Filminin adı "Kanın Sesi" ve 1974 Ağustos'unda sivil Kıbrıslıtürklere karşı gerçekleştirilen katliamların tanıklarını konuşturan bir belgesel. Katliamları ilk işittiğinde "biz Rumlar/Yunanlılar, Sokrat'ın torunları, Avrupa medeniyetine beşiklik etmiş demokrasinin çocukları, nasıl olur da barbarların yaptığını yapabiliriz?" diye düşünmüş Toni önce.
Ancak sonra, birçoklarının hem suçluları hem de suçları bilmezden geldiğini fark edince, yaşananları belgelemek üzere geçmiş sınırı bir gün ve doğru Atlılar Köyüne... "Gavuri" (Rumlar gavur'u bu şekilde kullanıyor) geldi diye taşlamışlar Toni'nin arabasını çocuklar ilk gördüklerinde.
Sonra katliamda ölenlerin anısına yapılmış anıtın önünde öylece kalakalmışken, bir delikanlı gelmiş yanına. Yapmak istediğini işitince de, alıp evlerine götürmüş onu, 15 Ağustos 1974 günü gerçekleşen katliamda o zamanki eşiyle, üç çocuğunu kaybeden babası Ali Faik'i dinlesin diye.
Önce konuşmak istememiş baba, ancak sonunda ikna olmuş, Toni de kaydetmiş. Ardından da, şimdi sınırın güneyinde kalan Dohni'den, yine bir Ağustos sabahı toparlanarak götürülen, bir daha evlerine dönemeyen 84 erkeğin dul eşlerinin yerleştirildiği Taşkent adlı köyde de aynı şeyi yapmış.
Bu defa da "Nasılsa öldüler" diye bırakılanlar arasından hayatta kalmayı başaran Suat Hüseyin'in anlattıklarını kaydetmiş. Ancak filminin Güney'de hiçbir yerde gösterilmesini sağlayamadığı gibi, işinden de olmuş, "vatan haini" ilan edilmiş, yaşadığı yerde ailesini güvende hissedemediği için de Trodoslar'da bir dağ köyüne yerleşmiş.
Geçenlerde filminin gösterimi için Doğu Akdeniz Üniversitesi'nde konuk oldu Toni. İşte orada söylediği iki çok önemli şey: "Bu filmi şimdiye kadar hiçbir resmi otoritenin yapmadığını yapmak, Kıbrıslıtürklerden özür dilemek için yaptım.
Bir de Kıbrıslırumları tarihleriyle yüzleştirmek için. Ataları 'barbar' sözcüğünü ilk kullananlar olarak kendisi dışındaki herkesi 'barbar' gören bizlerin, içinde de 'barbarlar' olabileceğini göstermek için..."
Bir de şu: "Bu içinde bulunduğumuz kampusun merkez binası eskiden teknik okuldu, yöneticisi de benim dedemdi, evimiz de Mağusa'nın içinde. Burası sizin şimdi, çocukluğumun geçtiği ev de... Sizin de olmalı. Çünkü barış vermektir. Barış ancak vererek yapılır".
Propaganda filmleri
Zelia bir akademisyen. Eğitim kuramları alanında ders veriyor. Zelia da üniversitenin konuğuydu, bir yandan Kıbrıs'ın sadece Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürklerden ibaret olmadığına, ayrıca bütün etnik kimliklerin "melez" niteliğine dikkat çekmek, diğer yandan Güney'de nasıl adanın dünü gibi bugününün de, Helenler dışında bütün diğer etniklikler, özellikle de Kıbrıslıtürkler yok sayılarak anlatıldığını çeşitli propaganda filmleriyle örneklemek üzere.
Filmlerden birisi tam Kıbrıs'ın AB üyeliği öncesinde ve adanın nasıl "Helen ve Avrupalı" olduğunu söylemek üzere yapılmış, Kıbrıslıtürklerin adadaki varlığına ilişkin hiçbir iz yok metinde.
Tıpkı, adanın Kuzey'inde yayınlanan bazı kitaplarda Kıbrıs'da izini bırakmış uygarlıklar sayılırken; Hititler, Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, İngilizler, Luzinyanlar, Cenevizliler, Venedikliler ve Osmanlılar diye uzayıp giden listede bir türlü, dil varıp da "Yunanlılar/Helenler" denilememesi gibi.(1)
Zelia'nın eleştirdiği ikinci filmde ise Güney Lefkoşa'da tam sınırdaki bir lisede öğrenciler okullarının sınıra bitişik duvarını boyuyorlar; "barış için". Filmi gösterirken bakın diyor Zelia, "Hiç ellerinde boyalarla barışı çizen gençlere benziyorlar mı?
