*Fotoğraf: Murat Bay
Uluslararası Barış Günü, her yıl 21 Eylül'de tüm dünyada kutlanıyor. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu bu günü, 24 saat boyunca şiddete başvurulmaması ve ateşkes sağlanması yoluyla barış ideallerinin güçlendirilmesine adanmış bir gün olarak ele alıyor. BM, bu yılın temasını "Barış için eylem" olarak belirledi.
Güne atfedilen "Barış için eylem" temasını İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi'nin kurucu ekibi ve küratör kolektifinden Meral Akkent ve Handan Çağlayan ile konuştuk.
Barış için her an eylemde olmalıyız
Uluslararası Barış Günü'nün 2023 mottosu "Barış için eylem" olarak duyuruldu. İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi'nin küratör kolektifi üyesi olarak bu motto size ne ifade ediyor?
Akkent: Nasıl ki, demokratik bir toplumda yaşamanın ilk kuralı, her an eylem içinde olmaksa, barış için de her an eylem içinde olmalıyız. Hem barış hem de demokrasi, çok çabuk tahrip ediliyor ama bunların yeniden tesisinin ne kadar acılı ve zor bir süreç olduğunu hepimiz biliyoruz.
"Barış için eylem" mottosuna geri dönersem: Eylem, belirli bir hedefe ulaşmak için kendimizi sorumlu hissetmek ve eylediklerimizi bu hedefle uyumlu hale getirme çabasıdır. Tıpkı müzenin varoluş hedefleri gibi: Demokratik bir toplum ve insan hakları talebiyle ve toplumsal barışa hizmet eden bir eylem kültürünü oluşturabilmek için düşünmek, tasarlamak, bunları yaşama geçirmek, esinlendirmek... Bunları müzede hem kendimizi sorumlu hissettiğimiz hem de kendi yaşam kalitemiz için yapıyoruz.
Müzeler ve toplumsal barış
"Esinlendirmek" sözcüğünün içeriğini açabilir misiniz?
Akkent: Müzeler, toplumsal bellek inşasında, toplumsal değişimde, toplumsal barışa etkide yaptıkları ve yapmadıkları ile büyük rol oynar. Çünkü bu müzelere her yaştan minikler, küçükler, gençler ve büyükler giriyor ve müzedeki mesajlardan etkilenip çıkıyor.
Özellikle özel müzeler, okul sınıflarının müzeye gelmesine çok önem veriyor. Bu tabii ki takdire şayan. Fakat öğrenciler acaba nasıl bir duyguyla müzeden çıkıyor? Gördükleriyle kendini, ailesini, ait olduğu kültür grubunu özdeşleştirebiliyor mu? Eğer kendini müzede bulamıyorsa, kendini içinde yaşadığı toplumun değer verilen bir üyesi olarak hissedebiliyor mu? Yoksa ötekileştirilmiş gibi mi hissediyor? "Değerbilir" müze olabilmek çok önemli.
"Değerbilmek, toplumsal barışa katkının ön şartıdır"
"Değerbilir" müze derken neyi anlamalıyız?
Akkent: Müzeler, "değerbilir" yani kapsayıcı, yol açıcı ve yaratıcı da olabilir, statükoyu koruyucu yani "müze muhafazakarı" da olabilir. Değerbilmek, kapsayıcılığın ve toplumsal barışa katkının ön şartıdır.
Kapsayıcı koleksiyon stratejisi, toplumsal platform olma hedefi, resmî tarihe eleştirel bakış, alternatif tarih okuma modelleri sunmak, toplumsal cinsiyet politikalarını desteklemek, kültürel çeşitliliği ve diyalogu teşvik etmek... Bu çalışma prensipleriyle, müzeler sosyo kültüre ve toplumsal barışa değerli katkılar yapabilir. Toplumun dışlanan, görmezden gelinen, unutulan, unutturulan birey ya da gruplarının, kültürel katılımına ve görünürlüğüne alan açabilir.
İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi, "her sergiyle nasıl barış için eylemde olunur?" sorusunu soruyor. Müzenin her projesini yaparken kendimize sorduğumuz soruları, diğer müzelere yöneltilen sorular katalogu olarak da anlamak mümkün: Müzenizde hangi heteronormatif anlatılar var? Kapsayıcılığın tanımı nasıl yapılıyor, toplumsal bellek ve farkındalık konularını nasıl araştırıyor ve sergiliyorsunuz, çeşitliliği yansıtan bir toplumsal bellek inşası, müzenizin hangi çalışmalarına, nasıl yansıyor? Sergi, araştırma, kültür etkinlikleri ve benzeri çalışmalarda hangi toplumsal aktörlerle işbirliği yapıyorsunuz, müzede tartışma alanı yaratmak ve katılım süreci oluşturma gibi hedefler, hangi yöntemlerle gerçekleştiriliyor? Bu tür sorular, Türkiye'de kurumsallaşmış müzelerde sorulabilir mi acaba?
