Kehanet gerçekleşti gerçekleşeli, metafizik bir huşuya kapılmak mümkünse de maddeci düşünüşü terk etmemeli ve hiç şaşırmamalıyız: Başından beri, kabul edilen -şimdilik iki adet- iddianamenin adlandırması ile Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) Davasının darbe soruşturmalarının hukukunu andırır bir yol ve yordamla yürütülmesi hem onun siyasal bir dava olduğunu kanıtlıyor hem de kendi kırılganlıkları içinde bir yol bulması gereken ABD-TSK-AKP “tarihsel” işbirliğinin yarattığı yeni hegemonyanın öncekiler gibi güçlü bir “iç düşman” üzerine kurulması gerektiğini sezinlediğine ve bu “iç düşman”ı muhayyel bir “eski rejim” olarak belirlediğine dair bir izlenime kaynaklık ediyor. Bana sorarsanız, bu izlenim çok sahici değil: İç düşman hâlâ “devrimciler” ve özel olarak da “Kürtler”...
13 Nisan...
13 Nisan 2004'te yayınlanan, Fethullah Gülen'in bir röportajı vesilesiyle kaleme aldığım “Cumhuriyet'ten Zaman'a İdeolojik Hegemonya” adlı yazıda, kavganın tarifini taraflarının algısı ile, “'Muasır medeniyetçi' aydınlar, bir kısım bürokratlar ve bazı komutanlar tarafından temsil edilen çizgi, diğer çizginin bunlara verdiği isimle 'laikçi'ler, Türkiye'de kapitalizmin gelişme evresinden devralınan alışkanlıklarını, yani ayrıcalıklarını devam ettirmek istiyor. Gülen Efendi'ye göre, bunlar, oligarşik bir yapı ve esas 'mürteci' bunlar. Diğer çizgi ise, liberal İslâm'ın, Türkiye kapitalizminin kurtuluşu olacağını düşünüyor.” diye verdikten sonra, iki çizginin de, kapitalizmin dünyasallaşma eğilimi ile tümüyle uyumlu olduğunu ve bu eğilimin yarattığı bölgesel görevleri Türkiye Cumhuriyeti'nin ikirciksiz üstlenmesini istediğini; iki çizginin de, toplumsal yaşamın ve devletin buna göre düzenlemesinde hemfikir olduğunu; ikinci çizginin hükûmet, birinci çizginin muhalefet, her ikisinin de sermaye çizgisi ve sermayenin de, Türkiye'de siyasetin bu dar alana hapsedilmesini istediğini; o zamanlar -ve bugün de- yaygın olan bir devrimci görüş olarak aktarıyordum:
“O kadar ki, bu dar alanda koparılan fırtınanın haddi hesabı yok. Gülen efendi, Cumhuriyet Gazetesi'nin 'Genç Subaylar' manşetine aylar sonra şu yanıtı vererek, aslında tartışmaya da nasıl nokta konulacağını öngörüyor: 'Medyadan izlediğim kadarıyla, gerçekten öyle bir şey var mı, yok mu; onu o müessesenin (TSK'yı kast ediyor-b.n.) başındakiler, orada önemli yerlerde olan insanlar bilirler. Bilirlerse zannediyorum oradaki birliğin bozulmaması için yapılması gerekli olan şeyleri de yaparlar. Varsa gerçekten cunta, -olmamasını dilerim- onları da diskalifiye ederler, ayıklarlar ve onlara fırsat vermezler. Cuntacılar iflah olmamışlardır. 27 Mayıs'tan bu yana ben o müesseseyi biliyorum. Talat Aydemir'in başı ezildi. O dönemde askerdim ben Mamak'ta. Bu açıdan var olup olmadığını bilemem ben. Olabilir de. Ama varsa iflah olmaz cuntacılar. Bugün bir şey yapsalar bile yarın kahhar bir kuvvet, Cenab-ı Hakk'ın kuvveti, iflahlarını keser.' Kapitalist devleti resmederken, Gülen efendinin kendi meşrebince çok az hata yaptığını kabul etmeliyiz. Söylediği, sermaye stratejisine bağlanmayanın başına balyoz yiyeceği değil mi? Allah'ın kuvveti, sermayeyi kodlamıyor mu? Ordu da, küresel sermayenin çıkarı hangi çizgiye uyarsa onu destekleyecektir, hepsi bu.
