Amsterdam’da Özgür Söz Festivali’nde Türkiye’de hicve yönelik baskıları konu eden kısa bir belgeseli gösterilen gazeteci Mehmet Ülger, 23 yıldır Hollanda ve Türkiye’de her iki toplumu yakından ilgilendiren özellikle emek sömürüsü eksenli belgesel ve haberleriyle tanınıyor.
Türkiye kamuoyuysa onu, 2013’te “Mevsim Çocukları” belgesel filmi Giresun’da gösterildiğinde, çocuk işçi çalıştırılmadığını iddia eden ve “Bu güzelim insanlar Güneydoğu'nun o sıcağından kaçarak adeta yayla havası teneffüs etmek için yarışarak, koşarak, sevinerek tatil havasında geliyorlar. Ben onlarla çok sohbet ettim. Bana çok teşekkür ettiler” diyen Giresun eski Valisi Dursun Ali Şahin’i eleştirmesiyle de biliyor.
Tarla ve atölyelerinde, pamuk, fındık, maden ve dericilik sektöründe sağlığı hiçe sayılarak çalıştırılan işçi ve çocuk işçiliği konusunda yıllardır belgesel ve kısa filmler yapan Ülger’e göre sorun Giresun veya Ordu ile de sınırlı değil.
Gazeteciye göre, Adana’da çocuk işçi atölyelerindeki ayakkabı üretimi de, Gerede’de “bilinmeyen” asitler kullanılarak yapıladericilik de yoğun bir sömürüyü gözler önüne seriyor. Ukrayna, Fas ve Bangladeş’te de sömürüyü ekrana yansıtan Ülger, bir yolunu bularak, yüzlerde tekstil işçisinin ölümüne neden olan Rana Plaza yıkımının bir kez daha izini sürmüş.
1996’da Stella Bram ile birlikte Ülkücü hareketin mafya bağlantılarına dair “Bozkurtlar” adlı kitabı da yayımlandığında aylarca ölüm tehditleri alan Ülger ile, sadece bir gazetecilik kariyerini değil, Hollanda ve Türkiye toplumlarının gazetecilik ürünlerine karşı gösterdiği farklı refleksleri de konuştuk.
Gazeteciliğe nasıl başladınız?
1992 yılındaydı. İletişim Fakültesi’nde okurken arkadaşlarım aracılığıyla temas kurduğum bir televizyon kanalı, o günkü şartlarda gelişmiş kapitalist bir ülkede işçilerin aşırı sömürü altında 12, 14 hatta 20 saat çalıştıkları, ürettiklerini de en lüks markalara satan kaçak tekstil atölyelerinde çalışarak gizli kamerayla bir belgesel yapmamı istedi. Zaten böyle bir fırsatı bekliyorum, kaçırır mıyım? Hemen kabul ettim. Sadece atölyede çalışma şartları değil, çekim yapmam için gövdeme gizlediğim kamera ve aküsünü koltuk altlarında taşımak oldukça zordu. Gün içinde ısınan akü koltuk altlarımı yakmıştı. Yakalasalar zaten bitmiştim. Gündüz çalışıyorum, gece TV ekibiyle çektiğim görüntüleri değerlendiriyorduk. Bugün bile bunu nasıl becerdim diye şaşırıyorum. Hollanda’nın birinci kamu televizyonunda Hier en Nu (Dün ve Bugün) programında dizi halinde yayınlandı.
Bir tür Günter Wallraff yani?
Zaten Günter Wallraff, bizim dönemimizde gazeteciliğe atılanlar için örnek bir kişiydi. Benim için de öyleydi. En Alttakiler kitabı, okulda sayfa sayfa, paragraf paragraf incelediğimiz bir eserdi.
Sadece kötü üretim şartlarıyla değil, bu üretilenler kime, hangi mağazaya gidiyor, kaça satılıyor, bunları da açığa çıkarmaya ve kanıtlamaya çalışıyoruz. Bunlar ortaya çıktı, Hollanda’nın çok ünlü bir giyim markası için üretim yapılıyordu. 60-70 kişinin çalıştığı bir atölyeydi. Ne zaman ki, programın ilk bölümü yayınlandı, şirket bu şartlarda üretim yapıldığını önce reddetti ardından kabul etmek zorunda kaldı. Aynı akşam atölye sırra kadem bastı. Araştırdık, atölyeyi İzmir’de bulduk. Bu kez bir başka arkadaşımız atölyeye müşteri kılığıyla girdi. İşin tuhafı, “Bunlarla bir daha çalışmayacağız” diyen şirket, aynı atölyeyle çalışmayı İzmir’de sürdürüyordu. Çok izlenen bir televizyon kanalında yayınlanınca çeşitli konularda çok sayıda haber teklifi almaya başladık.