Müzeler, barışın tesisi için zemin yaratabilir
Çeşitliliği yansıtan bir toplumsal bellek inşası, müzenizin hangi çalışmalarına ve nasıl yansıyor?
Akkent: Müzelerdeki geleneksel ve alışılmış ayrımcı normlarla mücadele etmenin hiç kolay olmadığını biliyorum. Sadece Türkiye'de değil, birçok başka ülkede de kolay değil. Zaten kadın ve toplumsal cinsiyet müzeleri de bu alanda alternatif modeller sunmak için ortaya çıktı. Müzelerde geleneksel tarih yazımına meydan okumak, eleştirel yaklaşımla eril normları incelemek, araştırmacı, küratör, sergi teknik elemanı ya da müze pedagojisi uzmanı olarak, gerginlik içeren bir alanda, mücadele verilmesini gerektiriyor, önce kendi dünya görüşümüzle, sonra da kurumumuzla.
Öte yandan eşitsizliği yeniden üretmekten ve toplumsal barışı her ziyaretçi ile yeniden ve yeniden zedelemekten başka bir işlevi olmayan müzecilik anlayışından kurtulabilmenin de mücadele etmekten yani "barış için eylem"den başka yöntemi yok. Müze, hangi içerikte sergi tasarlarsa tasarlasın, sergisinin içeriğini yukarda belirttiğim sorular eşliğinde geliştiriyor, çünkü ancak kapsayıcılık, kesişimsellik ve katılımcılık, toplumsal barışın tesisi için verimli zemin yaratabilir. Cinsiyet, cinsellik, ırk, sınıf, din, kişisel beceri ve yaş gibi faktörlerin kesişme eksenlerinin ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin, toplumsal dışlanma ve toplumsal baskı nedeni olduğunu hepimiz farklı ve çoklu şekilde deneyimliyoruz.
"Komünistler Moskova'ya" demek sorun çözmedi
Küresel ısınma ve savaşlar nedeniyle vatansız insanların sayısının bunca hızlı arttığı şu andaki durumu da göz önünde bulundurduğumuzda, toplumsal dışlanma, toplumsal baskı yani toplumsal barışın tesisi konusunu tartışılırken; vatansızlık kategorisine özel önem vermemiz gerekiyor. Nasıl ki soğuk savaş döneminde "komünistler Moskova'ya" demekle, Türkiye'nin toplumsal sorunları çözülmedi ise, 2023 yılında "mülteciler memleketlerine geri gitsin" demek de Türkiye'nin sorunlarını çözmeyecektir.
Bir nefret söylemi olarak tezahür eden bu talep, sadece kutuplaşma ve ayrımcılığı körüklüyor ve zaten hoyratça tahrip edilmiş toplumsal barış, daha da yaralanıyor. Toplumsal eşitsizliğin çoklu faktörlerinin, müzelerin ilgi alanının odağını oluşturması ve yarattığı fildişi kuleden dışarı çıkamayan "geleneksel müze anlayışı"nın 2023 yılında artık "toplumsal ayıp" olarak algılanması çok önemli. Toplumsal ve politik eylemlerle yakından ilişkili sanat ve kültür olmadan, toplumun yenilenmesini, gelişmesini ve özlediğimiz toplumsal barışı nasıl hayal edebiliriz?
*İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi, Konuşma Zamanı sergisi, 2021. Eser: Sultan Güner "Nefrete İnat Yaşasın Hayat"
"Toplumsal barış" dediniz. Bundan hareketle, Türkiye'de yıllardır süren çatışmalı sürece gidelim. Bu süreci toplumsal cinsiyet eşitliği veya eşitsizliği ve kadın mücadelesi bağlamında nasıl değerlendirmek gerekiyor?