"Hepsi bu; iki çizgi de emekçi halk için daha çok sömürü anlamına geliyor. Hepsi bu; aydınımız, bu iki çizgi arasında bocalayıp duruyor. (http://www.bianet.org/bianet/kategori/siyaset/32525
/cumhuriyetten-zamana-ideolojik-hegemonya)
Beş yıl sonra bugün bu satırların, aynı 13 Nisan'da, üstelik ana muhalefet partisi lideri yüzyıl önceki 13 Nisan'ı (eski takvimle 31 Mart!) anıştırırken canlılığını yitirmemiş olması, sadece biz devrimcilerin geçen yıllarda, üstelik göre göre, ne kadar da hakikate karşı bigane ve sınıf mücadelesi karşısında biçare kaldığımıza tanıklık ediyor.
Birinci Çizgi: Darbeciler
Bir manevi bunalımdan ötekine atlayan, biz devrimciler kadar bigane ve biçare aydınımıza döneceğim ama önce birinci çizginin gözümüzün önünde para-militer bir darbeci çeteye evrildiğini hep birlikte seyrettiğimizi hatırlatmak isterim. İddiaya göre darbe planları içinde yer aldığı için ETÖ sanığı olan -elbette, yargılama sonuna kadar da masum olduğunu kabul ettiğimiz- İlhan Selçuk'un Obama'nın gelişi ile birlikte “milli darbeci” değil de -laik ve Müslüman Türkiye dediği için- en büyük “milli Obama”cı olduğunu öğrenmiş olmamız ne büyük bir farstır! MHP ile barıştığını ilan eden İlhan Selçuk kadar mevzuyu idrak edemediğinden olacak, ETÖ sanığı Doğu Perinçek'in eşi Şule Perinçek'in -Atatürk'ün Bütün Eserleri Yayın Yönetmeni imzası ile- Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenaze törenine katılmasını vesile ederek Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a yazdığı açık mektup nasıl da trajiktir.
Daha da trajiği bütün bu hengame içinde, hiçbir şekilde para-militer darbeci çetenin uzantısı olmadığını bildiğimiz bazı devrimci örgütlerin kendilerini ulusalcı akımın etkisine sokarak, sosyalizmin önceki tarihsel dönemi içinde sınadığımız ve yenilen “milli sosyalizm” fikirlerini yeniden hortlatmaya kadar varabilmeleridir. Neo-liberalizme karşı emekçilerin ve ezilenlerin devrimci üçüncü kutbunu inşa yerine, bütün örgütsel ve politik varlığını salt AKP karşıtlığı olarak gündelik siyasete tercüme etmeye çalışan bu oldukça tuhaf siyaset, -tamamen ilgisiz ve bağlamsız biçimde Castro'dan ya da Chavez'den esinlendiğini sanan- bu milli sosyalizm fikri; içine düşenleri, başlarına geleni anlayamadan çoktan öğütmeye başladığı gibi bugünlerde rejime yedeklemeyi -Kılıçdaroğlu'nda hidayet arayarak- nihayete erdiriyor.
Hükmeden İkinci Çizgi: “Hakiki” Darbeciler
Bir 'Blankist' [Blanquici] olarak, AKP havarisi aydınlarımızı hayranlıkla izlediğimi itiraf edersem -hakkımda azıcık fikri olan herkes- şaşırmayacaktır sanıyorum. “Muhteşem”ler, çizgiyi çektiler, her zaman olduğu üzere ben gibi solcuların en kolay anlayacağı şekilde Murat Belge, “başka ülkelerde tarih vardır, bizde ise silahlı kuvvetler” diye mevzuyu formüle etti ve durmadan da ediyor. Gerçi, “başka ülkelerde kuvvetler ayrılığı vardır; bizde bu ayrılık, kara, deniz ve hava kuvvetleridir” diye espri yaptığında gülmeyenlerden değilim, “o gülmeyenler” yukarıdaki paragrafta yer alan trajik ve farsa düşmüş birinci çizginin çeşitli eğilimleri... Ben gülenlerdenim, hem de katıla katıla da, sorun o değil. Hiç öyle, arkalarında Fethullah Gülen Cemaati var, yok ABD destekliyor falan gibi saçma argümanlarla devam edeceğimi sanmayın: Başta söyledim, bir 'Blankist' [Blanquici] olarak hayranlıkla izliyorum. İnatla anlamayanlar varsa açıklayayım, “silahlı kuvvetler”e karşı bir “darbeci” aralık görmüş durumdalar [hikayenin böyle olduğuna -cepheleri farklı olsa da- İlhan Selçuk kadar imanlılar!] ve bunun bu yurtta yaşayan herkesin hayrına ve herkesi özgürleştirecek bir AB darbesi [haksızlık olmasın, “süreci”] olduğunda hemfikirler; o nedenle de bu “özgürleştirici darbe”nin havarisi olmak onlara huzur veriyor.
