Geçtiğimiz yılın sonuna doğru gerçekleştirilen, “Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Konferansı: Eşitsizlikler, Mücadeleler, Kazanımlar” başlıklı buluşmada Dicle Koğacıoğlu yasa-uygulama bölünmesinin aslında iktidara içkin olduğuna değinmişti. Vurgulanmak istenen, uygulama-yasa diye bir ayrımın olmadığı, aslında iktidarın bu çelişkiden beslenip güçlendiğiydi.
Hukuk ve tıbbın kadın bedeni üzerindeki ortak egemenliği
Bu düşünce, beni yasaların uygulanmasında karşılaşılan sorunu daha derinlemesine düşünmeye zorladı. Hukukun uygulamalarıyla bütünlüğünü “Bedenimiz bizimdir!” sloganından yola çıkarak ele almak bana önemli görünüyor. Böylece hukuki/tıbbi söylemlerin kadın bedeni üzerinde egemenlik sağlamaktaki rolünü değerlendirebileceğimizi düşünüyorum.
Post-yapısalcı bir feminist olan Carol Smart, yasaların adli (judicial) pratikler yerine tıbbi kategorileştirmeleri (medical categorizations) benimseyerek gözetim ve denetleme araçlarının bir parçası haline geldiğini savunur.
Smart, tıbbi söylemler vurgusuyla, tıp-hukuk-kadın bedeni bağının iktidarın kadın bedeni üzerindeki hakimiyetinin kırılmasını zorlaştırmasından bahseder. Örneğin, bir doktor tıbbi bir pratik olan kürtajı gerçekleştirmek için yasadan onay almak zorundadır ama aynı şekilde yasalar da kürtajın hangi ayda veya durumlarda gerçekleştirilebileceğini belirlerken tıptan yararlanır. Varılan nokta şudur: Hukuk, liberal anlamda önsel olarak evrensel değerleri olan ve insanların iyiliği ve bir arada yaşamı için gerekli bir kurum olarak görülür.
Böylece hukukla bağlantılı olarak yaşanan sorunlar çerçevesinde uygulamalardaki sorun ya da eksikliklere vurgu yapan söylemler üretilebilir. Kısacası, hukuk ile uygulama birbirinden ayrı iki unsur gibi düşünüldüğünde iktidarın kadın bedeni üzerindeki baskısını çözmek çetin bir hal alır. Bunun yerine, hukukun, özellikle tıbbın söylemlerinden nasıl feyz aldığı dikkatle incelenmelidir. Aynen Hüseyin Üzmez davasında olduğu gibi.
Bir davanın düşündürdükleri…
14 yaşındaki B.Ç’ye tacizde bulunduğu gerekçesiyle çocuğun cinsel istismarı suçundan Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesinde tutuklu yargılanan Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez, 28 Ekim 2008 tarihinde yapılan duruşmada tahliye edildi.
Mahkeme, İstanbul Adli Tıp Kurumu’nca hazırlanan “B.Ç’nin beden ve ruh sağlığının bozulmadığına oy birliği ile karar verilmiştir” ibaresinin yer aldığı rapora dayanarak “suç vasfının değiştiğini” ileri sürdü ve Hüseyin Üzmez’in tahliyesini uygun buldu. Üzmez’in tahliyesinin ardından İstanbul Adli Tıp Kurumu topa tutuldu ama, bu dava aslında tıbbın “normal-anormal”, “aklı başında-akıl hastası” gibi kategorileştirmelerine dayanarak hakikat üretme kapasitesini kullanan hukukun kadın bedeni üzerinde nasıl kırılması zor bir iktidar ağı oluşturduğunu örnekliyor. İstanbul Adli Tıp Kurumu’nun raporu bilim çevrelerince de eleştirilmiş olsa da iktidarın yasa-uygulama çelişkisinden beslendiği ortada.
Türk Ceza Kanunun “Çocukların Cinsel İstismarı” başlıklı 103. maddesine göre
(1) Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismar deyiminden;
a) Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış” anlaşılır.
Yasanın “Reşit Olmayanla Cinsel İlişki” başlıklı 104. maddesi ise
“(1) Cebir, tehdit ve hile olmaksızın, onbeş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikâyet üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” der.
Oysa kanunun 6. maddesine göre
“Ceza kanunlarının uygulanmasında çocuk deyiminden henüz 18 yaşını doldurmamış kişi anlaşılır”.
Aslında, buradaki çatlaklık, söylemsel çalışmaların çocuk tanımı tartışmalarından kaynaklanıyor. Adalet Bakanlığı`nda 9-10 Ekim tarihlerinde Türk Ceza Yasası`nın (TCY) özellikle çocukların cinsel istismarına dönük maddeleriyle ilgili değişiklik önerilerini görüşmek üzere yapılan toplantıda Yargıtay 5. Ceza Dairesi temsilcileri, 15 yaşın üstündeki çocuklarla cinsel ilişkiyi "şikâyete bağlı" olarak cezalandıran düzenlemede yaş sınırının 14’e indirilmesini istedi. Bu teklifte ileri sürülen gerekçelerden biri, cinsel ilişki yaşının düşmesiydi, ama bu gerekçe, çocukların seksüel olma potansiyellerinin onlara masumiyetlerini kaybettirmediği gibi önemli bir noktayı göz ardı ediyordu.
"Çocuk kime denir" sorusunun yanıtı büyük ölçüde tıbbi ve hukuki söylemler dahilinde şekillenen ve tartışılagelen bir konudur. Aynı şekilde, şerrin (zarar) tanımı da hukuki ve tıbbi söylemler dahilinde şekillenir. Tıbbi ve hukuki söylemlerin çevrelemekte olduğu bu kavramlar, bu kavramlarla ifade edileni aslında yeniden üretir.
Sonuç olarak, hukuk ve kadın bedeni ilişkisi yasalardaki değişiklikler ya da uygulamadaki sorunlar üzerinden tartışılıp bu noktaya indirgenemez. Bunun yerine hukukun, tıp ile ilişkisi göz önünde bulundurularak, bilimin hakikat üretebilme gücünden yararlanıp kadın bedenini denetleyen ve gözetleyen bir unsur olarak ele alınıp incelenmesi gerekir. (ŞA/EK)
________________________
* Şengül Apari, Koç Üniversitesi, Yükseklisans öğrencisi.