Sosyal Tarih Yayınları’ndan çıkan “Behice Boran: Yazılar, Konuşmalar, Söyleşiler, Savunmalar” başlıklı kitapta Behice Boran'ın 1931'de genç bir sosyolog olarak Behidje Sadık ismiyle yazdığı ve Sinan Yıldırmaz’ın Türkçeleştirdiği “Topkapı Hareminde” başlıklı yazıyı yayınlıyoruz.
Başrollerinde Beren Saat ve Hülya Avşar'ın oynadığı ve Muhteşem Yüzyıl dizisinin devamı olan "Kösem Sultan" adlı dizi 12 Kasım'da Türkiye'de yayına başlayacak.
Güneşli bir öğleden sonrasıydı, günışığı ve parlak gökyüzüne rağmen insan sonbahar ve kışın etkilerini hissedebiliyordu! Parlak sarı yapraklar, ağaçların arasından esen rüzgârla birlikte parkın taş yolları üzerinden savrularak uçuşmaktaydı. Bu güzel sonbahar gününde, on beş kişilik küçük bir grupla birlikte, yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanına kapatılmış ve içinde fırtınalı çekişmelerin yaşandığı Topkapı Haremini görmeye gidiyorduk. Heyecanlıydım.
Bir zamanlar sarayın dış avlusu olan yerden geçtik. Orada altında yeniçerilerin ayaklandığı tarihi bir ağaç durmaktaydı. Kazanın kaldırılması isyan için işaretti. “Kazan kaldırıldı” sözünün, insanların yüreğine korku ve kaygı taşıyarak ağızdan ağza yayıldığını tahayyül edebiliyordum. En son kazan kaldırılmasının üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçti ve isyancıların altında toplandığı ağaç şimdilerde ancak güçlü bir destekle yerinde tutulabilen giderek çürüyen gri bir kütle gibiydi.
Görkemli, kuleli bir kapıdan geçerek iç avluya girdik. Bir dehlizi andırıyordu. Sol tarafta Divanı Hümayun, yani saray meclisinin toplandığı oda bulunmaktaydı. Yeniçeriler o zamanlar bu iç avluda toplanır ve yüzleri meclis odasına dönük bir biçimde dizilirlerdi, bir yandan sarayın sağ kanadında bulunan saray mutfaklarında yemekleri pişerdi. Şimdilerde ise, daha önce yeniçerilerin toplandığı bu alanda, sıra sıra uzun serviler ziyaretçileri selamlamaktadır. Uzun karanlık bir geçit, dört cephesindeki odaların içine açıldığı bir avluya ulaştırdı bizi. Haremdeydik. Valide Sultan’ın dairesini gezerek başladık. Özellikle yatak odası dikkatimizi çekti. İçinde orantısız bir biçimde geniş ve eskiden içinde Valide Sultan’ın yatağının durduğu altından bir yataklık dışında mobilyası olmayan küçük bir oda, hususi bir mekândı. Başka bir odaya açılan pencereden dolaylı bir biçimde odaya giren ışık oldukça loştu. Odanın duvarlarını kaplamış olan çiniler kendi başına güzel olsalar bile odanın soğukluğuna soğukluk katmaktaydılar.
Bu zarif çinilerin önünde durmuş renk ve desenlerindeki güzelliği hayranlıkla seyrederken, odadan sorumlu olan adam kendi bilgisini gösterebilmek için, “İşte, Kösem Sultan’ı burada boğmuşlar” dedi.
Kösem Sultan! Odaya çepeçevre bir göz attım. Oda bu türden bir faaliyet için çok uygundu: Soğuk, rutubetli, karanlık ve dar!
Bu mekâna girdiğimiz anda zamanda yüzyıl geriye gittiğimi hissetmiştim. Fakat şimdi, Kösem Sultan’ın dairesinden çıktığımda zaman daha da geriye doğru gitti. On dokuzuncu yüzyıldan on sekizinci yüzyıla, oradan da on yedinci yüzyıla doğru geçtim. Orada durdum. Eğer bir yüzyıl daha geriye gitmiş olsaydım beni etkisi altına alan geçmiş o kadar da iç daraltıcı olmamaya başlayacaktı. On yedinci yüzyıl, Osmanlı’nın ilerlemesinin durduğu ve gerilemesinin başladığı bir dönemdi. İçte ve dışta sorunların, güç kaybının ve entrikaların yaşandığı bir dönemdi. Kösem Sultan bu yüzyılın ortalarında altı padişahın saltanat döneminde yaşamış ve sarayda her zaman etkili olmuş veya etkili olmaya çalışmıştır. İktidar hırsı bütün hayatına hükmetmiş ve onu sonunda trajik bir ölüme doğru sürüklemiştir.