Bir kitabınız da var…
Bir arkadaşımla birlikte yazı yazdığımız Hollanda’nın en eski dergilerinden Groene Amsterdam (Yeşil Amsterdam) adlı bir dergi, Ülkücülerin uyuşturucu ve benzeri ilişkileri konusunda bir araştırma haber istedi. Birkaç hafta uğraştık ama başaramadık; dışarıdan organize yapıların iç yüzünü ortaya çıkarmak öyle kolay değil.
Yine, yer altı gazeteciliği yöntemimize başvurduk. Ülkücülerin derneklerine kurumların takıldım, toplantı faaliyetlerine katılıyorsun, arkadaş oluyorsun, evlerine gidiyorsun, camilerde namaz kılıyorsun. Türkeş’in burayı ziyaretlerini izlemekten tutun da Hollanda gizli servisinin bir ülkücü ekiple ilgili dinleme kayıtlarını ele geçirmeye kadar…
Bilgiler de ortaya çıkmasına çıkıyor ama bu artık dergi haberiyle olacak bir şey değil: Kitap yazmaya karar verdik ve önümüze iki yıl gibi bir zaman koyduk. Elbette bilgileri 40 defa ayıklıyoruz, çok temkinli davranıyoruz: Araştırmacı gazetecilikte bilgi ulaştıranların size bilgileri neden ulaştırdığını da sorguluyorsunuz. Amaçları nedir? Neyse kitap bitmek üzereyken görüş ve reaksiyon almak için bu çevreye haklarında kitap hazırladığımızı bildirdik. Ailemiz ve dostlarımız üzerinden ölüm tehditleri almaya başladık, ardından yayını durdurmak için mahkemeye başvurdular. Ancak biz kazandık.
Sadece araştırmak istediğimiz yanlar değil, Hollanda devletinden aldıkları yardımlar da ortaya çıktı. Bunun üzerine, parlamentodan, yerel yönetimlerden, belediyelerden bilgilendirme için çok sayıda davetler aldık. Tehditler bir yıl kadar sürdü, gizlenmek zorunda kaldık, adres değiştirdik. Devlet koruma verdi ama gazeteci olarak yakıştıramadım, reddettim.
Kamuoyu tepkisi nasıldı?
Hollandalılardan hiç beklemediğim derecede destek gördüm. Evini bana açan, “Ben gidiyorum, gel benim evimde kal”, “Senin araban tehlikeli olabilir, benim arabamı al” diyen, o dönem çalışama imkânı da bulamadığım için maddi yardım teklif eden birçok insan oldu. Bazı Türklerden de destek gördüm tabi ki. Türkler biraz da herhalde, “Bu tarz şeyler herkesin başına gelir” diye düşünüyorlar. Hollandalılar tehdit almamı kabul etmediler.
Kitaptan sonra gazetecilik nasıl gelişti?
Zamanla bilinç düzeyin gelişiyor, duruluyorsun, her şeyi daha çok tartıyorsun. Çok fazla konuyla ilgilendim, daha ziyade televizyonculuk öne çıkmaya başladı. Sadece Türkiye’de değil, Hollanda’da seralarda çalışan Polonyalı işçilerin durum gibi çok sayıda konuya el attım. Gazetecilik daha kalıcı hale geldi, Hollanda Gazeteciler Sendikası’nda yöneticiliğim oldu.
Türkiye ile bağlarınız nasıl?
Burada büyümediğimden ve burada 24 yaşlarında geldiğim için Türkiye’yle bağım da kopmadı. Politik, ailevi ve dil gibi duygusal bağlar açısından hiçbir zaman kopmadım. Türkiye, televizyonlar için haber için gittiğim, tatillerde bile haber yapabildiğim, hatta 2005’te Kenan Evren’le bile röportaj yaptığım bir yer.
Gazeteciliğe bakışınız nedir?
