Bu işe kafayı takmış olanlar açısından iki farklı şekilde yorumlayabiliriz bunu. Birincisi: Küresel ısınmaya karşı şöyle sere serpe keyifli bir protesto eylemi yürütmek için daha sıcak havaların gelmesini bekleyenlerimiz var - eh, bu da bir fikir tabii. İkincisiyse, gezegeni bekleyen kıyamet tehlikesi, kar-kış-kıyamete rağmen sokağa dökülmeyi gerektirecek kadar büyük diye düşünen ve beklemeyenlerin sayısı hiç de yabana atılır gibi değil.
Ana meselemiz de işte tam bu noktada: bekleme-beklememe noktasında düğümleniyor gibi. Dünyadaki bilumum önemli bilim akademilerine, onların üst düzey araştırmacılarına, iklim bilimin önde gelen isimlerine , dünyanın önde gelen iktisatçılarına, Birleşmiş Milletler'in bu işle görevlendirdiği önde gelen kuruluşlara, kamusal siyaset üretmekle görevli "düşünce kuruluşları"na göre artık dünyanın beklemeye tahammülü kalmamış durumda. Tartışmaya açık olduğu ileri sürülebilecek tek bir nokta kalıyor geriye, o da, geri döndürülemez iklim kaosuna girmemize 10 yıl mı, yoksa biraz daha uzun zaman (mesela 15-20 yıl) mı kaldığı noktası... Sözü edilen kuruluş ve insanlara bu işi çok yakından takip eden gazeteci ve yazarlar topluluğunu da ilave edebiliriz. İstisnasız hepsinin hemfikir olduğu bir başka nokta daha var. Geri dönülmez/döndürülemez noktaya, varmadan dünyanın kurtarılabilmesi için gerekli teknolojik ve ekonomik olanaklara sahibiz - eğer derhal harekete geçebilirsek!
Peki ya siyasî olanaklar? Onlara da sahip miyiz peki? İşte orası meçhul, ey okur. Onu tayın edecek olan yalnızca sensin, sizsiniz ve bizleriz...
Birçok dev şirket ve onlarla işbirliği yapmış görülen birçok "lider", siyasetin o altın sanılan, ama aslında paslı bir teneke parçası kadar bile değeri olmayan "bekle ve gör" politikasını savunuyor ve dayatıyor bizlere. Bu dayatmanın önemli bir bileşenini de bir aldatmaca oluşturuyor. Aslında muhteşem kârlar peşinde küresel ısınmaya büyük "yatırım" yapmaya devam eden dev petrol şirketleri, eriyen kuzey buz denizinin altındaki petrol ve doğal gaz yataklarında "petrole hücum" başlatmak için sıraya girmiş durumdalar. Kuzey kutbunun altındaki fosil yakıt buluntuları için artık kendilerinden telif bedelleri yatırmaları bile istenmiyor. Durum böylesine vahimken, bir yandan da "yeşilin de yeşili var!" tadında kendi reklamlarını yapmaktan bir an geri durmuyor bu şirketler. Büyük aldatmaca da tam burada işte. (Bkz.: Johann Hari, "Global Warming is Good News - For Oil Companies", Independent online, 6 Kasım, 2006)
Türkiye'de de hükümet yetkilileri, çevre bakanı, bakanlık bürokratları, küresel ısınmanın hayatımızın her yönünü etkileyecek en büyük tehlike olduğu, bununla mücadelede en kuvvetli çevrecilerden daha militanca mücadele etmeye hazır oldukları yolunda bir söylem geliştiriyorlar. O kadar ki, insan bu kadar yeşil bakanlara ve yöneticilere sahip olduğu için bir yandan iftihar ederken, bir yandan da aşağılık kompleksine kapılıyor: Bir bakan ya da bakanlık memuru kadar çevre militanı olamadık, diye hayıflanıp duruyor.
