1980’li yılların başlarında, özellikle de 1981'de Mitterand‘ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle Fransa’daki Türkiyeli göçmen sayısında önemli artış oldu.
Yıllardan beri 1981’de ilk defa (5. Cumhuriyet’in ilk sosyalist hükümeti) iktidara gelen sosyalistlerin çıkardığı afla önce Fransa’da kaçak yaşayan, çalışan Türkiyeli işçiler yasal konuma geçtiler, arkasından ailelerini Fransa’ya getirmeye başladılar.
Buna 1980 askeri darbesinden kaçan sol kesim de eklenince Fransa’daki Türkiyeli nüfusunda önemli artışlar oldu ve bu dil konusu da önemli bir sorun olarak gündeme geldi.
Mağrip (Cezayir, Fas ve Tunus) ülkelerinden gelenler ve hatta Afrikalı göçmenler (eski Fransa sömürgeleri) az çok Fransızca biliyorlardı ama Türkiyelilerin çoğunluğunun Fransızcayla hiçbir ilişkileri yoktu.
Kendilerini açıklamakta, resmi işlerini yapmakta, doktora gitmekte … Yani günlük hayatta önemli zorluklar yaşıyorlardı.
12 Eylül darbesinden kaçanlar için de durum farklı değildi. İş büyük ölçüde iyi Fransızca bilen birkaç kişiye düşüyordu.
İşte tam o günlerde, 1985’te bir arkadaşımız moto-kurye olarak çalışıyordu, motosikleti ile bir trafik kazası geçirdi ve beyin ödemi tanısıyla Paris’teki bir üniversite hastanesinde yoğun bakımda, sonra da nöroloji servisinde tedavi gördü.
Ben o dönemde az da olsa dil bilenlerden biri olarak, özelliklede tıp dilini bilenlerden biri olarak, sık başvurulanlar arasındaydım.
Sık sık arkadaşımızı görmeye gittim. Yoğun bakımdan çıktıktan sonra Fransızcayı az bildiği için, biraz da tıp dilini anlamadığı için kendisine tercümanlık yapıyordum.
Kaza sonrası şiddetli baş ağrıları vardı, bir psikologla konuşması önerildi!
Bilmediğiniz bir dilde bir psikologla konuşmayı hiç denediniz mi bilmiyorum ama çok zor olduğuna tanık oldum.
Ben de tercümanlık yapmaya çalışıyorum, bir ara psikoloğun hayretle gözlerini bana dikmiş olduğunu gördüm; baş ağrısının nasıl olduğunu anlatmasını istemişti arkadaşımdan, onun cevabını çevirmiştim psikoloğa:
“Bıçakla oyuyorlar gibi bir ağrı” demişti arkadaşımız!
Psikolog dehşete düştü, arkadaşın çok kara ve şiddet içeren düşünceleri olduğunu söyledi. Türkçede kullanılan tanımlamaları Fransızcaya doğrudan çevirdiğinizde çok farklı hatta komik şeyler ortaya çıkabiliyor, özellikle de sağlıkla ilgili konularda ama aynı durum idari konularda da olabiliyor tabii.
Aklıma komik sayılabilecek bir anı geldi, her aklıma geldiğinde gülme tutan ve o olayı yaşayan arkadaşımızı düşündüğümde kendisi artık bu dünyada olmadığı için hüzünlendiğim bir olay, kendisi anlatmıştı olayı çok gülmüştük.
Bu arada şunu vurgulamalıyım; buraya gelen çocuklar nereden gelirlerse gelsinler anne babalardan daha hızlı Fransızca öğreniyorlar ve aileler zaman zaman tercüman olarak çocuklarını resmi kurumlara götürüyorlar.
Arkadaşımız ve eşi o zamanlar dokuz on yaşlarındaki oğullarıyla birlikte belediyeye gidiyorlar ve daha önce yaptıkları bir başvuruyla ilgili bilgi almak istiyorlar. Arkadaşım oğluna diyor ki, “söyle oğlum, daha önce geldik, başvurduk, hiçbir cevap alamadık”.
