14 Mayıs'ta Türkiye'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ülke tarihindeki yeri önemli. Seçimin ortaya çıkardığı olası sonuçları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uzun yıllar akademisyen olarak çalışan ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış çağrısı metnine imza attığı için 686 sayılı Olağanüstü Hal KHK’sıyla mesleğinden ihraç edilen Barış Ünlü ile konuştuk.
Berlin’de bağımsız bir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdüren Ünlü’ye göre, son seçim sonuçları “uzun süredir ölüm döşeğinde olan liberal demokrasinin ölümünü sembolize ediyor.”
Ünlü, "Kılıçdaroğlu 'Ben Kürdüm' deseydi, seçilme ihtimalini bırakın, adaylığını dahi konuşmazdık. Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği seçimi kaybetmesinde muhtemelen bir rol oynadı" diyor ve ekliyor: "Erdoğan defalarca boşuna yuhalatmadı Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini. Ama şu da var ki Kılıçdaroğlu neredeyse seçiliyordu. Hatta diktatörlük şartlarında değil de liberal demokrasi şartlarında bir seçim yapılsaydı, belki de yüzde 60’la ilk turda seçilecekti."
"Atatürkçülük Türkiye'nin liberal ideolojisidir"
14 Mayıs seçim sonuçlarını, 1950 ve sonrası gerçekleşen seçimler ışığında okursanız, neler söylersiniz?
1950 seçimlerinde siyasal iktidarın muhalefet partisine devredilmesi, cumhuriyetin kurucu partisi ve hareketi olan CHP’nin ideolojisi ve dünya görüşüyle uyumlu bir gelişmeydi.
Bana göre Atatürkçülük uzun 20. yüzyılda, küresel bir fenomen olan liberalizmin Türkiye’de aldığı özgün biçimdir. Türkiye’de son 20-30 yıldır kullanılan dar anlamını bir kenara bırakırsak, liberalizme güçler ayrılığının az çok kurumsallaştığı, iktidar partisinin seçimler yoluyla değişebildiği, birey haklarının ve özerkliğinin az çok korunduğu, kolektif düzeyde demokratik hak ve taleplerin dile getirilebildiği ve bütün bunların önemine ve değerine toplumun, devletin ve siyasal alanın büyük ölçüde saygı duyduğu bir sistem olarak bakabiliriz. Liberalizmi bu jeokültürel anlamıyla düşünürsek, Atatürkçülük Türkiye’nin liberal ideolojisidir.
Tabii bu Atatürkçülüğün veya genel olarak liberalizmin demokratik bir ideoloji olduğu anlamına gelmiyor. 4-5 yılda bir seçimlerin yapıldığı, halkın ülke yönetimine katılımının ülkeyi yönetecek uzman ve seçkin gruplarını seçmekle sınırlı olduğu bir sistem doğası gereği anti-demokratiktir.
Yani seçimler, ülkede çok fazla bir şey değişmemesini de garanti altına alır. Sosyalistlerin bu anti-demokratik demokrasiye burjuva demokrasisi demesi özetle bu sebeplerden kaynaklanıyor.
Fakat bu demokratiklik iddiası tümüyle içi boş bir iddia da değil. Örneğin güçler ayrılığı; yargının, akademinin, medyanın vb. göreli olarak özerk olması; seçimlerin adil olması yani siyasal partilerin hiçbirinin devletin sahibi olmaması ve sonuçta da seçim sonuçlarını tanımaları, içinde yaşadığımız reel dünyada önemsiz şeyler değil.
Örneğin bunlar sayesinde, kişiler kendilerine ve mesleklerine saygı duyarak toplumsal ve siyasal hayatın çeşitli alanlarında yükselebilirler, bu umudu çocukları için de sürdürebilirler. İyi eğitim almak, iyi yetişmiş bir insan olmak, kendi kişiliğin ve mesleğini iyi yapman sayesinde saygı görmek, bütün bunlar çok önemli.