Aslında Kösem Sultan asıl adı Anastasiya olan bir köleydi. I. Ahmet’in gözdesi olmuş ve takip eden beş padişahın saltanatı boyunca da Valide Sultan olarak etkisini sürdürmüştür. Torunu IV. Mehmet tahta geçtiği zaman yalnızca yedi yaşındaydı ve hükümet Kösem’in ve yeniçeri ağalarının ellerine bırakılmıştı. Fakat padişahın annesi Turhan Sultan da hırslı bir kadındı ve kayınvalidesi ile rekabet etmeye başladı. Kösem, kendi iktidarının tehlikede olduğunu görerek, öz torunu olan IV. Mehmet’i katletmeyi planladı. Sarayın arka kapıları geceleyin açık bırakılmaktaydı ve yeniçeriler buradan içeri girip küçük hükümdarın dairesine saldıracaklardı. Eğer Kösem’in hizmetkârlarından birisi ona ihanet etmemiş olsaydı entrika mükemmel bir biçimde işleyecekti. Turhan Sultan bir karşı saldırı hazırladı. Harem ağaları ve sarayın diğer hizmetkârları kendisini desteklemekteydi. Mayıs 1651’de ayışığıyla aydınlanmış sakin bir gecede Turhan Sultan’ın destekçileri sarayın bahçesinde toplaştılar ve Büyükvalide Sultan’ın dairesine doğru yürüyüşe geçtiler. Kösem dışarıdan gelen gürültüyü duydu ve yeniçerilerin geldiğini düşündü. Onları karşılamak için dışarıya çıktı. Gelmekte olan güruhu gördüğü zaman içeri kaçtı ve bir dolaba saklandı. Düşmanları onu takip ettiler ve buldular. Kösem zenginlik ve güç vaatleriyle kendisini yakalamış olanları yanına çekmeye çalıştı, fakat kalabalığın öfkesi bu türden vaatlerle yatıştırılamayacak kadar fazlaydı. Taş zemin üzerinde sürükleyip işkence ettiler. Nihayet, adamlardan biri bir perdenin ipiyle onu boğdu.
Kösem’in ölümüyle Ağaların iktidarı da sona ermiştir. İhmal edilmiş uçsuz bucaksız imparatorluk ve onun baskı altında yaşayan mutsuz insanları böylelikle bir diktatörden kurtulmuş, fakat bir başkasının ellerine düşmüştü. Kendi de aslen köle olan Turhan Sultan ve harem ağaları imparatorluğun dizginlerini ellerine geçirmişlerdi.
***
On yedinci yüzyıl sarayın tarihi içerisindeki dönemlerden yalnızca bir tanesiydi. Topkapı görkemli ve şenlikli günler de görmüştür. İmparatorluğun durmadan genişlediği ve hâkimiyetini artırdığı, denizden denize, kıtadan kıtaya yayıldığı I. Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın dönemlerine şahit olmuştur. Daha sonra 18. yüzyılda, III. Ahmet’in hükümranlığı döneminde, sırtlarında yanan mumlarıyla lale yataklarında kaplumbağaların gezindiği, Haliç’in, Boğaz’ın ve Marmara denizinin girişine bakan bahçelerdeki saray ziyafetlerinde yaşanan cümbüşü dinlemiştir. O zamanlar şehirdeki herkes bir çılgınlık cereyanına kapılmıştı: İstanbul’un çeşitli yerlerinde güzel köşkler inşa edilmiş, lalelerin tanesi 500 altına varan değerlere satılmış ve Nedim gibi şairler yalnızca aşk, şarap ve keyif üzerine şiirler söylemiştir.
Yine de bu düşünceler beni saran kasaveti dağıtamamaktaydı. Odadan odaya dolaşırken on yedinci yüzyıl hep aklımda takılı kaldı. Çok güzel şeyler gördük: Paha biçilemez eski halılar, sanatsal çiniler, saf altından süslemeler, sedef işlemeli tırabzanlar ve sandıklar, hepsi gerçek bir sanat eseriydi. Fakat ben hepsinde kasvetli bir şeyler olduğunu fark ettim. Geçmiş, çevremde takılıp kaldı. Sarayın duvarları geçmişin dışarı çıkmasına ve modern ruhun içeriye girmesine izin vermeyecek ölçüde kalındı. (ÇT)