Kameralara yıllardır ezberletilmiş şeyleri tekrarlarken hiç sahiden barış istiyor gibiler mi?" Sonra yine dikkatimizi çekiyor; "Bakın barış güvercinini nasıl çizmişler: Yine nasıl Ada'nın dışından uçup da geliyor ve konuyor". Bu arada Zelia'nın kayınpederi de, Doğu Akdeniz Üniversitesi'nin üzerine kurulu olduğu kampusun arazisinin önemli bir bölümünün sahibiymiş.
Zelia bunu bana laf arasında şöyle bir söylüyor, birçok Kıbrıslırum meslekdaşının "işgal edilmiş topraklarda inşa edildiği" için akademik ilişki kurmak istemediği üniversitede konuk konuşmacı olarak bulunmakta bir sorun görmüyor, tam tersine oraya gidip de, kendi yönetimini eleştirmekten çekinmiyor.
Barış gazetecisi
Sevgül Uludağ bir Kıbrıslıtürk gazeteci. Hiç tanışmadım kendisiyle. Sadece, o beni -burada itiraf etmiş olayım- Kıbrıs üzerine kendi adımla yazamadığım dönemlerde kullandığım müstear isimle bilir, bense onu yazdıklarından ve yaptıklarından.
Sevgül yıllardır barış için yazıyor. Birçok gazeteci gibi ölüm tehdidi aldığı ve şoven basının her gün tefrika halindeki yazılarla hayatını kurcalayarak "hainliğini" kanıtlamaya çalıştığı -sadece birkaç yıl öncesinden söz ediyorum günlerde de, şimdi de.
Adanın Kuzeyi'nde ve Güneyi'nde her kim barış için bir tuğla koyuyorsa, Sevgül gidip onu buluyor, konuşuyor. Sonra Kıbrıslı olup da, iki toplum arasındaki sorunlar nedeniyle her kimin canı yanmışsa geçmişte, onları dinliyor, bize de sadece acılarını değil, acılarıyla nasıl başettiklerini, onca acıya rağmen nasıl hâlâ kin duymamayı başardıklarını, nasıl barışı ve çözüm istediklerini anlatıyor. Yani barış gazeteciliği yapıyor.
Toni ile Sevgül'ün bir ortak özellikleri var; Dün Kuzey'de Sevgül vatan haini muamelesi görüyordu, bugün Toni Güney'de aynı muameleye tabi tutuluyor. Dün, değil Toni ya da Zelia, Sevgül bile yurdunun Kuzey yarısındaki üniversitelerde konuk edilemiyordu.
Bugün her üçü de bir zamanlar kendilerine "yasak" olan bu mekânda gençlerle buluşabiliyorlar. Toni, Zelia ve Sevgül üçü de barışın vermek, vermeye hazır olmak anlamına geldiğini biliyor ve bunu değişik biçimlerde yapıyor.
Üçü de, her acı öykünün birden çok tarafı/suçlusu bulunduğunu ve "dışarıdaki barbarlara" ilişkin öykülerin nasıl çoğu zaman "içerdeki barbarları" gözardı etmek, sorumluluğu ötekine atarak kurtulmak için kullanıldığını, bunun için de hesaplaşmaya önce içimizdeki barbar(lar)dan başlanılması gerektiğini, barışın ancak böyle kurulacağını biliyorlar.
Toni söyleşisini, Kafavis'in "Barbarları Beklerken" adlı şiirindeki ironiyle bitiriyordu ben de öyle yapayım; "...karanlık bastı, barbarlar hâlâ ortada görünmedi/Sınır boylarından gelenlerin dediğine bakılırsa barbar marbar yokmuş ortalıkta/Peki, şimdi halimiz n'olacak barbarlarsız?/Onlar bir tür çözümdü bizim için".
23 Nisan 2003'te Kıbrıs'ın Kuzey ve Güney'ini ayıran sınırlar açıldı, nefesler tutuldu ve yıllardır yüreklere salınan korkular doğru çıkmadı; "Barbarlar gelmedi". Peki "barbarlar gelecek" diye çözümsüzlüğü, çözüm diye sunanların statükoları çöktü mü dersiniz?
Yanıt vermek zor, ancak sanki Kuzey'deki yavaş yavaş çözülürken, Güney'deki güçleniyor. Peki Kıbrıs'a barış gelecek mi diye sorarsanız; Kıbrıslırumlar ile Kıbrıslıtürkler bir kez daha senkron tutturamamış görünseler de er-geç gelecek.
Kuzey Kıbrıslı barış-yapıcıların Referandum sonrasında dediği gibi, şu sıralar "tek kanatlı kalan" barış güvercini öteki kanadına kavuştuğunda ve Toniler, Zelialar, Sevgüllerin avuçlarında göğe doğru salındığında. (SA/BA)
* Sevda Alankuş: Doç. Dr. Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi.
** Sevda Alankuş'un yazısı 27 Mart günü Radikal İki'de yayımlandı.
1. Sabahattin İsmail, Kıbrıs Barış Harekatı'nın Nedenleri, Gelişimi, Sonuçları. İstanbul: Akdeniz Haber Ajansı Yayınları.,1988.