Liberalizm olarak Atatürkçülüğün hedefi de işte bu türden modern, liberal, Batılı tarzda bir demokrasi yaratmaktı ve bunu az çok başarabildi. Türkiye’de çok partili hayata geçiş yılları olan 1945-50 arasında Atatürkçülük bir politik merkez olarak tarif edildi. Buna göre partiler merkezin sağında ve solunda konumlanacak, liberal demokrasinin temel kurum ve kurallarına riayet edecekler, dış politikada çok farklılaşmayacaklar, laikliği sorgulamayacaklar ve elbette anti-komünist ve Türkçü (kelimenin ülkücü ve faşist anlamıyla değil, Türk üstünlüğünü koruma ve kollama anlamında) olacaklardı.
Bu Atatürkçü-liberal merkez birçok kriz yaşamasına rağmen iyi kötü 2000’li yılların sonuna kadar sürebildi. Ki askeri darbelerin bile birkaç sene içinde Atatürkçü merkezi yeniden tarif edip liberal demokrasiye tekrar dönmeleri bu modelle ilgiliydi. 2010’lu yıllarda ise liberal-Atatürkçü demokrasi ve liberal-Atatürkçü merkez adım adım imha edildi. Böylesine bir tarihsel bağlamda, 14 Mayıs 1950 seçimleri burada bahsettiğim anlamıyla liberal demokrasinin doğumunu sembolize ediyorsa, 14 Mayıs 2023 seçimleri de zaten uzun süredir ölüm döşeğinde olan liberal demokrasinin ölümünü sembolize ediyor diyebiliriz.
Tabii liberal merkezin çöküşü Türkiye’ye özgü değil. Immanuel Wallerstein’in çok önceden öngördüğü gibi, liberalizm dünyanın birçok ülkesinde, hatta en liberal bilinen ABD’de bile çarpıcı bir gerileyiş içinde. Liberal merkez otoritesini, inandırıcılığını, saygınlığını, gücünü ve hatta reel sosyalizmin çöküşünü takiben varlık sebebini yitirdikçe, siyasal ve kültürel kutuplaşma artıyor, kutuplaşma liberalizmi daha da zayıflatıyor.
Ayrıca birçok gözlemcinin belirttiği gibi, dünyanın birçok ülkesi artık kleptokrat liderlerce ve hareketlerce yönetiliyor. Trump’ı, Blair’i, Schröder’i hatırlarsak, bu fenomeninin artık en gelişmiş ve en liberal ülkelerde de geçerli olduğunu biliyoruz. Yani 1991’den sonraki tahminlerin aksine Rusya Batılaşmadı (liberalleşme anlamında), Batı Rusyalaştı (otoriterleşme ve yolsuzlaşma anlamında). Farklı ülkelerin kleptokrat liderleri ve yakın çevreleri arasında çok yakın siyasi, ekonomik, kişisel ilişkiler olduğunu da biliyoruz. Kimi gözlemcilerle kleptopya olarak da adlandırılan bu dünyanın işleyişini hesaba katmadan çağımızın büyük krizlerini anlamak bence pek mümkün değil.
"Türklük Sözleşmesi” kitabının sonuç kısmında "Bir siyasal hareketin demokratik meşruiyetinin asıl kaynağı, harekete destek verenler değil, destek vermeyenlerdir. Siyasal hareketin kendisine destek vermeyen insanların gözünde de en azından asgari bir meşruiyetinin olması gerekir“ diye belirtiyorsunuz. Son seçim sonuçları üzerinden bu meşruiyet meselesini nasıl yorumlarsınız?
Bu alıntıladığınız yorum, aslında önceki cevabımla doğrudan ilişkili. Liberal demokrasilerde meşruiyet oy verenlerden değil, oy vermeyenlerden devşirilir denebilir.
Bir siyasal hareket iktidara geldiğinde oyunun kurallarına uymaya devam ederse, siyasal merkezin temel ilkelerini tartışmaya açmazsa ve değiştirmeye çalışmazsa, yargıyı, medyayı, polisi, bürokrasiyi tümüyle ele geçirip devleti kendisinin yapmazsa, kendisine oy vermemiş olanların da ––sevgisini olmasa bile–– saygısını kazanır. Türkiye’de özellikle 2010’dan beri bu liberal meşruiyetin olmadığını söyleyebiliriz.