İlla isim sormayın işte, daha düne kadar kendini solda sanan bazıları, NATO'yu protesto eden solcuları eleştirerek, üstelik aktardığım kadar koyu “Bence, NATO’nun, ulusal orduların etkinliğini ve dünyanın yoksul ülkelerindeki siyasi vesayetini azaltacak 'yeni' bir işleve soyunması protesto edilecek bir şey değil; tam aksine desteklenecek bir gelişme.” (http://www.taraf.com.tr/makale/4883.htm) diye yazıyorlar. Dedim ya hayranlarıyım, bu arkadaşları gördükçe İlhan Selçuk'a darbeci falan demek bana “banal” geliyor: Kendi adıma hepimizi özgürleştirecek bu güzel çağın hakikatini anlayamamış olmaktan derin bir endişe duyuyorum.
Hele hele “Marksist” perspektiften AKP'ye -büyük oranda- destek ve -verdiği destek kadar da- akıl vermesi bir yana, Neşe Düzel, “Türkiye’de Marksist bir sol var mı?” diye sorunca, soruya kapitalizmin kriz sürecini değerlendirerek yanıt veren “komünist” Nabi Yağcı(*) “Kendilerine Marksist diyenler var. Öyle olmadıklarını söyleyince bana kızıyorlar. Bence bu finansal krizden sonra biz kapitalizmi yeni öğreneceğiz. Çünkü bugüne kadar sadece bir yüzünü gördük. Yıkıcı ve sömürücü tarafını gördük. Evet, bunlar doğru ve bunlara karşı olmak lazım. Ama kapitalizmin aynı zamanda üretici güçleri, bilimi, teknolojiyi geliştiren, zenginlik üreten tarafı da var. (...) Geçmişte solun ana sloganı “kapitalizm çöküyor, sosyalizm yükseliyor”. Berlin duvarı yıkılana kadar biz şunu sormadık. Sosyalizmin yükseldiğini gösteren ne var? Hiçbir şey yoktu. Duvarlar yıkıldıktan sonra kafamıza düşen taşlar bizi ayılttırdı. Meğerse çökmekte olan sosyalizmmiş. Böyle bir kapitalizm yaklaşımıyla ne somut durum analizi yapabilirsiniz, ne de politika geliştirebilirsiniz.” deyince, hayranlığımın tavan yaptığını herhalde anlamışsınızdır.
Nasıl tavan yapmasın ki: Bu yanıt verildiğinde, bırakın kapitalizmin dünyasal bir kriz içinde olmasını, Türkiye'de aynı gün, kendilerini farsın ve trajedinin olmadık saçma hallerine sokan -gerçekte sadece ve sadece kızlarının ve bu ülkedeki tüm kadınların geleceğinden endişeli “laik” ve “ilerici”- profesör kadınlar gözaltına alınıyor ve ne tesadüf ki, bu aynı gün AKP'nin kurmayları seçim de geçtiği için kolaylıkla daha önce ilan ettikleri gibi ekonominin yüzde 4 büyümeyeceğini, aksine yüzde 3.6 küçüleceğini açıklıyorlardı.
Devrimciler
Halil Berktay geçen yıl “Özgürlük Teolojik Bir Kategori Değildir başlıklı yazımda tartışmaya açtığım "özgürlük-laiklik" ilişkisi üzerine yaklaşımımı İlker Başbuğ ve Işık Koşaner'in sözlerinin yanına koydu (http://www.taraf.com.tr/makale/4944.htm). Ben şöyle demiştim:
“Bana soruyorsanız, 'hem özgürlük hem laiklik' bildirisinde yetkince ifade edildiği üzere, üniversite gerçekten, mali, idari ve akademik olarak özerk ve sadece özerk değil demokratik -yani üniversite bileşenlerinin öz yönetiminde- olmalıdır. Üniversiteye -kapitalizmin sonucu olarak çoğunluğu bu öğrenim hakkından yoksun bırakan zorunlu seçme süreci- dışında kimlerin girip girmeyeceği üniversitenin -üniversite öz yönetiminin- meselesidir. Ancak, 'türban örtme' teolojik bir tercih, 'özgürlük' dine karşı kazanılmış Aydınlanma mirası bir tercihtir. Yan yana gelemez. Burada sorun 'türbana özgürlük' değil, 'üniversitenin özgürlüğü' sorunudur ve devrimci Marksizm, siyasi İslam'ın simgesi olarak 'türban talebini' muarız kabul eder. Burada tartışılması gereken 'özgürlük Tercihi'nin gerçek sorunu, siyasi İslamcı bu talep değil; YÖK'tür, akademik ve bilimsel özgürlüktür. Hâlâ, 'tamam da türban ne olacak' diye soruyorsanız, ben on yılda bir manevi bunalımdan ötekine sörf yapan Fethullah-perver takımından değilim, ordu gelecek dertler bitecek safsatasına inanmış ulusalcı faşist takımından ise hiç ama hiç değil; benim yüzüm Benjamin'in çiçeği gibi, geleceği kurmak için parlayan geçmişe, Lenin'e dönüktür: 'Bu özgürlük, öncelikle kadınların özgürlüğünü ve sonra radikal devrimci Tercih'imizi sınırlıyor mu, yoksa ona katkıda mı bulunuyor?"
