10 Aralık Uluslararası İnsan Hakları Günü çerçevesinde bugün, Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nda “İnsan Hakları Panelleri” düzenlendi.
Civil Rights Defenders ile Almanya, İsveç ve Hollanda başkonsolosluklarının düzenlediği panellerde Türkiye’den ve uluslararası katılımcılar, insan hakları hareketinin durumunu, karşılaşılan sorunları ve baskıları konuştu, farklı çalışma alanlarıyla ilgili bilgi verdi.
Panellerin açılışını, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Johannes Regenbrecht, İsveç İstanbul Başkonsolosu Johanna Strömquist ve Hollanda Kraliyeti İstanbul Başkonsolosu Arjen Uijterlinde yaptı.
Regenbrecht, “Türkiye’de temel hakların alanının daraldığını biliyoruz. Gazeteciler düşmanca bir ortam içinde çalışmak durumundalar, sansür ve davalar gibi engellerle mücadele etmek durumundalar. Özgür bir basın her demokrasinin temel taşıdır. Türkiye’de bizi endişelendiren bir diğer konu hukukun üstünlüğü. Yargıtay kararı ve AYM ile arasındaki çekişme endişe yarattı. Bu tür çekişmeler demokratik bir toplum için olumlu gelişmeler değildir” dedi.
Strömquist de “Demokrasilerin zorluk içinde olduğu, hukukun üstünlüğünün zayıfladığı küresel bir trend içerisinde olduğumuzu” söyledi, sivil toplum çalışmalarının önemine dikkat çekti.
Arjen Uijterlinde, kadınlar ve LGBTİ’ler için eşit hakların savunucusu olmanın önemine değindi, insan hakları projelerine verdikleri desteği anlattı.
“Türkiye’de hem pek çok şey değişti hem değişmedi”
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden (Human Rights Watch) Emma Sinclair-Webb’in moderatörü olduğu “İnsan hakları hareketinin karşılaştığı sorunlar” başlıklı birinci oturumda, İnsan Hakları Ortak Platformu’ndan Feray Salman ve Civil Rights Defenders’tan Goran Miletic söz aldı.
Emma Sinclair-Webb, Gezi davasında verilen mahkumiyet kararlarından bahsetti ve insan haklarının durumunun geldiği noktanın olumsuzluğundan bahsetti, “AYM bir ihlalin olduğuna hükmetse bile Yargıtay’ın neler yaptığına şahitlik ettik Can Atalay davasında… Türkiye’de insan hareketi böyle bir durumun içerisinde, bu tür davaların takipçisi olmamız gerektiğini düşünüyorum. Gezi davası buzdağının görünen yüzü…” dedi.
Feray Salman: “80’li yıllardan bu yana Türkiye’de hem pek çok şey değişti hem de birçok şey değişmedi. Sivil alanda çalışan biri olarak temel insan hakları meselelerine bakışımı geliştirmemi, İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı sağladı. AB Delegasyonu’nun sağladıklarıyla da insan hakları meselesine başka bir bakış açısı geliştirdim.
90’lı yıllarda, 20 yıl süren OHAL döneminde nefes alınamaz bir durum yaşandı. O dönemde Cumartesi Anneleri de önemli bir okuldu, mağduriyetten kurtulma ve talep etme konusunda son derece öğreticiydi. Yerinden edilenler de kendi derneklerini kurdular zamanla.
İnsan hakları hareketinin ayakta tutan, dayanışmaydı, yan yana durabilmekti. 90’lı yıllarda hak örgütlerinin yaptıklarına bakıldığında, el ele tutuşabilme ve buradan güç alma hareketiydi. O yıllar son derece ağır, sürekli gözetlendiğimiz ve polisle muhatap olduğumuz zamanlardı ancak insan hakları hareketi yan yana durarak 2000’li yıllara gelebildi.
Şu anda içinde bulunduğumuz otoriterleşmede, insan hakları örgütlerinin ve uluslararası insan hakları mekanizmalarının ne yapacağını da konuşmalıyız.
Bu otoriter rejimlerin sürdürülme şansı yok, dayanışma deneyimine zaman zaman unutsak da sahibiz. İnsan hakları hareketi içerisinde kendimizi tahkim edeceğimiz olanaklara bakmamız gerekiyor. İfade özgürlüğü bakımından feci halde sıkıştırılmış durumdayız. Çok fazla tehdit var, tehditlerin karşısında olanaklarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor.”