AKP iktidarı giderek bütün devlet kurumlarını tekelleştirdi, kendisinin yaptı, devleti bir parti devletine, partiyi bir devlet partisine dönüştürdü.
Yargıyı neredeyse bütünüyle ele geçirdi, partinin ve devletin cezalandırma aygıtı yaptı. Anayasa askıya alındı, AİHM kararları yok sayıldı.
Medyayı, halkın bütününden alınan vergilerle, devlet bankalarından verilen kredilerle ve çeşitli yolsuzluklarla partinin ve tek adamın propaganda makinesi haline getirdi. Çölde vaha diyebileceğimiz üniversiteleri ve fakülteleri işgal etti, çölleştirdi. Muhalif siyasetçileri ve aydınları hapsetti ve/veya hapsetmekle tehdit etti.
Bürokrasi parti bürokrasisi oldu, valiler ise fiilen AKP il başkanı. Ana muhalefet liderine birkaç defa fiziksel saldırı düzenlettirildi. Kürt şehirlerindeki belediye seçimlerini tanımadı, İstanbul’dakini yeniletti. Laiklik gibi temel bir liberal demokrasi ilkesi hayatın her alanında önemsizleştirildi ve değersizleştirildi. Kadınlar ve LGBTİ’ler ahlakçı bir siyasetle aşağılandı ve cezalandırıldı. Toplanma ve gösteri özgürlüğü neredeyse hiç kalmadı.
Dolayısıyla böyle bir ortamda yapılan seçimlerin normal şartlarda hiçbir meşruiyeti olmaması gerekir. 1946 seçimleri, 21. yüzyıla özgü biçimler alarak, sürekli tekrarlanıyor da diyebiliriz. Ki buna rağmen yüzde 50’yi zar zor bulabilen bir iktidar bloğu ile karşı karşıyayız.
Bu şu anlama da gelebilir: Özellikle son 8 yıldaki seçimler liberal bir ortamda gerçekleşseydi, AKP çoktan iktidardan düşmüştü. Bütün bunları düşündüğümüzde, bence AKP’ye seçim meşruiyetini veren seçimleri kazanması değil, muhalefet partilerinin 4-5 yılda bir tekrarlanan bu seçim oyununu oynamaya devam etmesi ve halkı buna ikna etmesi.
Bu oyundan sadece iktidar partilerinin faydalandığını da düşünmüyorum. Siyaset sonuçta bir çıkar ve kariyer alanı, ama oyuncuların kendilerini tamamen çıkarsızmışlar gibi gösterme sanatını çok iyi bildikleri bir oyun alanı.
"Türkiye’de uzun erimli bir kültürel devrim yaşanıyor”
Bazı kesimler, Kılıçdaroğlu'nun Kürt ve Alevi olmasından dolayı Cumhurbaşkanı seçilmesinin zor olduğunu ima ediyordu. Bir Alevi Kürt Türkiye'de cumhurbaşkanı olamaz mı? Olursa da hangi siyasi ve toplumsal atmosferde bu mümkün olabilir(di)?
Bir kere Kılıçdaroğlu’nun kendisini Türk olarak gördüğünü belirtmem gerekir. Kürtlük kendisine, sevenleri ve nefret edenleri tarafından dışarıdan atfediliyor.
Azımsanmayacak sayıda Kürt Kılıçdaroğlu’na “her şeye rağmen bizdendir” diye, yine azımsanmayacak sayıda Türk de “bizden değildir” diye bakıyor. Dolayısıyla, evet, Kürtlük konusu fiilen önemli. Ama Kılıçdaroğlu kendisini Kürt görmüyor, en azından bildiğim kadarıyla. Bu önemli, çünkü bu sayede cumhurbaşkanı olabilme ihtimaline sahip oldu.
“Ben Kürdüm” deseydi, seçilme ihtimalini bırakın, adaylığını dahi konuşmazdık. Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği seçimi kaybetmesinde muhtemelen bir rol oynadı.
