Bir tarafta, bugünkü Türk, kendisinin suçlandığı intibasına kapılmakta ve savunma mekanizmasını harekete geçirmektedir. Böylece kendisini 1915 yılının failleri ile özdeşleştirmekte, onları savunurken aslında kendisini savunmaktadır.
Öte yandan, bu savunma mekanizması içine girmiş Türkü dinleyen bir Ermeni, çok kolaylıkla bu Türkün de, 1915'de cinayetleri işleyenlerden pek farklı olmadığını düşünmektedir. Ermeni açısından, 1915 ile bugünkü Türk arasındaki tüm fark, özellikle bu savunma mekanizması sayesinde ortadan kalkmakta, 1915 ve bugünkü Türk bir ve aynı olmaktadır.
Burada sözünü ettiğim zorluk bir tek Türklere ve Ermenilere ait değildir. Zorluğun asıl nedeni, ulusal kimlik diye adlandırılan şeyle kurulan ilişki tarzıdır.
Bazı sosyologlar, ulusal kimlik denilen şeyin, bireysel kimliğin ötesinde, dışında birşey olduğunu kabul etmezler. Bu sosyologlara göre, ulusal kimlik ile kurulan ilişki tarzı, bireyin dışında duran "öteki" ile kurulan bir ilişki tarzı değildir. Bu bizzat kendimiz ile kurulan bir ilişki tarzıdır. Bu durumu şu biçimde açıklamak mümkündür:
Kendimiz dışındaki ulusların, ulusal karakterleri hakkında kolay tespitlerde bulunur, "tipik Alman", "tipik İngiliz" gibi sözleri çok kolay söyleriz. Ama, dahil olduğumuz ulusal gurup söz konusu olunca aynı rahatlıkla konuşamayız. Örneğin, eğer Türk isek hangimiz, "tipik Alman" dediğimiz rahatlıkta, "tipik Türk" diye konuşabiliriz. Kendi grubumuzun ulusal özellikleri hakkında bazı şeyler söyleyebilmek için araya özel bir "mesafe koyma"yı becermek gerekir bu ise ciddi bir çaba ile mümkündür. Zorluk, "birey" ile "ulusal kimlik" arasında ayrım yapmanın zorluğudur.
Ulusal kimliğin en önemli özelliklerinden birisi "duygusal bağ"dır, Bunu "sevgi-aşk" ilişkisi olarak da tanımlamak mümkündür. Fakat, ulus sevgisi, kendisine siz dediğimiz bir insan grubuna karşı duyulan sevgi değildir. Bu sevgi, biz diye tanımlanan bir gruba duyulan sevgidir yani bir çeşit "kendini sevme"dir.
Bir ulusal gruba bağlı olmak, insanın siz dediği bir gruba dahil olması değildir. Biz denilen bir gruba bağlılıktır. Yani, ulusal kimlik, ulus gibi bir gruba dahil olup olmama duygusu, bir kulübe, bir derneğe üye olmaya benzemiyor, istediğiniz zaman çıkamıyorsunuz.
Konuyu zorlaştıran bir başka boyut da, biz'i olmayan bir ben'den söz etmenin zorluğudur. Her ben kimliği aynı zamanda bir biz kimliğidir. Yani bireysel kimlik, bir dengeleri bireyden bireye değişse bile, bir ben-biz ikilisidir. Biz ve ben iki ayrı yerde duran kimlikler değildirler, bir ve aynı mekandadırlar. Bu nedenle bir bireyin ulusu hakkında sahip olduğu resim aynı zamanda onun kendi resmidir. Birey ve ulus, birbirinden ayrı iki farklı "mekan"da bulunmamaktadırlar.
İşte birey ve ulus arasındaki mekan ortaklığıdır ki, aynı ulus grubuna dahil kişilerin, grubun diğer üyeleri ile aralarına mesafe koymalarını zorlaştırmaktadır. Aksine kendini onlarla özdeşleştirme daha kolay olmaktadır. Böylece, bizim gruba mensup birileri, başka ulusa karşı suç işlemiş ise, bu suçu işleyenle araya mesafe koymak çok daha zor olmaktadır. Suçu işleyenin kendisi olduğunu zannetmekte ve savunmaya geçmektedir.
Türk kavramının kullanılış tarzı, yukarda teorik olarak anlatmaya çalıştığım bu düğümü çözmemize yardımcı olmamakta, aksine zorlaştırmaktadır. O halde yapılması gereken çok basittir. Bugünkü Türk'ün, 1915'de cinayetleri işleyenlerle arasında mesafe koymasını kolaylaştıracak kavramlar bulmak gerekmektedir.
Bunu "Türklerin sorumluluğunu" azaltmak için söylemiyorum, tam aksine Türk denilen topluluğun, kendi sorumluluğu üzerine daha doğrudan düşünebilmesini sağlamak için öneriyorum. Bugün var olan ise, suçlanma duygusu ile her türlü sorumluluktan kaçmaktır.
Bugünkü Türk'ün suçlanmadığını göstermenin bir yolu, o dönemde sosyal aktörleri, kimler ise öyle tanımlamaktır. Osmanlı devleti yöneticisi, İttihat ve Terakki Partisi, Teşkilat-ı Mahsusa örgütü vb. ne ise öyle. Sivil halk kendisini daha çok Müslüman kimliği ile tanımlıyordu. Türklük, onların kendilerini tanımlama tarzları değildi, İttihat ve Terakki Partisi içinde ırkçılığa varan biçimde Türkçü olanlar vardı ama geniş yığınlar için bu önemli değildi. Onun için İttihat ve Terakki Partisi, Ermenilere karşı İslam kimliğini kullanarak yığınları harekete geçirmişti. Yani, 1915'in sosyal aktörlerini tanımlarken, Türk kavramı yetersiz ve eksiktir.
Bugün, Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye'nin ilişkilerini anlatırken, "Türkler-Avrupalılar" ikilemi ile gelişmeleri açıklamanın yetersiz olduğunu hepimiz kabul ederiz. Ne homojen bir Avrupa diye bir aktör var, ne de homojen Türk diye bir aktör. Daha çok, örneğin, Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak gören, bu nedenle aynı hatta buluşan Türkler ve Avrupalıların karşısında diğer Türkler ve Avrupalılar var. Ayrıca, Türkiye'de AB konusunda tutum alan bir tek Türk yok Kürt var, Alevi var vb. Dolayısıyla, Türk kavramı bugünkü aktörleri anlatmada nasıl yetersiz ise, 1915 için öyle yetersizdir.
Bir başka önemli şey daha yapmak gerekiyor Bugün kendisini Türklük kavramı ile kuvvetle tanımlayan birisine, kendisini özdeşleştirebileceği, identite edebileceği başka Türkleri göstermek ve anlatmak gerek. Bu hikayeler sayesinde, bu insanlar, kendileri ile katiller arasına mesafe koyabilirler. Önümüzdeki hafta bu hikayelerden bir kaç tanesine değinmek istiyorum. (BB)