Goran Miletic: “Dünyanın yeni sorunlarından biri popülizm ve dünyanın farrklı birçok bölgesinde popülizmle karşılaşıyoruz. Popülizm, bir dışlama çağrısı ve hak savunucularının da dışlanmasını getiriyor. İnsan hakları savunucuları da birçok farklı suçlamayla dışlanır hale geliyor.
Biz hak savunucuları aynı zamanda araştırmacıyız, hak ihlallerini delillendirmemiz lazım. Ama bugün kanıt temelli çalışmalar önemini yitirdi, sosyal medyada popülizm önemli… Gerçekte olanlar değil orada ne denildiği yayınlanıyor.
İnsan hakları açısından popülizmle mücadele etmek çok zor. İnsanlara savaş suçlarıyla ilgili delilleri sunduğunuzda, inanmıyorlar, binlerce kanıt sunsanız da bunu ‘komplo’ olarak nitelendirebiliyorlar.
İnsanın sabrı sosyal medyayla ortadan kalktı. Ben Sırbistan için bir rapor yazdım ama insanlar sayfalarca raporu okumuyor, bir cümlede özetlememizi istiyorlar. Aksi halde de ciddiye almıyorlar.
İnternet insan hakları değerlerini tanıtmak için çok yararlı ancak haklardan şüphe edenler ya da nefret edenler interneti bizden daha iyi kullanıyorlar, anonim şekilde pek çok gruba çamur atarak sahte haberleri yayıyorlar. İnsan hakları karşıtı hareketin çok daha başarılı olduğunu söylemek gerekir…
Yargı mensupları da dünyanın pek çok ülkesinde hak savunucularının karşı tarafında ve failleri yargı önüne çıkarmak yerine biz insan hakları savunucularını soruşturuyorlar.”
“İklim krizinden etkilenen ülkeler, krizi yaratanlar değil”
“Yaşamı savunmak: Çevre hakları savunuculuğu” başlıklı ikinci oturumunun moderatörlüğünü Çevre hakları savunucusu, belgeselci Selen Çatalyürekli yaptı. Almanya Dış İlişkiler Konseyi Mechthild Anna Becker ile Hukuk, Doğa ve Toplum Vakfı’ndan, Avukat Özlem Altıparmak söz aldı.
Mechthild Anna Becker: “İnsanların iklim değişikliğine karşı bir araya gelip mücadele etmesi çok zor. Bunu otoriter rejimlerde yapmak çok daha zor. Ben Almanya’da gözaltına alındığımda başıma bir şey gelmeyeceğini biliyordum, örneğin…
Global Witness raporuna göre, 2022’de çevreyi savunanlardan öldürülenlerin çoğu Amazon ormanlarından, Latin Amerika’dan. Asya’da ve yine Latin Amerika’da madenler sebebiyle çevre tehdit altında.
Ekoloji alanında hak savunuculuğu yapanlar sürekli baskı altında, dijital saldırılara da maruz kalıyorlar. Bu insanlar bizim geleceğimizi savunuyor. Özellikle iklim krizinden etkilenen ülkeler, bu krizi yaratanlar değil. En çok etkilenenler, yerli halklar oluyor. Amazonlar gezegenin en kıymetli ekosistemlerinden biri, yaşamsal karbon havuzu ve buradaki mücadele çok önemli. Yağmur ormanlarının sömürülmesini iklimi tamamen etkileyecek, tüm insanlığı etkileyecek. Burada mücadele verenler çok önemli bir iş yapıyorlar.
Sadece aktivistler değil, ekolojiyle ilgili haber yapanlar da tehdit altında, geçen yıl Guardian’dan bir gazeteci öldürülmüştü. Bu nedenle hepimiz iklim aktivisti olmalıyız. İklim krizi, bir insan hakları meselesi. Sürekli başımıza ne geleceğini düşünmek, yaşam alanımızın ne olacağını insan üzerinde büyük baskı yaratıyor. İklim değişikliği çok yakın, harekete geçmenin tam zamanı…”
Özlem Altıparmak: “İklim değişikliğine bir insan hakları meselesi olarak yaklaşıyorum. İklim değişikliğine bağlı orman yangınlarını, selleri yaşıyoruz. Türkiye’nin net bir iklim politikası yok, bir kanun taslağı hazırlanıyor ancak bu bir emisyon ticaret sistemi. İklim adaleti sağlamak üzerine bir taslak değil ve sivil toplumun katılımı da olmaksızın hazırlanıyor. Burada yenilenebilir enerji politikalarıyla insanların yaşam alanları tahrip ediliyor.