"Toplum olma vasfımız sorgulanır hale geldi"
Çağlayan: Son kırk yılı bir yanıyla kesintisiz bir şiddet, derinleşen sosyal eşitsizlikler, doğa tahribatı ve baskı, bir yanıyla da direniş ve mücadele şeklinde özetlemek mümkün. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, sorunun, barışçıl bir şekilde çözülmesi yerine silahla ve şiddetle bastırılmaya çalışıldığı bir kırk yıl söz konusu. Bu sorun çözülmediği için ülkenin bütün önemli gündemleri de bir şekilde kilitlenmiş durumda. Sonuç ortada. Toplum olma vasfımızın sorgulanır hale geldiği, bütün yerleşik kurumların çöküş içinde olduğu bir dönemdeyiz.
Sınırsız bir emek ve doğa sömürüsü yaşanmakta. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da mevcut olumsuzluklardan en fazla etkilenenler, kadınlar, yoksullar, engelliler gibi toplumsal güç hiyerarşisinin en altında yer alanlar oluyor. Hem mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliği hem de şiddet ve baskı repertuarının cinsiyetlendirilmiş karakteri nedeni ile bu kırk yıl içinde yaşanan şiddetten, yoksullaşmadan, milliyetçiliğin yükselişinden, militarizmin gündelik hayata nüfuz etmesinden en fazla etkilenenler kadınlar oldu.
Şiddetten belki en fazla çatışma bölgelerindeki Kürt kadınları etkilendi. Fakat bu şiddetin etkileri onlarla sınırlı kalmadı, ülke geneline yayıldı; çeşitli şekillerde kadına yönelik şiddetin artmasına, kadınların hayatlarının ve bedenlerinin değersizleşmesine etkide bulundu.
Çok boyutlu mücadele
Neyse ki kırk yılın özeti bundan ibaret değil. Kadınların örgütlü mücadelesi açısından baktığımızda da bir süreklilik söz konusu. 1980'lerden itibaren kendi içinde çoğullaşarak, çeşitlenerek yoluna devam eden güçlü bir feminist/kadın mücadelesi var. Kürt kadın hareketi de bu hareketin bir bileşeni. Söz konusu mücadele ülke geneline yayıldı, kitleselleşti, çeşitlendi, kurumlar yarattı, kurumsal politikadan, yerel yönetimlere, sendikalardan üniversitelere değin her alana etkide bulundu.
Feminist/kadın hareketi, sadece kadına yönelik şiddetle mücadele gibi özgün gündemler bağlamında yürüttükleri kesintisiz mücadele açısından değil, resmi kimlik politikalarıyla yüzleşme, milliyetçilikle arasına mesafe koyma ve barış savunusu gibi konularda da Türkiye'nin son 40 yılına damgasını vuran en önemli demokratik muhalefet dinamiği oldu. Bu saydıklarım bir çırpıda ve sorunsuz bir şekilde olmadı tabi ama sorunlu da olsa çok önemli bir mesafe kat edildi. Bu dönüşümde, Kürt kadın hareketi ile etkileşim önemli bir rol oynadı. Kürt kadın hareketi de, özellikle son yıllarda çok daha yaygın ve çok ağır bir baskı ile karşı karşıya olmasına rağmen çok boyutlu mücadelesini sürdürmektedir.
Barış, silahların susmasının ötesinde bir şey
Türkiye'de kadınlar son dönemlerde barışı ne kadar gündemlerine alabiliyor, ne kadar gündem oluşturabiliyor?
Çağlayan: Barışı, silahların susmasının ötesinde bir durum olarak değerlendirecek olursak, aslında kadınların otuz yılı aşkın süredir yürüttükleri mücadelenin genel olarak barış mücadelesinin çok önemli bir parçasını oluşturduğunu söylemek lazım. Barışın toplumsal düzlemde, katılımcılıkla, çoğulculukla inşa edilecek; toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin yerinden edilmesine, şiddetin kalıcı olarak ortadan kaldırılmasına hizmet edecek bir süreç olduğuna dair çok şey yazıldı, çizildi.
Buradan bakıldığında, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, zaten barış sürecinin ayrılmaz, önemli bir bileşeni. Kaldı ki, kadınlar, özellikle 2000'li yılların başlarından itibaren doğrudan barış talebini merkezine alan çok çeşitli kampanyalar yürüttü, platformlar oluşturdu, mitingler ve farklı eylemler gerçekleştirdi, inisiyatifler oluşturdu.
Burada Barış için Kadın Girişimi'ni (BİKG) özellikle anmak gerek. BİKG, uzun yıllara dayanan bir birikimin ve deneyimin üzerinde inşa edildi. Müzakereler devam ederken, barış sürecinin toplumsal olarak, katılımcı bir şekilde yürütülmesi, kadınların bu sürece aktif olarak dâhil olmaları için önemli çalışmalarda bulundu. Çatışmalar yeniden başladığında da şiddetin durması için çaba harcadı.
