Gospel müziğini ritim ve blues'a; soul müziğini de kendi yarattığı ısrarcı vuruşlar ve akıcı bir ritme sahip funk'a evriltti.
Daha sonraları Mick Jagger ve Iggy Pop gibi rockçuları da etkileyen el değmemiş fizikselliği ön plana alan sahne performansları hala aşılamadı.
1933'te Güney Karolina'da bir odalı bir gecekonduda hayata gelen Joe Brown Junior, yedi yaşına geldiğinde Augusta, Georgia'da bir genelevde yaşamaya başlamıştı.
Ayakkabı boyacılığı yaparak ve sokakta dans ederek kiraya destek olmaya çalışıyordu.
Dokuz yıl sonra bir araba çalmaya çalıştığında ağır biçimde cezalandırıldı. Sekiz ila 16 yıl hapse mahkum edildi ama sadece üç yıl bir gün sonra dışarı çıktı.
Serbest kalınca bir gospel grubuna katıldı. Ümit veren fakat bir sonuca ulaşmayan yarı-profesyonel ve kısa bir boks kariyerinden sonra, James Brown Revue grubunun lideri olarak sahneye çıktı.
Dinleyiciler, her akşam üç kilo kaybeden Brown'un karizmatik kişiliğiyle sürüklediği grubun R&B sedasıyla kendilerinden geçiyorlardı.
1956'da Brown "Please, Please, Please"i yazdı. Albüm bir milyon kopya sattı ve onu yıldızlığa yükseltti.
Yılda 350 gece sahne alarak haklı bir ün kazanan Brown bundan sonra ardı ardına tutulan parçalar çıkartmaya başladı.
Her ne kadar mali durumları iyi olmasa da -Brown ve arkadaşları Please Please Please albümünden adam başı sadece 150 dolar almıştı- konserlerinin kalitesinden hiç ödün vermiyordu.
Mantığı basitti: "Sahnedeyken sizi izlemek için, az da olsa, para ödemiş olan insanlar patronunuzdur. Onlar için çalışırsınız".
Orkestrasını bir ordu gibi yönetti, geç kalmak, kötü çalmak ya da sarkan sahne kıyafetleri cezaya tabiiydi. 1960'ların sonlarına doğru artan ünü sayesinde konserleri Siyah müziğinin Mekke'si olan Harlem'deki Apollo Theatre'ı ağzına kadar dolduruyordu.
Müziğinin ruhunun ancak canlı yakalanabileceğini fark eden Brown 1961'de bir konserinin kayıtlarını albümleştirdi.
Ortaya çıkan sonuç, James Brown Show Live at the Apollo, tam bir sansasyon oldu. Brown'un adını tüm Amerika Birleşik Devletleri'ne yayan albüm hala en önemli canlı kayıtların başında geliyor.
Tüm dünyada listelerin üstlerine tırmanan "Papa's Papa's Got a Brand New Bag", "I Got You (I Feel Good)" and "Get Up (I Feel Like Being a Sex Machine)" gibi şarkılarla yerini sağlamlaştırdı.
Sanatsal açıdan Brown yeni bir tür, funk'ı icat ediyordu.
Başarı büyük bir serveti de yanında getirdi. James Brown'un radyo istasyonları, hazır yemek lokantaları ve bir özel uçağı vardı artık.
"Siyah kapitalizmi" terimini daha ortaya çıkmadan önce bağrına basarak tüm vatandaşlarını "Amerikan Rüyası"nı yaşamaya davet ediyordu.
Yoksullar için yemek sağlanmasına, Afrika'daki topraksızlara yardıma da koştu ama özellikle Vietnam'daki ABD birliklerine konser verdiğinde milliyetçiliği nedeniyle çok eleştirildi.
Brown'un etkisi o kadar fazlaydı ki, 1968'de Martin Luther King öldürüldüğünde hareket televizyondan tüm ABD'ye onun canlı gösterisini yayınlamıştı.
Herkesi soğukkanlı davranmaya çağıran sözleriyle gösterisi suikastın yarattığı kızgınlık dalgasını yatıştırmaya yaramış, hatta bunun için başkan Lyndon Johnson'dan bir teşekkür bile almıştı.
1970'ler Brown için kötü yıllar oldu. Oğlu araba kazasında öldü, kendisi vergi problemlerine boğuldu ve disko müziği onun müziğini tehdit etmeye başladı.
Sıkı çalışması sayesinde zor zamanları atlattı, 1980'de çekilen kült The Blues Brothers filmindeki rolü onu yepyeni bir nesille tanıştırdı.
Fakat Brown'un kendine zarar verme potansiyeli hiçbir zaman eksik olmadı. 1988'de bir polis kovalamacası sonunda iki buçuk yıl hapse mahkum oldu.
Rap ve hip-hop onun müziğinin etkisi üzerine yükseldi. Tüm yanlışlarıyla birlikte James Brown bir nesil Afrikalı Amerikalılar için çok önemli bir rol modeli oldu.
Irkçılık ve yoksulluğun içinden çıkan Brown dışarıdan görünüşünü bir şarkısının başlığında özetliyordu: Yüksek Sesle Söyle, Siyahım ve Bundan Gurur Duyuyorum (Say it Loud, I'm Black and I'm Proud).(EÜ)
* Bu yazıyı Erhan Üstündağ BBC'den Türkçeleştirdi.