Ekoloji hareketine baktığımızda, eskiden beri hukukçuların da dahil olduğu geniş bir hareket var ancak diğer hak savunucularıyla sınırlı bir ilişkisi var. Ancak iklim değişikliği, COVID gibi insan hakları meselesi. Pandemi döneminde de eşitsizliği daha fazla gözlemledik. İklim değişikliğinden de eşit şekilde etkilenmiyoruz, göçmenler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar…
Çevresel demokrasiyi, genel demokrasi mücadelesinden ayrı göremeyiz. Yanı başımızda yapılacak bir projede ne derece dikkate alınıyoruz, ne derece söz söyleme hakkımız var? Türkiye’de kamu denilen kavramı devlete kaptırmış durumdayız, kamu yararı dendiğinde de idarenin yararı anlaşılıyor. Ancak kamu yararı demek, halkın yararı demektir. Çevresel demokrasi mücadelesinde kamu yararı kavramını yeniden edinmemiz gerekir.”
“Gazetecinin ilk görevi kendi itibarını korumaktır”
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nden Barış Altıntaş’ın moderatörlüğünü yaptığı “İfade ve basın özgürlüğü: Sınırlar, baskılar, imkânlar” başlıklı oturumda, Savaş ve Barış Haberciliği Enstitüsü’nden Merdijana Sadovic ve T24’ten gazeteci Gökçer Tahincioğlu söz aldı.
Merdijana Sadovic: “Özellikle yerel sesleri desteklemek için çok çalışıyoruz, ifade özgürlüğünü esas alarak… Gazetecilerin çoğu hükümet tehdidi altında, Türkiye’de çok sık görüyoruz bunu. Siyasiler çok fazla yanlış bilgiyle propaganda yayınlıyorlar.
Gazeteciler için şu anda en büyük güçlük Filistin-İsrail savaşı. Gazze’de öldürülen gazeteci sayısı, Vietnam savaşında öldürülenlerin hepsinden fazla. Gazze’de gazeteciler ciddi bir katliama uğruyor. Bu savaş inanılmaz bir dezenformasyon altında. Fiziksel savaşın yanında dezenformasyon savaşı da var. Bilinen bir sanatçı kendi sözlerini ifade edemiyorlar, korkutuluyorlar, sindiriliyorlar.
Yolsuzluğu haber yapmak da savaş kadar zor olabiliyor. Latin Amerika’da birçok gazeteci yaptıkları haberler sebebiyle öldürüldü.
Avrupa’da yaşayanlar olarak biz, genelde bize yakın olanlara bakıyoruz. Latin Amerika’yı tamamen değerlendirme dışına çıkardık ama orada gazeteciler neredeyse her gün öldürülüyor. Gazeteciler orada işlerini yapmak için hayatlarını tehlikeye atıyorlar.
Bosna’da da yargı bakısı kullanılıyordu ama gazeteciler tutuklanmıyordu. Ama Bosna’da bu değişti, hakaret suçu bile bunun için çok geniş anlamda kullanılıyor, bu sebeple hapse atılabilirsiniz. Hepimiz hakları elde etmek için değil, muhafaza etmek için de mücadele etmeliyiz.
Sivil toplumla çalışmaya hazır çok az ülke var. Sivil toplum ve medya bu tehditlere karşı birlikte çalışabilmeli. Ancak örneğin İsrail-Hamas savaşındaki dezenformasyonundaki gibi zayıflıklar çok daha yaygınsa, küresel medya organları da dezenformasyon yayabiliyor, artık kime güveneceğimi kestiremiyorum. Bu haberleri okuduğumda artık emin olamıyorum. Dezenformasyonla dolu bir dünyadayız. O nedenle en temele geri dönmeliyiz, kendimize şunu hatırlatmalıyız: Gazetecinin görevi olaylara tanıklık etmektir, küratörlük değil.