Bununla birlikte 2015'ten itibaren toplumsal muhalefeti ezmeye yönelik girişimlerden kadınlar da, BİKG de çeşitli şekillerde etkilendi. Dolayısıyla şu an için sorunuza maalesef çok olumlu bir yanıt vermek zor. Bunun nedeni, kadınların isteğinin veya çabasının yetersizliği değil. Mevcut mücadele araçları, yöntemleri, söylemleri ile gündem oluşturmanın imkânsız olmasa da hayli güçleştiği bir dönem söz konusu.
"Şiddet kültürü, tüm toplumu esir alıyor"
Yine de halen en kararlı ve direngen demokratik toplumsal dinamiği kadınlar oluşturuyor. Bu, kendiliğinden olan bir şey değil. Kadınlar bütün farklılıklarıyla birlikte, önceliklerini birbirlerine dayatmadan ortak gündemler oluşturmayı, birlikte iş yapmayı başardı. Barış kültürünün geliştirilmesinde çok önemli olan bu deneyimin, birikimin özenle korunması, sürdürülebilmesi çok önemli. Buna her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Sadece Kürt sorunu bağlamında değil, barış ihtiyacı genel olarak çok yakıcı bir şekilde kendini hissettiriyor. Her şeyden önce kadınlara karşı savaş kesintisiz olarak devam ediyor. Çatışma ve şiddet kültürü neredeyse tüm toplumu esir alma yolunda ilerliyor. Ev sahibi-kiracı anlaşmazlıklarında ateşli silahlar kullanılıyor. İstanbul'da çeteler, güpegündüz otomatik silahlara birbiriyle çatışmaya giriyor.
Kendine ayna tutma ve bağışlama
Barış kültürü dediniz, bununla neyi kast ettiğinizi anlatabilir misiniz?
Çağlayan: Her şeyden önce şiddetsizlik. Şiddetsizlik derken sadece fiziksel şiddeti değil, şiddetin her türünü kastediyorum. İnsan hakları belgeleri, ayrımcılık ve eşitsizlik ile şiddet arasında bağa dikkat çeker. Dolayısıyla ayrımcılığa, eşitsizliğe karşı bir değerler sistemi. Kendi doğrusunu dayatmayan, güce dayanmayan, diyaloga, müzakereye açık bir tutum.
*İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi, Konuşma Zamanı sergisi, 2021. Eser: Gülcan Eslek "Hayati Savunuyoruz"
Akkent: Handan'ın son cümlesi çok önemli. Çünkü bu ifade aynı zamanda kendimize de ayna tutmayı içeriyor. Hangi durumda, kimleri, neden ve nasıl dışladığımızın farkında mıyız? Kendimizi gözlemleme kabiliyetimiz, alışkanlığımız ve bunu yapacak fırsatımız ve gücümüz var mı? Kişisel farkındalığı olmayan bireylerin, diyalog ve müzakere sürecine yapıcı katkısı olabilir mi?
Desmond Tutu, "bağışlama" sürecinin ancak mutlak doğruluk ve samimiyet söz konusu olduğunda başlayabileceğini ve tamamlanabileceğini söyler. Barış kültürünün önemli gereçleri arasında doğruluk ve samimiyet olduğunu söylerken, bunun bizim kişisel farkındalığımızla ilişkisini de düşünmeliyiz. Bu kolay değil. En azından farkında olmanın, farkında olmak için fırsatlar yaratmak gerek. Tıpkı hatırlamayı, hatırlamak gibi. Müzedeki çalışmalar bu anlayışla yapılıyor.
Barış kültürünü "hatırlama" teşvik eder
Peki barış kültürünü müzede nasıl teşvik ediyorsunuz?
Akkent: Barış kültürünü "hatırlama" teşvik eder. Önce "hatırlamayı" sergilemenin hayatî önemine inanmalıyız. Sonra da toplumsal barışın tesisine yardım edecek yöntemler hakkında gerçekten inanarak düşünmeli, çok yöntem denemeli, çok yanılmalı ve kendimize çok soru sormalıyız. Düşünmenin en iyi yolu, soru sormaktır.
Toplumsal barış ya da genel olarak barış konusu ile belki ilgilenmeyecek kişi ve gruplara da ulaşabilme, toplumsal barış sözcükleri üzerinde hiç düşünmemişlere, bu sözcüklerle dost olma fırsatı olan alanlar sunma, müzenin sergilerinin konularına ilgi duymalarını sağlamak, onları da çalışmalara ve müzenin tartışmalarına dahil edebilmenin yollarını aramak...
