Üç buçuk ay önce "Kara Kuvvetleri fişleme" olayını "deşifre ederek "sivil yiğit"liğe soyunan Hürriyet gazetesinde "çift beyinli filozof" İyigün paşanın, hemen ardından da "tamburalı paşa" nın tefrika edildiği günlerde, İstanbul Valiliği NATO Zirvesi'yle ilgili " önlemler "i açıklıyordu. Araçla, yaya ve denizden, bilumum insan trafiğinin kesileceği bölge ve zamanların upuzun sıralandığı bölümde hafızalara kazınması gereken talimatlardan biri de "Boğaz balıkçıları"yla ilgiliydi:
"27 Haziran 2004 saat 08.00 - 30 Haziran 2004 saat 06.00 arası, balıkçı tekneleri Boğaz bölgesinde denize açılmayacaktır."
Valilik "demokratik hakların kullanılması" başlığı altında ise şu satırlara yer vermişti:
* "Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. (Anayasa Madde 26)
* Yurtdışındaki NATO Zirvesi ve benzeri etkinliklere karşı düzenlenen gösterilerde çok sayıda gösterici ve güvenlik görevlisinin yaralandığı bilinmektedir."
Valilik tarafından açıklanan "Demokratik Etkinlik Alanları" ise şunlardı:
1. Şişli İlçesi, Çağlayan Meydanı
2. Beykoz İlçesi, Beykoz Çayırı
Valilik, sıkı önlemlerin nedeni olarak da şu "açıklama"yı getirmişti:
"Yaşadığımız dünyanın koşulları, bu tür zirvelerde güvenlik boyutunun ön plana çıkmasına neden olmuştur."
"Prole"ler
Yaşadığımız dünyanın koşullarından herkes payına düşeni alıyor.
Hayali bir dünyada, Orwell'in 1984'ünde "prole"ler, şehrin varoşlarında yaşarlar. 1984'de, artık yıllardır sürmekte olan olan kâbus, prole'leri ancak uzaktan yalayıp geçmektedir. Onlar çalışır, sevişir, çocuk yapar ve az çok huzur içinde uyurlar. Şehrin merkezinde yaşayanlar ise kâbusun bizzat oyuncularıdır. Orwell'in 1984'ü bu yüzden, bir gerçek dışılık ve umutsuzluk başyapıtıdır.
Haziran 2004 itibarıyla bizde de kâbustan en çok, şehrin tam göbeğindeki "NATO Vadisi"nde yaşayanlar, pazarlamacı-reklamcı jargonuyla "AB grubu" etkileniyor gibi görünüyor. Varoşlarda, mesela Büyükçekmece'nin Kıraç'ında yaşayanlar için ise, NATO Zirvesi önlemleri neredeyse Mars'ta olup biten şeyler.
Ama NATO Zirvesi, sanal bir kâbusun sanal oyuncuları olan Maçkalılar için olduğundan çok daha fazla, Kıraçlı "prole"ler için hayati. Ya da İngiltere'nin Dumfermline'ında yaşayan "prole"ler için.
Bugünlerde, Tekstil-İş Sendikası Genel Sekreteri Muharrem Kılıç'ın dediğine göre, havaların ısınması nedeniyle verimli çalışmakta zorluk çeken Castleblair işçileri, bakanlıktan arabulucu raporunun gelmesini bekliyorlar. Grev kararını o rapor geldikten sonra alabilecekler. Hem sıcak havada, hem de iş gelip greve dayanmışken, disiplini elden bırakmadan üretim yapabilmek için çelik gibi sinir ve sabır gerek. Kıraç'taki Castleblair fabrikasında Marks & Spencer'a kadın ve çocuk malları üreten işçiler, 1984'ün "duyarsız" prole'lerine benzemiyor. Kısa bir süre önce parmakları aynı malzemelere dokunan, ellerinden aynı mallar çıkan Dumfermline'ın "eski" Castleblair işçileri de Orwell'in prole'lerine benzemiyor. Onlar, kısa bir süre önce Kıraç'takilere işlerini verdiler. Şimdi Castleblair şirketi Doğu'dan gelen ucuz mal baskısına Türk işçilerinin ucuz emeği ile karşı koymaya çabalıyor. Muharrem Kılıç, Castleblair'de çalışan işçilerin genelde 350 - 380 milyon lira ücret aldığını, tavan ücretin 520 - 550 milyon lira olduğunu söylüyor.