Bekle ve gör, diyor bize çevre militanı bakanlar ve bilumum yetkililer. Kyoto Protokolü'nü imzalayıp onaylamanın da elbet zamanı geleceğini, Türkiye'nin menfaatleri neyse ona göre hareket edileceğini söylüyorlar. Kyoto gibi anlaşmaları bize dayatan sömürgeci devletlerin iğvasına kapılmayacağımızı söylüyorlar. İklim değişikliği ile mücadele etmek için kendimizin geliştirdiği harika yol haritaları olduğunu, ama bunu gene memleketin yüce menfaatleri uğruna kamuoyundan, yani bizlerden gizli tuttuklarını bildiriyorlar... Aynı doğrultuda, bazı köşe yazarları da Kyoto'yu imzalayalım diyen çevrecileri vatana ihanetle eşdeğerde bir yanılgıya düşmekle suçluyor, Kyoto'yu bir avuç ülkenin imzaladığını, Türkiye'ninse bu tufaya düşmeyeceğini, menfaatleri gereği, zamanı geldiğinde, meselâ AB'ye üye olduğu zaman, imzalayabileceğini, ama o zamana kadar uslu uslu beklememiz gerektiğini söylüyorlar. Asıl meselenin iklim yıkımı değil, bunu savunan aydınlardan milletçe nasıl kurtulacağımız olduğundan yakınıyorlar.
Ama yöneticiler de, bürokratlar da, çevrecilere kızan gazeteciler de doğru bilgi vermiyorlar bize. Kyoto anlaşmasını dünyada mevcut topu topu 190 küsur ülkeden 168'inin imzalayıp meclislerinden geçirmiş olduğunu, olayın dışında bir avuç ülkeden başka kimsenin kalmadığını söylemiyorlar.... Sadece iklimi batıran iki zengin ülke (petrolcü Bush'un ABD'si, kömürcü Howard'ın Avustralya'sı) ile -hızla gelişen ve hızla kirleten- Türkiye gibi "orta karar" birkaç ülke dışında bu anlaşmaya taraf olmayan başka ülke kalmadığını bizlerden gizliyorlar...
İklim değişikliğinin, iklim yıkımının, dünyanın ısınmasının, adı üstünde küresel olaylar olduğunu... milli iklim, milli ısınma diye bir şey olamayacağını, milli yol haritalarıyla yeryüzünde iklim yıkımı mücadelesi yapılamayacağını birisinin onlara söylemesi gerek...
İki şey daha: Birincisi, dünyayı kurtarmak için tek umut kesinlikle uluslararası işbirliğinden geçer ve bu, ancak güçlü bir dayanışma ile mümkündür. İkincisi, bizimki de dahil dünyada hiçbir hükümetin, kâr maksimizasyonu peşinde koşan dev petrol, enerji, otomotiv vb. şirketlerinin dünya iklimini ısıtmalarına kendiliğinden set çekebilmesi kesinlikle mümkün değildir.
Hari'nin dediği gibi:
"Ancak aklı başında insanların -sizlerin- kitle hareketi o hükümetleri buna zorlayabilir. Bu hafta sonu, Büyük Petrol'ün temsilcileri Kuzey Kutup Bölgesinde buzların çözülüşüne aç gözlerini dikmiş öylece bakarlarken, dünyanın dört bir yanında, on binlerce insan da âcilen tüketimin kısılmasını talep etmek ve küresel ısınmayı protesto etmek için sokağa çıkmışlardı. Onların Trafalgar Meydanı'nda toplanmalarını izlerken, en azından bu kalabalığın bir şeye izin vermeyeceğinden, büyük şirketlerin halkla ilişkiler parfümünün, hepimizin üstüne çökmüş ağır petrol kokusunu bastırmasına izin vermeyeceğinden emin oldum." (agy)Bekleyen derviş olmayalım, ey okur. Bekleye bekleye göl olur. O suda hep birlikte boğulmamız işten bile değil. (ÖM/TK)
* Fotoğraflar: Ali Öz, Kadıköy, 4 Kasım, Küresel Isınmaya Karşı Küresel Eylem Günü