Gazetecilikte günlük aktüel habercilikten çok, belgesel haberciliğe, bir tek konuyu daha derin işlemek istiyordum ama geçim derdinden yönelemiyordum. 2008’den itibaren yeni bir dönem başladı. İstanbul’dan çıkıp Karadeniz’e tatile gittik. Şortlu mortlu haldeyken Ünye’de mevsimlik işçilerle karşılaştık. Çaya davet edilince, kendilerinin, çocuklarının içinde yaşadığı yoksulluğu gördük. İkinci gün çocuklara top, atlama ipi, oyuncalar alarak gittik ama ellerimizdekiler parçalanarak alındı. Yoksulluğun bu kadar hırçınını hayatımda görmemiştim. Bu bizi daha da etkiledi. Memleketleri Urfa’da Nisan’da yollara düşüyorlar, Ekim’de geri dönüyorlardı. O yaz birkaç kez birbirimizle temas kurunca 2009’da hazırlıklı olarak Karadeniz’e geri geldik, sonradan da mevsimlik işçi ailenin yaşadığı Urfa’ya gittik. Aylar sürecek bir çalışma olduğu için maliyetli bir iş, kameramanın günlüğü 800 avro. O yoksulluğu yerli yerinde de görünce, belgesel yapmaya karar verdik. Çekimlere Nisan 2010’da başladık. Urfa’da çıkıp Elbistan’a geliyor, burada bir süre çalışıyorlardı. Oradan başka bir yere, oradan Karadeniz’e fındık toplamaya gidiyorlardı.
Fındıkla ilgili bir şey bilmiyordum, görünce ve araştırınca kendimi bir altın madeninin içinde buldum: Türkiye, dünya fındık üretiminin yüzde 80’ini üretiyor, neredeyse tek üretici. Milyar dolarlık geliri var. Fındık da çikolata sektöründe tüketiliyor. Çekimler bitince bağlantı kurduğumuz ilk televizyon kuruluşu belgeseli satın aldı. Çocuk Hakları Günü’nde yayınlanması öngörüldü, konu da fındık. Ama 2006 yılına ait TÜİK verisi dışında Türkiye’de ve uluslararası örgütlerin elinde Türkiye’de çalışan çocuklarla ilgili hiçbir bilgi yok.
Belgesel yayınlanınca ortak iyice karıştı. Çikolata sektörü, Hollanda Parlamentosu’nda beş parti ortak soru önergesi sundu, Avrupa Komisyonu konuya İlerleme Raporu’nda yer verdi. Ferero, Nutella gibi şirketlerden görüş istedik. “Reaksiyon vermeyelim, nasıl olsa bugün çıkan bir haberdir, yarın unutulur. Yoksa üstlenmek zorunda kalırız” gibi bir tavır aldılar. Sivil toplum örgütlerinden birçoğu harekete geçti. Hollanda ve Almanya sendikaları temas kurdu. Ortalık çalkalandı, büyük alış veriş merkezlerinden tutun da, finans kuruluşlarına kadar. Mesela bazı bankalar, çocuk çalıştırıyorlar diye bazı şirketlerin para kaynaklarını kestiler. Şatafata alışmıştım ama bu kadarını hiç beklemiyordum.
Gerici Türkiyeli kesimden, kanala “Türkiye’yi karalıyor”, “Türkiye’de çocuk çalıştırmazlar”, “Bunu PKK’lılar yaptırmıştır” gibi şikâyetler de geldi. Ama kimisi Karadeniz’den dürüst Türkiyeliler de, “Haklısınız, bizim fındık bahçelerimiz var ve bugüne kadar çocuk çalıştırıyorduk”, “Biz fark etmemişiz” diyerek durumu kabul edenler de oldu. Hatta Giresun’da en büyük fındık üreticilerinden birisi, belgeseli izledikten sonra bizimle temasa geçti, durumu kabullendi ve “Bundan sonra çocuk işçi çalıştırmayacağım” dedi. Bu arada, Hollandalı şirketler Türkiye’den fındık alımını durdurduklarını açıkladılar.
Durumun değişip değişmediğini görmek için ertesi yıl bir kez daha konuyu işledim. Bu arada Nestle ve Nutella gibi uluslararası tekeller, bu arada milyonlar aktarıp, çocuk çalıştırılıp çalıştırılmasını üzerine araştırmalar yaptırdı. Ordu’ya gittiğimde Valilikle ve oradaki gazetecilerle görüştüm. Yerel gazeteciler, “Biz de biliyorduk ama herkes fındıkla geçiniyor, bu işler (haber yapmak) karalama gibi algılanır. Biz sizinle röportaj yaparak konuyu aktaralım” diyorlardı. Ondan sonra çocukları her yıl izlemeye karar verdim. Böyle tek bir haber o kadar insana sorumluluk yüklüyor ki terk edemiyorsun. Bazen olanaklarım olmamasına rağmen kendimi her yıl oraya gitmek zorunda hissettim.