Kıraç Castleblair'de bir "performans" sistemi var. Belirlenen kotanın yüzde 60'ının üstüne çıkan işçi bir miktar prim alıyor; yüzde 80-90'a ulaşan biraz daha fazlasını, yüzde 90'ın üstüne çıkan daha fazlasını.. Yüzde 90'ın üstüne çıkanlar, haftada 7.5 milyon lira prim kazanıyor.
Kılıç, şimdiye kadar 20'ye yakın işçinin, başka nedenler ileri sürülse de, asıl sendika üyesi oldukları için işten çıkarıldığını söylüyor. Bunların çoğu için, işyerinde 6 ayı doldurmamış olduklarından iade davası açılamamış. Bir kişi için iade davası sürüyor. "Performans"ın ikramiyelerde esas alınıp alınmaması, zam oranları, çalışma koşulları gibi konularda çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle fabrikada grev sürecine girilmiş.
"Yaşadığımız dünyanın koşulları"
Yaşadığımız dünyada, Mayıs ayı başlarında Norveç'te 85 bin işçinin greve gitmesiyle hayat kısmen durmuştu. Ulaşım, inşaat, basın, turizm ve taşımacılık, grevden en fazla etkilenen sektörlerdi. Grev dalgası, büyük ölçüde, " şirketlerin üst düzey yöneticilerine ödenen yüksek maaşlara duyulan tepki "nin sonucuydu. Çalışanlar, önerilen yüzde 3.5-4'lük ücret artışını kabul etmemişlerdi. Norveç Dışişleri Bakanı Thorbjoern Jaglan grevi "toplumda artan farklılıklara tepki" olarak nitelendiriyordu. Norveç işçi sendikaları konfederasyonu başkanı Yngve Haagensen ise "iş dünyasının liderleri arasındaki açgözlülük kültürü"nden söz ediyordu. Nobel Barış Ödülü almak üzere geldikleri Oslo'da The Grand otelinde kalan bir gruba, kahvaltı servisinin ardından kibarca otelden ayrılmaları söylenmişti. Otel, grev nedeniyle kapanan 86 otel arasındaydı. Bu arada un, ekmek ve konserve darlığı başlamış, komşu İsveç'teki süpermarket sahipleri ellerini ovuşturup Norveçli müşterileri beklemeye başlamışlardı. Haziran ortalarında sigorta hakları ve geçici istihdam konularından kaynaklanan anlaşmazlık ise, petrol - gaz sektöründe büyük bir grevi tetikledi. İlk beş gün içinde üretimde yüzde 12 azalmaya neden olan bu greve karşı 28 Haziran'da lokavt uygulanması bekleniyor (http://www.kwestinternational.com/KWESTDAILYISSUE.html). Bu durumda, dünyanın üçüncü büyük ihracatçısı konumundaki Norveç'de üretim tamamen duracak ve bundan başta AB ve ABD olmak üzere tüm dünya etkilenecek.
Yaşadığımız dünyada, İngiltere'de bazı işverenler, işçilerinin sendikalaşmasına engel olmak için ABD'den danışman getirtiyorlar (http://www.icftu.org/displaydocument.asp?Index=991219351&Language=EN).
Yaşadığımız dünyada, ILO verilerine göre 15 saniyede bir, bir iş gününde 6000, bir yılda yaklaşık 2 milyon kişi, işyerlerinde çeşitli nedenlerle hayatını kaybediyor (http://www.tuc.org.uk/h_and_s/tuc-7931-f0.cfm). Her yıl okul çağındaki 22 bin çocuk, çalışırken ölüyor. İşyerlerinde, savaşlarda ölenlerden daha fazla insan ölüyor.