Türkiye’nin tarihinde din ABD’deki ırk gibi işlev görüyor. Doğuştan getirdiğiniz bir özellik olan Müslümanlık, Türklüğün en önemli kriteridir. Ve Müslümanlık çok büyük ölçüde Sünnilik demek.
Aleviliği Müslümanlık olarak görmeyenlerin, Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten bile daha kötü, sapkın bir inanç olarak görenlerin çok olduğunu biliyoruz, ki Osmanlı Devleti de yüzyıllarca böyle gördü Aleviliği.
Tayyip Erdoğan defalarca boşuna yuhalatmadı Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini. Ama şu da var ki, Kılıçdaroğlu neredeyse seçiliyordu. Hatta diktatörlük şartlarında değil de liberal demokrasi şartlarında bir seçim yapılsaydı, belki de yüzde 60’la ilk turda seçilecekti.
Demek istediğim, olağanüstü baskı koşullarında yapılan siyaset bizi toplum hakkında yanlış sonuçlar çıkartmaya götürebilir. En azından Gezi’den beri açık bir biçimde görüyoruz ki, Türkiye’de uzun erimli bir kültürel devrim yaşanıyor. Bu, özetle, kimlikleri tanıyan ama aynı zamanda da kimlikler üstü olan bir dayanışma, arkadaşlık, saygı, özgürlük kültürü.
Simetrik ilişkiler ve simetrik ilişkilenme kültürü de diyebiliriz. İşte 2015’ten beri tanık olduğumuz baskı süreci, bu kültür devrimini zorla bastırma süreci olarak da görülebilir. Özetle, Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği dezavantaj olmuş olabilir, ama adil ve liberal bir ortamda olmayabilirdi.
"HDP'nin gerçek bir sol parti olduğunu da unutmamalıyız"
Seçim sonuçları legal Kürt siyasi hareketi açısından farklı tartışmalara yol açtı. Kimileri hareketi, fazla “Türkiyelileşme” çabası içinde olmakla eleştirirken bazılarıysa sorunun paradigmanın kendisinde değil uygulanması noktasında olduğunu belirtti. Siz bu tartışmaları, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın aldığı oy oranını da göz önüne alarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
HDP’nin işi birçok nedenle çok zor, diğer hiçbir siyasal partinin tecrübe etmediği türden zorluklar bunlar. Bir kere liderlerinin ve kadrolarının büyük bölümü ya cezaevinde ya da sürgünde. Kazandığı belediyeler gasp edildi. Devlet, kapatılma tehdidini özellikle seçim dönemine denk getirerek HDP’yi başka bir partinin çatısı altında seçime gitmeye zorladı.
Devletin ve iktidarın anti-propagandası nedeniyle Kürtler dışındaki seçmenlerin gözünde bütünüyle gayri-meşrulaştırıldı. Kürtler meclise girmesin diye yüzde 10 barajı getiren devlet, bu defa da çok oy almasın diye barajı yüzde 7’ye indirdi, ki bu Türklerin verdiği taktik oyları azalttı.
Bunlara TİP’in ayrı listelerde girme kararı ve HDP’nin seçim çalışmalarına geç başlaması da eklenince, ortaya çıkan tablo şaşırtıcı değil. Ayrıca HDP’nin kendi tarihinden, yapısından ve politikalarından kaynaklanan zorluklar da var. PKK’yle paylaştığı tarihsel ve toplumsal zemin, Türkiye partisi olma hedefini zorlaştırıyor.
Aynı zemin, 2015 seçimleri sonrasındaki çatışma ortamıyla ilgili samimi bir yüzleşmeye gidilmesini de engelliyor. Ayrıca Kürt illerinde fazla Türkiyeli, Türk illerinde fazla Kürt bulunuyor.
HDP’nin gerçek bir sol parti olduğunu da unutmamalıyız. Zaman zaman ulusal söylemleri sol söylemlerinin önüne geçebilir ve bu nedenle kimi Türk solcuları tarafından yeterince solcu bulunmayabilir, ama kadrolarına bakıldığında, HDP’nin sol ve feminist değerlere gerçekten inanmış insanlardan oluştuğu aşikardır.