Çocukların başka alanlarda çalışıp çalışmadığını merak ettim. Bir bakıyorsunuz, fındıkta çalışan aynı çocuk gidiyor bir de pamukta çalışıyor, pamuk topluyor. Adana, Çukurova, Harran Ovası’ndaki pamuk tarlalarında yaygın şekilde çocuklar çalışıyor. 40 derece güneş altında, ağır koşullarda. Birkaç yıl üst üste, Karadeniz’de fındık, Akdeniz’de pamuk üretimini izledik. Bunu haberleştirince, pamuğun yoğun şekilde Avrupa’daki tekstil sektörüne gittiğini ortaya çıkarıyorsunuz. Tarladan çırçır fabrikasına, oradan tekstil fabrikasına, oradan kumaş fabrikasına, oradan tekstil atölyelerine, atölyelerden de dünyanın en büyüklerinden Alman Esprit firmasına yapılan üretimi yakalamıştım. Beni davayla tehdit ediyorlar, Türkiye’deki tekstil atölyesini tehdit ediyorlar, “neden çekim yapılmasına izin verdiniz?” vs.
Bir yandan buradaki firmayla uğraşıyorum, diğer yandan atölyedeki işçilerin benim yüzümden işinden olmaması için uğraşıyorum. Firmaya, “Elimdeki belgeler kesin, dava açarsanız daha da sevinirim ama atölyeden bir kişi işinden olursa, bunun da haberini yaparım” mesajı gönderiyorum. Atölyeyi rahat bıraktılar, hatta imajı düzeltmek için özel yatırımla “örnek atölye” olarak tanıttılar.
Adana’da çocukların çalıştığı ayakkabı atölyelerini belgesele dökünce bu defa “Bu deri nereden geliyor?” diye sorunca 2013’te Gerede’yle bağlantı kurdum ve ertesi yıl çektiğim belgeselle orada imalatın izinin Pierre Cardin’e kadar uzandığını fark ettim. O çocuklar Pierre Cardin için çalışıyor. Gerede’de deri çanta, kemer, özellikle de ayakkabı üretmek için özellikle büyük baş hayvan derisi işleniyor. Uşak’ta veya İstanbul’da da deri atölyeleri var ama onlar büyükbaş hayvan derisi değil. Gerede’de atölye içindeki kötü şartlar, kimyasal kokuları başınızı döndürüyor. Kimyasalların Hollanda’dan geldiğini fark ettim. Kutuların üzerinde Türkçe bir tek kelime yok; çalışanları onları nasıl, hangi şartlarda kullanacaklar, eldiven kullanılmalı mı, kullanılmamalı mı, hiçbir şey anlaşılmıyor.
Çekim yaptıkça, akşamları çektiklerimizi inceleyerek çekim sırasında göremediklerimizi tespit ediyorduk. Yoğunluk ve heyecan içerisinde göremeyebiliyorsunuz.
Türkiye ve Hollanda dışında da çalıştınız?
Zaman zaman birlikte çalıştığım Hollanda Sendikalar Federasyonu iki kısa film hazırlamam teklifte bulundu. Sendika heyeti iki günlüğüne Bangladeş’e gidiyordu, ben de izlediklerimden kısa film yapacaktım. Teklifimi 10 gün üzerine yaptım. 2013’te çöken, yüzlerce kişinin tekstil atölyeleri içinde öldüğü Rana Plaza’yı haberleştirmek istiyordum. Gitmeden önce aldığım görüşlerden ve bölgeye varınca da güvenli çalışamayacağımızı anladım, bu nedenle gizli kamera kullanmaya karar verdim. Düşünün sendika başkanı bir fabrikayı ziyaret edeceğiz, çekim yapma izni verilmiyor. Bir iki fotoğrafa izin veriliyor. Bir yerel gazetecinin de desteğiyle istediklerimizi çektik.
Çöken Rana Plaza’nın altında daha 200 kişinin kaldığını, yaralanan, organını kaybeden işçilere haklarının ödenmediğini, sömürü zincirinin orasından burasından sadece düzeltmelerle yetinildiğini ortaya çıkardık. Haftada altı gün, 12 saat çalışma karşılığında, tüm haklar, her şey içinde, 53 avro kazanıyorlar. Binalar biraz daha sağlam ama diğer fiziki şartlar, maaşlar halen yetersiz. Gizli çekim yaparken mesela Türkiye’den De Facto’nun Bangladeş’te üretim yaptığını gördük.