Çocuk konuşmayı çevirince karşıdaki memurun yüz ifadesinden ve gözlerinin fal taşı gibi açılmasından arkadaşım bir terslik olduğunu seziyor!
Çocuk "Annem babam gelip başlarını belediyeye vurmuşlar “ diye çevirince memurun yaşadıklarını anlayabiliyorsunuz. Ayrıca Fransızcada “başvurmak” diye bir deyim/sözcük yok.
Sağlık konuları dil anlamında en hassas konulardan biri, anlatılanı iyi anlamamış olmak korkusu anadilimizi kullanırken bile var, buna bir de başka dilde bu konuyu bilmemek eklenince stres ve endişe hat safhaya ulaşıyor.
Ben Fransa’daki 36 yıllık meslek hayatımda bu olayı çeşitli boyutlarıyla Türkiyeli hastalarımla ve anadili Fransızca olamayan hastalarımla hep yaşadım, yaşamaya da devam ediyorum.
Bir gün muayeneye çok iyi Fransızca bilen bir çift geldi çocuklarıyla, İşimiz bittiğinde bu kadar iyi Fransızca konuşurken neden ille de Türkiyeli bir doktora geldiklerini sordum.
Verdikleri cevap şuydu: “Doktor biz Fransızca söylenenleri iyi anlıyoruz fakat Türkçedeki gibi hissetmemiz mümkün değil! Çocuğumuz bizim için çok önemli, onunla ilgili konuları hiçbir engel olmadan anlamak istiyoruz.”
Bu tip olayları çok yaşadım. Görünürde hiçbir dil sorunu olmasa da Mağrip kökenli, ünlü bir yazar olan, kitaplarını Fransızca yazan bir babaya çocuğu ile ilgili önemli bir sağlık sorununu tabii ki her ailenin anlayabileceği basit bir dille anlatıyordum. Durum çok ciddiydi, bir ara durdu ve bana şöyle dedi: "Doktor bu söylediklerinizi yakın arkadaşım olan bir doktora anlatabilir misiniz? Bir de o anlatsın bana."
Yakın arkadaşı doktorla Arapça -Franszca karışımı bir dil konuşuyorlardı, muhtemelen olayın kültürel bir boyutu vardı ve benim onu yakalamam mümkün değildi.
Yine çok iyi Fransızca konuşan Sri Lankalı bir baba öğretmen bir tanıdığıyla gelmişti ve benim söylediklerimi bir de ondan kendi ana dilinde duyup, soruları onun aracılığıyla sormayı tercih etmişti.
Tabii ki bu tip ilişkilerin tercüman olarak getirilen kişi üzerindeki yükünü tahmin edebiliyorsunuz.
Tercüme için gelen çocukları kibarca ret ediyorum, onlara bu yükü nasıl taşıtabilirim? Sonuçta gelen, getirilen kişiler söylenen çok hayati konuları anlatmak, tercüme etmek zorunda kalabiliyorlar!
Buna ille de hazırlanmış değiller, hatta hiç hazırlanmamış olabiliyorlar.
Daha önce başıma gelen bir olayı anlatarak paylaşmak istiyorum bu konuyu: az Fransızca bilen bir aileye maalesef çocukları ile ilgili artık bir umut kalmadığı gibi ciddi bir haberi vermek için görüşüyorduk, tercüman olarak getirdikleri kişi olayı anlayınca ve aileden önce hıçkırarak ağlamaya başlayınca yaşadığım durumu tahmin edebilirsiniz.
O zamandan beri bu durumlarda önce çevirmeni görüp durumu anlatmaya ve tepkisini almaya, hazırlamaya çalışıyorum, hep birlikte konuşmaya başlamadan önce.
Bu yaşadıklarım bana “dil” olayının, dil bilmenin ötesinde bir boyutu olduğunu düşündürüyor, insanın anlamanın da ötesinde hissetmeye ihtiyacı olduğunu söyleyen aileye katılıyorum.
Her anadilin, kullanılan her deyimin kültürel, geleneksel, kimliksel bir boyutu olduğunu biliyoruz, kaybolan dillerin kaybolan hisler, kaybolan hassasiyetler olduğunu söyleyebilir miyiz?(ÇSŞ/APA)