Bu, devletle uzlaşmayı her zaman çok zor kılıyor. Tam da bu nedenle, HDP’nin bu kadar solcu olmamasını, biraz sağa ya da merkeze kaymasını savunan çok sayıda liberal ve sağcı Kürt var. Ama bu, dediğim gibi, kolay bir şey değil, çünkü HDP gerçekten sol ve feminist bir parti. İşte bütün bunlar HDP’nin önündeki büyük zorluklar. Ama zorluklar var diye kendinden vazgeçecek bir hareket de değil.
Yeşil Sol Parti (YSP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP) arasında yaşanan anlaşmazlığı, Türk solu ve Kürt solunun tarihsel ilişkisi bağlamında nasıl okuyabiliriz?
Modern uluslar belli bir din, ırk ve/veya etnisite etrafında tarif edildiği için, o özelliklerin hiçbirine veya bazılarına uymayan halkların politik hareketleri devlet ve ulus tarafından hainlik olarak görülür ve hain olarak da cezalandırılırlar. Bu durum, sol açısından bir başka büyük zorluk.
Bir yandan, çoğu zaman sayısal olarak da çoğunluk olan egemen grup arasında örgütlenmeye ve güçlenmeye çalışmak, ama öte yandan da ezilen ve yok sayılan halkların çektiği acılara da odaklanmak zorundadır. Sadece birincisini yaparsa, ulusalcı bir sol parti olur ve böyle sol partiler de hem dünyada hem de Türkiye’de çoktur. İkincisini yaparsa, bu defa egemen grup tarafından hain olarak veya en iyi ihtimalle yabancı olarak görülür.
Bunun örnekleri de dünyada ve Türkiye’de çok. Örneğin Güney Afrika Komünist Partisi apartheid döneminde sayısal olarak çoğunluk olan siyahların mücadelesine destek vermiş, beyazlar arasında örgütlenme işini neredeyse bütünüyle terk etmiştir. TKP ise bilindiği gibi tam tersini yapmış, sayısal olarak da çoğunluk olan egemen ulus Türkler arasında örgütlenmeye çalışmıştır. İkisini aynı anda yapabilmek ise, yani hem egemen ulus arasında örgütlenmek hem de ezilen ulusun yanında olmak çok çok zor bir iş. TİP işte bu büyük zorlukla karşı karşıya olan, ikisini aynı anda yapmaya çalışan bir hareket.
Dolayısıyla HDP’nin karşılaştığı zorlukları kabul ettiğimiz kadar TİP’inkileri de teslim etmeliyiz bence. Ama tabii seçim döneminde TİP’in ittifakı sadece bir seçim barajı ittifakı haline getirmesi, Kürt halkında ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. Bu güvensizlik ve kızgınlık nasıl ortadan kaldırılır, kaldırılabilir mi, henüz bilmiyoruz. Demin söylediğim şey, yani iki tarafın da lafta değil gerçekten solcu olması bu ümidi sürdüren bir faktör olabilir.
HÜDA Par'in Meclise girmesi ve Süleyman Soylu'nun şu açıklamasını birlikte değerlendirirseniz, "HÜDA PAR'la ilgili şu adım atılmıştır, çok nettir; bir muhafazakar anlayış. HÜDA PAR anti-Amerikancıdır. HÜDA PAR'ın terörle irtibatı yoktur. PKK meşruiyetini Millet İttifakı'na dayatmak için sözü toparladılar da toparladılar. Bunu göreceksiniz, Tayyip Erdoğan'ın attığı HÜDA PAR adımı Türkiye'nin 20-30 yıl içerisinde Doğu ve Güneydoğu'da muhafazakar politika açısından yalnız kalan, kendi kodlarına dönmeye çalışan AK Parti ve Tayyip Erdoğan bu dönemin en büyük akıllarından bir tanesi olduğu. Bu çok güçlü bir sosyolojik adımdır ve büyük bir devlet aklıdır." HÜDA-PAR, Kürt hareketine karşı nasıl bir rol üstlenebilir? Ve bu rolün başarılı olma ihtimalini görüyor musunuz?