Hollanda’da gazeteciliğin etkileme gücü daha fazla galiba?
Araştırmacı gazeteci politik, ekonomik ve sosyal kaygılardan arınmış olmalı. Bir yolsuzluk varsa, kime dayanırsa dayansın, irdelenmesi gerekiyor. Araştırmanın başında belki kime, nereye varacağı bilinmeyebilir bile. Burada medya tamamen iyidir diyemiyorum ama en azından iktidara veya herhangi bir siyasi odağa göre korku içinde hareket etmiyor.
Kamu yayıncılığı, acaba bunun A partisi, B Partisi, C Partisi veya iktidarla bir ilişkisi var mı, buna bakmıyor. Hollanda şirketi bundan kar ediyor mu, etmiyor mu, bunu gözardı edeyim, buna göre hareket etmiyor. Tam tersine, Hollanda şirketi var mı işin içinde diye bakıyor. Araştırma, bir küçük haberin dahi özünü oluşturmalı. Bir haberi görüşle yapabilirsiniz, bir diğerini derin bir şekilde araştırmadan yapamazsınız.
Belgeseller Türkiye’de nasıl algılandı?
Türkiye’de belgesellerimde geçen iddialar önce inkâr edildi, halen de ediliyor. Bir taraftan, ikiyüzlü bir davranış var, çocuk işçiliğine karşı önemli miktarda paralar alıyorlar. Hollanda hükümetinin Uluslararası Çalışma Örgütü İLO’ya çocuk işçiliğinin önlenmesi için 180 bin avro, büyük şirketler 500 bin avro aktardı. Bu paralar İLO ile Ordu Valiliği arasında paylaşılıyor, çadır kentlerde projeler de yapıyorlar. Bir şey yapılmadığını söylemiyorum, çadır kentlerde yerler düzeltilmiş, su getirilmiş. Ama çocuk işçiliğine gelince, bu yeterli değil. Çünkü ne İLO bununla ilgili ne de Türkiye’deki yasalar, özellikle de tarım sektöründe çocuk işçiliğini engellemiyor.
Türkiye’de çıkar ilişkileri var. Türkiye’nin aslında çocuk işçiliğini önlemek gibi bir derdi yok, yoksa çok rahat engellerdi.
Çocuklarla nasıl çekim yapıyorsunuz?
Çocuklarla ilgilendiğim için işe girişmeden önce çocuklarla arkadaş olmayı önemsiyorum. Çocukların bana güvenmesi, bana dertlerini anlatması, kamera karşısında sıkılmaması gerekiyor. Bunların hepsini hazırlamak zaman istiyor. Mesela, önce ben onları kameranın arkasına koyuyorum, önce siz beni çekin, ben sizi sonra çekerim diyorum. O nedenle, çocuklar belgesellerimde rahattırlar. Fındıkta çalışan çocukları beş yıldır çekiyorum. Dokuz yaşındaki bir kız çocuğu şimdi 14 yaşında. Her yıl da çektiğim için kameranın da yabancısı değiller. Hatta başkalarına kameraya bakmamalarını bile öğütlüyorlar. Kuralı biliyorlar: Kameraya bakarlarsa ben o çektiklerimi kullanamayacağım.
Mehmet Ülger kimdir?
1985’ten beri yaşadığı Hollanda’da Sosyal Bilimler Akademisi’nde iki yıl öğrencilik ve yaşlılar merkezinde memurluk yaptıktan sonra çocukluktan beri yapmak istediği gazeteciliğe atıldı. Hem İletişim Fakültesi’nde okudu, hem çalıştı. İlk belgeseli, 1992’de Hollanda’daki kaçak tekstil atölyeleriyle ilgili oldu.
1996’da Stella Bram ile birlikte, Ülkücü hareketin mafya bağlantılarına dair “Bozkurtlar” kitabını yazdı. Çocuk işçiliği, sömürü ve mevsim işçiliğiyle ilgili "Mevsim Çocukları", “Mevsim Çiçekleri”, “Zara’s Brief” gibi belgeselleri çıktı. Türkiye’de Füsun Erdoğan’ın davasında fotoğraf çektiği gerekçesiyle gözaltına alındı, yargılandı, beraat etti. Hollanda Gazeteciler Sendikası’nda yöneticilik yaptı (EÖ).