Yükselen öfkenin kontrol edilmesi de başka bir sorun. Bu ortamda dezenformasyonu yaymak çok kolaylaşıyor. Ancak gazeteci dezenformasyonu yaymamalı bunun karşısında durmalı. Bosna savaşında gazeteciydim ve kişisel olarak bir adım geriye gidip etkilenmemeye çalışmak çok zordu. Korku içinde gazetecilik yapıyorsunuz. Savaş bölgelerinden haber yapan gazetecilerin çok zor olduğunu kestirebiliyorum. Bosna’da bize nasıl nesnel kalıyorsunuz diye soruyorlar, yapmak zorundasınız… Gazetecinin ilk görevi kendi itibarını korumaktır.”
Gökçer Tahincioğlu: “Medyadaki sahiplik yapısının değişmesiyle buralardan çıkan ve zaten uzun yılardır baskı altında olan gazetecilerle birlikte demokrasi mücadelesi vermeye başladılar, bu yönde bir gazetecilik anlayışı gelişmek zorunda kaldı. Farklı bir bağımsız gazetecilik türü gelişti.
Ve bu bağımsız gazetecilik baskı altında. Öncelikle yargı baskısı, ayrıca gazetecileri haber alanından akreditasyon yöntemiyle uzaklaştırma yöntemi de kullanılıyor. Basın kartı olmayan gazeteciler ‘örgütsel faaliyetle’ suçlanıyor. Gazetecilik Türkiye’de baskı ve sansür tehdidi altında, biz de bu alanı genişletmeye çalışıyoruz.
Son dönemde baskıların türü değişmiş durumda. Örneğin, Resmi Gazete’de yayınlanan HSK kararnamesiyle ilgili sosyal medyada basit bir paylaşım yapan gazeteci arkadaşımız ve o paylaşımı paylaşan diğer meslektaşlarımız sabah operasyonlarıyla gözaltına alındı. Bu arkadaşımız tutuklandı, 3 ay tutuklu kaldı ve ilk duruşmada beraat etti. Peşinen cezalandırma yöntemi…”
“Toplumda kutuplaşma giderek büyüyor”
Civil Rights Defenders’tan Mustafa Sarıyılmaz’ın moderatörlüğünü yaptığı “‘Gökkuşağı’ için mücadele: LGBTİ+ haklarını savunmak” oturumunda, LGBT’lere Yönelik Ayrımcılığa Karşı İttifak’tan Xheni Karaj ile Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği’nden Oğulcan Yediveren konuştu.
Xheni Karaj: “Türkiye’de ve başka birçok ülkede LGBTİ karşıtı hareketler var. Son yıllarda bunu Arnavutluk’ta da gözlemliyoruz. Bu da biz aktivistlerin çok hazırlıklı olmadığı bir şeydi. Onların gördüğü destek ve kaynaklar bizde yok…
Arnavutluk ve Türkiye gibi ülkelerde hükümetler çok tehlikeli bir oyun oynuyorlar. İnsan hakları bir skalaya yerleştiriliyor ve LGBTİ örgütleri bu skalanın başlarında yer almıyor. Ve insan hakları alanında çalışan birçok örgüt de bizi insan hakları hareketinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüyorlar.
Toplumda kutuplaşma giderek büyüyor ve bu anlatı çerçevesinde “sapkın” denilerek hedef alınıyoruz.”
Oğulcan Yediveren: “Evrensel değerlerin karşısına yerli ve milli değerler koyuldu. LGBTİ karşıtlığı, hem ucuz emeğin yaratılması projesinde çok işe yarar oldu hem de bir tehdit olarak gösterildiğinde ailenin içine kapanması teşvik edildi. Bu korku yaratıldı. Toplumun bir kesimini insandışılaştırarak haklarını da elinden aldılar. Bu haklar zamanla sadece birilerine tanınan ayrıcalıklara dönüştü ve evrensel değerlere sahip çıkmak meşruiyetini yitirdi.
LGBTİ’lerin hakka ulaşımda ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri tek yer örgütler kaldı ancak mevcut örgütlerin, bekleneni sağlaması mümkün değil. Örgütlerin de kendilerini yeniden üretmesi için kaynaklara ihtiyacı var. Ama umut etmekten başka da şansımız yok, vazgeçmenin maliyeti bizim için çok büyük.” (AS)