Kürt ulusal hareketi, Orta Doğu gibi bir coğrafyanın tam ortasında, sol ve feminist bir hareket ortaya çıkarabilmiş, halkını da dönüştürebilmiş, bazı bakımlardan dünyanın en başarılı kitlesel sol hareketlerinden biri. Elbette bu, devletin ve genel olarak müesses nizamın gözünde çok büyük bir sorun.
Eğer hakim Kürt hareketi sağcı bir hareket olsaydı, devlet bence onu çoktan düzene entegre etmişti. Diyelim bir Kürt partisi olarak yüzde 15-20 oy almasına da müsaade edebilirdi. Şimdi de amacın bu olduğu anlaşılıyor, yani sağcı ve devletçi bir Kürt hareketi ortaya çıkarıp HDP’yi güçten ve itibardan düşürmek.
Ama toplum mühendisliği siyaset mühendisliği kadar kolay bir şey değil. Osmanlı ve Türk devletleri yaklaşık 200 yıldır Kürdistan’da işbirliği yapacağı güçler bulmaya, eğer bulamazsa yaratmaya çalışıyor. Bu arayış hep geçici çözümler yaratmış, doğru, ama devlet zaten kalıcı bir çözümle ilgilenmiyor.
Temel hedef varolan eşitsizliğin ve adaletsizliğin giderilmesi değil de çeşitli biçimlerde sürdürülmesi olduğu için bu böyle. Dolayısıyla Hüda-Par projesi devlet açısından kalıcı bir çözüm yaratmayabilir, ama diyelim bir 10-15 yıl kadar işe de yarayabilir.
"Türklük Sözleşmesi"
Türklüğün belirli bir süredir bir kriz içerisinde olduğunu belirtiyorsunuz. Bu kriz derinleşiyor mu?
İki tür krizden bahsediyorum. Birincisine aşağıdan yukarı doğru kaynaklanan bir kriz diyebiliriz. Kürt hareketinin ve Kürt halkının güçlenmesi sayesinde, Türkler daha önce duymadıklarını görmediklerini, ya da duymazdan görmezden gelebildiklerini, duymaya görmeye başladılar.
Bu yeni bilgi dünyası bir yandan bir reaksiyon (backlash) yaratarak Türklük içindeki bazı kesimleri daha da şovenleştirdi. Ama öte yandan, azımsanamayacak kadar büyük başka bir kesim de farklı şekillerde düşünmeye, duygulanmaya, bilgilenmeye, ilgilenmeye başladı. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında oluşan aşırı sağcı iktidar bloğu, ilk grubun reaksiyonu üzerinde yükseldi, ikinci grubun dönüşümünü ise zorla ve korkuyla durdurmaya çalıştı.
İkinci kriz ise yukarıdan aşağıya doğru denebilir. Devletin çöküşünden bahsediyorum. Türklük Sözleşmesi’nin hayati bir ayağı devlettir ve o devletin Türkler için modern kural ve kurumlara göre işlemesidir.
İşte Mustafa Kemal ve CHP bunu başarabilmişti modern bir devlet yaratarak. Buna göre, işini düzgün yapan sayısız insan, Türk üstünlüğünü sorgulamadığı sürece, kendilerine ve mesleklerine saygılarını sürdürerek iyi yerlere gelebildiler, saygı gördüler, itibar kazandılar.
Kendileri olmasa bile çocukları başarabildi bunları. İşte devletin çöküşü, bir parti ve tek adam devleti haline gelmesi, Türklük Sözleşmesi’nin Türkler açısından bu hoş tarafının da sonunun gelmesi demek.
Bu büyük çöküşün üstü ancak hamasetle ve kitlesel bir lümpenleştirmeyle örtülmeye çalışılıyor. Bu çöküşü görenlerin önemli bir kısmı ise artık kendileri veya en azından çocukları için başka bir ülke, başka bir devlet arıyorlar.
(SK/EMK)