Arayış konseptli
Bunlar da müzede barış kültürünü oluşturan ögeler arasında. "Çeşitliliği kabul etme ve farklılıklara saygı" ifadesi, pratikte uygulanmadığı zaman, boş bir sözden başka birşey değil. Tek tip kimlik oluşturma gayretleri, hem bu ideolojiyi savunanların hem de bu ideolojiden etkilenenlerin yaşam kalitesine, dolayısıyla toplumsal barışa zarar veriyor.
Tartışma kültürü ve ihtilafları da içeren müzakere kültürünün pratikte uygulanma fırsatı için de alanlar açmak çok önemli. Kamplaşma, insanların ruhunu zehirleyen kör bir savaştan başka bir şey değil... Bizi kamplaşmadan uzaklaştırıp, farklı bir iletişime götürecek yol, müzakere kültüründen başka ne olabilir? Müzede "arayış konseptli" çalışıyoruz. Yanıtımız yok, sorularımız çok.
Toplumsal barış derdi
Müzede "toplumsal ve politik eylemlerle ilişkili sanat ve kültür" ya da toplumsal barış hayali somut olarak nasıl gerçekleşiyor?
Akkent: Müze, her projesinde dünyaların çeşitliliğini, katılımcıların kişisel bakış açılarıyla sunabildikleri alanların nasıl açılabileceği konusunda düşünüyor. Her serginin içeriğiyle ilgilenebilecek katılımcılarla, diyalog başlatabilmenin yollarını arıyor. Müzenin çalışma detaylarıyla ilgilenenlerin müzenin sitesindeki sergiler hakkındaki yazıları okumasını öneririm.
"Barış için eylem" ile bitirelim, ne dersiniz?
Akkent: Hayatımızın sonunda, sahip olduğumuz fırsatlarla, ne yaptığımıza göre değerlendireceğiz. Bir konuda ne kadar kişisel angaje isek, o kadar yaratıcı oluyoruz. Müzede hepimiz toplumsal barış derdimizle, toplumsal barışın tesisine götüren arayışlarımız, sorularımız, heyecanlarımızla sürekli "barış için eylem" içindeyiz.
Meral Akkent hakkındaSosyolog. 1973 yılından itibaren Almanya´da kültürlerarası karşılaştırmalı kadın araştırmaları alanında çalıştı. Kazakistan (1992–2000) ve Ukrayna'da (2003–2010) kadın politikaları eğitim projeleri danışmanlığı ve koordinatörlüğü yaptı. 1989´da Almanya'nın ilk Kültürlerarası Kadın Araştırmaları Merkezi'ni (Zentrum für interkulturelle Frauenalltagsforschung und internationalen Austausch, Nürnberg) ve 2003´te Bavyera Eyaleti'nin ilk ve Almanya'nın altıncı Kadın Müzesi'ni (Museum Frauenkultur Regional – International, Fürth) kurdu. 2010'da Türkiye'nin ilk kadın müzesi İstanbul Kadın Müzesi'nin ortak kimlik anlayışını yaşama geçiren, kültürler ve nesiller arası diyalog hedefli konseptini hazırladı. 2012–2021 arasında, küratörlüğünü yaptı. 2021'den itibaren kurucuları arasında olduğu İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi'nin küratör kolektifi üyesidir. Handan Çağlayan hakkında1968 yılında Siverek'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Siverek ve Urfa'da gördü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sosyal politika ve siyaset bilimi okudu. Doktora öğrenimini aynı fakültede 2006 yılında tamamladı. Hemşirelik, sendikacılık ve araştırma görevliliği yaptı. Sınıfsal, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılık pratikleriyle bunların birbirleri arasındaki ilişki üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Kadınların sendikal katılımı, kadına yönelik şiddet, namus adına işlenen cinayetler, feminist hareket, seçimler, Kürtler'de kadınlık ve erkeklik halleri, ırkçılık ve milliyetçilik, insan hakları, türban, etnik ve ulusal kimlikler, barış sürecinde toplumsal cinsiyet gibi geniş bir yelpazede makaleleri ve gazete yazıları bulunan Handan Çağlayan, araştırma görevlisi, hemşire, gazeteci ve sendikacı olarak çalıştı, ayrıca HADEP, DEHAP ve DTP içinde ve çeşitli kadın kuruluşlarında aktif olarak yer aldı. |
(NT-FD)