Yaşadığımız dünyada, İsviçre'de Migros yönetimi, bundan bir süre önce toplu iş sözleşmesini rafa kaldırmış ve mağaza müdürlerine "sendikanın çalışanlarla toplantı yapmasına engel olun" talimatı vermişti. Belçika'da ise DHL ve Brüksel Hilton'da sendika temsilcileri işten çıkarılmıştı.
Yaşadığımız dünyada, 2003 yılında, "gelişmişlik" abidesi bir başka ülke olan Güney Kore'de 1900 sendikacı tutuklandı; bunların 201'i çeşitli " suçlar "dan hapis cezalarına çarptırıldı.
Gene 2003 yılında Hindistan'da 350 bin işçi, sendika üyesi oldukları için işten çıkarıldı. Güney Kore, Sri Lanka, Endonezya, Filipinler, Tayland ve Türkiye'de binlerce işçi aynı nedenle işten çıkarıldı.
Avustralya'da hükümet ve şirketler, çalışanlar ile toplu sözleşme yerine "bireysel sözleşme" yapılması için giderek daha yoğun çaba harcıyorlar. Kamu çalışanlarının örgütlenme ve grev haklarını baskı altında tutan tek ülke ise Türkiye değil. Dünyanın en "gelişmiş" ülkelerinden Japonya'da, kamu sektöründe greve öncülük eden çalışanlar işten çıkarılıyor, para cezasına ve üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılabiliyor.
Yaşadığımız dünyada, ABD Çalışma Bakanlığı verilerine göre, uyanık İngiliz işverenlerin danışman ithal ettiği ülkede çalışanların sadece yüzde 12.9'u sendikalı . Özel sektörde ise bu oran yüzde 8.2'ye düşüyor. ABD'deki en büyük sendikalardan, 1.6 milyon üyeli hizmet sektörü çalışanları sendikası SEIU, sendikayla çalışanlar arasında yeni bağlar kurabilmek amacıyla " Purple Ocean " adlı bir Internet projesi başlatmış durumda.
"Çevre ülkeler"
Yaşadığımız dünyada, sermaye yatırımdan spekülasyona yönelirken, uluslararası rekabet kâr oranlarına yer çekimi etkisi yaparken, offshore olanakları sadece kara değil "ak" parayı da ulusal sınırların dışına çekerken, artık asla eski seviyelerine inemeyeceği söylenen petrol fiyatları gibi "yan faktörler" her şeyi daha da zorlaştırırken, bütün bunlar belli başlı sonuçlara yol açıyor. İmalatta işgücü, giderek hızlanan biçimde, sendikaların etkin emeğin ise göreceli pahalı olduğu ülkelerden ucuz emek ülkelerine ihraç ediliyor. Yıllar önce başlayan bu süreç, artık "Çin etkisi" nedeniyle olağanüstü hızlanma eğilimi gösteriyor. Sadece Amerikan otomotiv yedek parça endüstrisinde 2000 - 2010 arasında 260 bin işin Çin'e ihraç edileceği öngörülüyor.
Bazı sektörler için fabrikayı Çin'e taşımak elverişli olsa da, nakliye maliyetlerinin kritik olduğu sektörlerde "çevre ülkeler" tercih ediliyor. Tüketim merkezleri Batı Avrupa ve ABD için, sırasıyla Doğu Avrupa (Türkiye dahil) ve Latin Amerika giderek daha çok gündeme geliyor.
Ya Orta Doğu? Sebil petrolünün yanı sıra, makinelerin başında "75 cent" saat ücretine tıkır tıkır iş gören kadınların, çocukların ve erkeklerin çalıştığı bir Irak, yaşadığımız dünyanın koşullarında, yatırımcılar açısından bir cennet olmaz mı? O kadın, çocuk ve erkekler, 75 cent'lerden artırdıkları "nickel"larla ("kuruş"), gene yabancıları fabrikalarında kardeşlerinin ürettiği çöpleri satın alsa, böylece yeni Irak'ta kendi çapında bir tüketim piyasası dahi oluşadursa? Böyle bir Irak'a, şimdiki "geçici yönetim"in başındaki "CIA adamı" İyad Allavi gibi biri yakışmaz mı?