(http://www.bianet.org/bianet/kategori/siyaset/104955/ozgurluk
-teolojik-bir-kategori-degildir).
Berktay bu sözleri İlker Başbuğ ve Işık Koşaner'in sözlerinin yanına koyduğunda ne yaptığından oldukça emindir: Akıl sahibi herkes kadar -ve onlardan daha çok- , benim bu yazıda söylediklerimle, bu ülkenin Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının söyledikleri arasında -hiçbir şekilde- ilgi kurulamayacağını bildiğine göre, adımı onların yanına koyarken yaptığı, “hakiki darbecilere” katılarak devrimci seçeneği görünmez kılmak ve lekelemekten başka ne olabilir?
Hala umuyorum ki, sorun sadece onlarca kez yazdığım gibi “aydınlarımızın manevi bunalımıdır”. Bu umudumdan ötürü, birbirini doğrulayan haberler üst üste gelse de, işçilerin ve bütün ezilenlerin tarihsel olarak özgürleşmesi yanında doğa-insan ilişkisini ve daha yakıcı olduğundan Kürtlerin, Alevilerin derdini dert eden devrimciler karşısında bu “hakiki” darbecilerin kendi katilleriyle kol kola girdiklerini düşünmek istemiyorum. Onyedi yaşımın gür hafızası, vaktiyle, Kürtlerin derdine karşı bu “Türk Aydınları”nın 8 Ağustos 1991 muhtırasını örgütlediklerini ve "sırayla” imzalamaktan yüksünmüş olmadıklarını bana unutturmasa bile!.. (**)
Öfkeli değil, hüzünlüyüm: Başka bir yol, devrimci bir yololduğunu, neden artık bilmezden gelirler? Başlıktaki gibi, gerçekten başka bir yol bilmediklerinden mi? Hüznümün nedeni ise bambaşka, bu soruların yanıtlarını bildiğimden, aklıma düştüklerinde Brecht'in “İyi Adama Bir İki Soru” şiirini beynimden ve kalbimden kovmayı “artık” beceremediğimden!..
_________________________________________
(*) Mutlaka aktarmalıyım; vaktiyle 1990 senesinde Haydar Kutlu kod adını kullanan bu zat memlekete gelme açılımı yapmış ve “İnsanlar, bizleri gördükten sonra komünizmin korkulacak bir şey olmadığını anladılar.” diye benim gibi o zaman 17 yaşında olan gençleri “hayran bırakan(!)” bir analiz attırmıştı. Neyse ki “devrimciler” de vardı. Aktaracağım şu: “[Haydar Kutlu ve Nihat Sargın]ı ... toplumun ilk kez 1988'de 'ilerici yurtsever' değil, 'komünist' kimliğiyle gördüğü doğrudur. Böyle görülmüş olmaları kendileri hakkındaki yanılgıların giderilmesine gerçekten de paha biçilmez bir katkıda bulundu. (...) burjuvazinin ideolog ve devlet adamları, kamuoyu oluşturucuları her komünistin 'devrimci', 'devlet ve mülkiyet düşmanı' olacağına ilişkin korkularından gerçekten onlar [Haydar Kutlu ve Nihat Sargın] sayesinde kurtuldular. Ama başka bazı insanların, insan gibi yaşamak için bir başka topluma, bir toplumsal devrime ihtiyaç duyan ve bunun bilincinde olan insanların asıl şimdi korkuya kapılmış oldukları söylenebilir. Çünkü, Haydar Kutlu ve Nihat Sargın medya tekellerinin çerçevesini çizip yaydığı öyle bir egemen komünist imgesi oluşturmuşlardır ki, varolan egemenlik aygıtlarına meydan okuyan, burjuvaziyle bir 'mutabakat' aramayan, egemen değerleri reddeden, kurulu düzenin mazbutluğu dışında bir gündelik varoluşu sürdüren hiç kimse [hiçbir devrimci], çerçevesi böylece çizilen bu komünistlik karşısında anti-komünist gözükmeden kalamaz.” (Ertuğrul Kürkçü, Demokrat Dergisi, Ağustos 1990, s.27-28.)
(**) “Bütün milliyetçilikler kötüdür!” başlığıyla yayınlanan bu bildirinin bir eleştirisi için bkz. Ertuğrul Kürkçü, “Bütün Milliyetçilikler Kötüdür!”, Demokrat Dergisi, Eylül 1991, ss.52-53.