda herkesin şikayeti aynıydı. "Boliç çok yetenekli ama tembel" şeklindeki eleştiriler, "koşsa dünyanın bir numarası olur" şeklindeki yakıştırmalar hiç bitmiyordu. Ancak bir gün bir idmanda tanık olduğum şey Kalli'nin de farklı düşünmediğini göstermişti. Herkesin çift kale maçta varını yoğunu koyduğu anlardan birinde Elvir Boliç'in sahada elleri belinde dikildiğini gören Kalli, bir anda maçı kesip Boliç'i fırçalayarak idmandan erken yollamıştı. O yılların vazgeçilmez sağ beki İsmail Demiriz'e "hoca neden bu kadar sinirlendi?" diye sorduğumda "koşmadan futbol oynamak olmaz ki" cevabını almıştım.
Kalli o yılın sonunda Beşiktaş'ın hemen önünde averajla şampiyonluğa ulaştıktan sonra yerini vatandaşı Holmann'a bırakırken bütün Türkiye'nin saygısını kazanarak gitmişti. Aradan geçen 15 yıldan sonra Kalli'nin yeniden Galatasaray'a dönmesinin sebeplerini iyi bilmek gerekiyor. Adnan Polat'ın ısrarla Alman hocayı getirme çabası kesinlikle bu sebepler içerisinde gizli.
Polat'ın 1992 yılında futbol şube sorumlusu olarak Kalli ile birlikte görev yapması elbette bu geri dönüşte büyük pay sahibi ama bundan önemli şeyler de var. Özellikle son üç senedir kulübün ekonomik çıkmazları artık Galatasaray'a bir yol haritası belirleme zorunluluğu getirdi. Aslında bu yöntem iki sezondur uygulanmaya çalışılsa da yapılan kritik hatalar sonuca ulaşmasında engel oldu.
Mali krizden çıkmanın iki yolu vardı. Ya kulübü birkaç yıllığına küçültüp maliyetler minimuma çekilecekti ya da daha saldırgan bir edayla uçurumun kenarında yola devam edilecekti. Bence Galatasaray ilk yolu seçerek doğruyu yaptı. Hala gerçekleşmemiş olsa da Riva ve stat projeleri borç kamburunu ortadan kaldıracak en keskin çarelerdi. Bunun yanı sıra altyapıdan gelen gençleri ve düşük maliyetli yabancı oyuncuları tecrübeli olan eskiler ile kaynaştırarak oluşturulan takımla da amaca biraz daha yaklaşıldı.
Nitekim sezon boyunca eleştirilen İnamoto için bir fayda/maliyet analizi yapılacak olursa ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Bu oyuncunun Galatasaray'a maliyeti 200 bin avroydu ve şimdi Bundesliga'ya transfer oldu!
Peki, bunca doğru işi yapmaya çalışan Galatasaray da yanlış olan neydi? Sanırım bu yanlışlık Özhan Canaydın yönetiminin tüm bu tercihleri taraftarıyla samimice paylaşmamasıydı. Daha krizin başladığı sezonda çıkıp durumu bu şekliyle taraftara anlatıp onlardan anlayış ve süre istenseydi inanıyorum ki ne UltraAslan grubu ne de diğer Galatasaray taraftarları böylesine çileden çıkıp hem kendilerini hem de kulüplerini küçük düşürmeyeceklerdi. Çünkü taraftarlığın özünde aidiyet yatar, sahiplenme yatar. En azından çeteleşme, mafyalaşma ve endüstriyel kirlenme olmadan önce bu böyleydi.
Taşlar artık yerine oturdu. Hiç olmazsa sağduyulu çevreler Galatasaray'ın yakın gelecekteki hesaplarını tahmin edebiliyorlar. Yeni hedef düşük bütçeli ama yine de şampiyonluğu sonuna değin koşturan bir Galatasaray. Bu belki de taraftarlar için hiç hoş bir haber değil. Ancak bunu kabul edip sabretmek, reddedip kulübün çok daha uzun seneler zor durumlarda kalmasından iyidir. Bu yüzden şimdi en büyük görev Mart 2008 sonrası kulüp başkanı olacağına kesin gözle bakılan Adnan Polat'a düşüyor. Taraftarla olan diyalogu ve etkisi sayesinde bunu artık mesajlarında açık açık vermesi gerek. Çünkü yöneticilik demek zor dönemlerin altından kalkma yeteneğiyle de bire bir alakalıdır.
Tecrübe ve birikimiyle yeniden futbola dönen Kalli, büyük ihtimalle birçok projeyi de beraberinde getirdi. Basın toplantısında "bundan sonra antrenmanlar taraftara açık olacak" demesi kulüp ile arası açılan Galatasaray taraftarlarına çok önemli bir mesajdı. Tabii ki ardından söylediği "bu durumun devamlılığı taraftarın tutumlarıyla belli olacaktır" sözleri de zekanın yaşla alakalı olmadığını ispat eder cinstendi.
Transfer olduğundan bu yana yaşıyla alakalı ben dahil hemen herkesin eleştirdiği Kalli'nin basın toplantısını izlerken aklıma bir zamanlar Orson Welles'in seslendirdiği "I know what it is to be young, but you don't know what it is to be old!" (Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum, fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin) diye başlayan meşhur şarkı geldi.
Yeniden düşünmek lazım dedim kendime. Peşin fikirli olmadan, futbolun sadece bir oyun olduğunu ve hayatın bir rengi olarak keyif almamız gerektiğini yeniden düşünmek lazım...(ET/EÜ)