Yaşadığımız dünyada, Dr. Allavi'nin grubu " Irak Ulusal Mutabakatı ", 1990'larda CIA'in yönlendirmesi ile Irak'ta bombalama ve sabotaj eylemleri tezgâhlamış. "Bölgede görev yapmış CIA ajanı Robert Baer, eylemlerden birini, 'Bir okul otobüsü havaya uçuruldu, öğrenciler öldü ' diyerek anımsıyor."
Yaşadığımız dünyada, bir okul otobüsünün şimdiki Irak başbaşkanın adamları tarafından havaya uçurulması 10 küsur yıl sonra ortaya çıkıyor ve gazetelere küçük haber olarak bile girmeyebiliyor. Bugün bir otobüsün İstanbul Çapa'da havaya uçurulması olayında ise, " insanlık suçlusu teröristler, NATO'yu bahane edip kan döküyor. "
Neden İstanbul?
Bütün bunların yaşandığı dünyada, ülkeleri işgal edenlerin, işgal ettikleri ülkelerde kadınları, çocukları, savunmasız erkekleri mezara yollayanların.. işkence merkezleri açanların.. "terör"ü, suikastı, sabotajı, pamuk ipliğine bağlı istikrarı sarsmak için istedikleri yerde diledikleri gibi kullananların.. kötü niyetli kişiler olduğu sonucu çıkarılmamalı. Bunları yapanlar, dünyaya kötülük etmek için değil, dünyayı bir düzene sokmak için çabalıyorlar.
Ama mesele şu ki, onlar da kabul etmeli ki, dünya sadece plaza parazitleri, Çakıcı'nın elemanları, ordu mensupları ya da üçüncü sektör uzmanlarından oluşmuyor. Çoğunluğu oluşturanlar, günümüzde piyasa değeri açısından en ucuz şey olan "üretim" yaparak hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Bazıları dokuma makinesinde işçi, bazıları otobüs şoförü, bazıları bilgisayar programcısı, bazıları gazeteci, bazıları öğretmen, bazıları da domatesi apartman balkonunda değil tarlada yetiştiren çiftçi.. Onların sağlamayı hayal ettiği düzende bu ikinci büyük grup, emeğine biçilen "75 cent"lere razı olup uslu oturabilir mi? İkinci grubu uslandırmaya, birinci gruptakilerin çabalamaları yeter mi? Üstelik sermaye hareketleri, üretenleri giderek daha çok "aynı evin ahalisi" haline getiriyor ve ahalinin kapalı odalardan hiç çıkmadan, birbirleri ile hiç konuşmadan oturması da giderek zorlaşıyor .
Herhalde onlar da biraz, yaşadığımız dünyanın koşullarından kaynaklanan bu gerçekleri kabul etmeye çalışmalı.
Bu arada, NATO Zirvesi için "güvenlik denetimi"nin çok daha kolay yapılabileceği Ankara'nın ya da denize nazır bir Antalya'nın değil de, eski imparatorluk başkenti ve Türkiye'deki toplumsal dinamiğin hem dinamosu hem de barometresi İstanbul'un seçilmiş olması nedendir?
Tıpkı "Osmanlı mülkü" gibi, dünya üzerindeki her şeyin ve herkesin "sermaye mülkü" olacağı dünyayı kurma çırpınışlarında, bu zirve İstanbul'a çok yakıştırılmış olsa gerek.
Neden her ne ise, müstakbel "Dünya devleti"nin ordusunun reorganizasyon ve feyzlenme istişarelerinin eski imparatorluğun başkentinde yapılması, kendilerini o imparatorluğun varisleri olarak görenlerin göğüslerini de herhalde gururla kabartıyordur.(ŞA/EK)