"Barış Gazeteciliği: Yeni Bir Etik, Pratik ve Gazetecilik Eğitimi" buluşmasını dinlemek/izlemek için videoyu tıklayın.
Barış gazeteciliği nedir? Barış gazeteciliği nasıl yapılabilir, barış gazeteciliğinin önündeki engeller nelerdir? Türkiye, Pakistan ve Yeni Zelanda ile dünyanın farklı coğrafyalarından barış gazeteciliği örnekleri birbirleri ile ne kadar bağlantılı?
Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi yöneticilerinden Murat Çelikkan’ın moderatörlüğünde BİA eğitim danışmanı Prof. Dr. Sevda Alankuş ve Yeni Zelanda Pasific Media Center’dan Dr. Rukhsana Aslam 21 Kasım 2015 Cumartesi günü Cezayir Toplantı Salonunda "Barış Gazeteciliği: Yeni Bir Etik, Pratik ve Gazetecilik Eğitimi" buluşmasında bu sorular ve fazlasıyla barış gazeteciliğini teorik ve pratik anlamda konuştular ve katılımcılarla tartıştılar.
Hollanda Kraliyeti Başkonsolosluğu İnsan Hakları Fonu’ndan desteklenen Barış Gazeteciliği ve Sanal Kütüphane projesi kapsamında düzenlenen buluşmayı proje koordinatörü Begüm Zorlu sundu.
IPS İletişim Vakfı/bianet ve Hafıza Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği toplantı Murat Utku'nun televizyon habercisi meslektaşları Işıl Sarıyüce ve Akın Depecik ile birlikte hazırladığı Aynı Görüntülerle "Barış" ve "Savaş" Odaklı İki TV Haberi videosunun gösterimiyle başladı.
Aynı Görüntülerle "Barış" ve "Savaş" Odaklı İki TV Haberi Murat Utku'nun 26 Temmuz - 31 Temmuz 2015 tarihleri arasında iletişim fakültesi öğrencileri için düzenlenen Okuldan Haber Odası (OHO) programında verdiği “Barış Gazeteciliği” başlıklı sunumu için hazırlanmıştı.
Toplantı kayıtlarını yayınlıyoruz.
Murat Çelikkan: Hoş geldiniz, ben Hafıza Merkezi’nin yöneticilerinden biriyim. Gazeteci eskisi olur mu emin değilim ama eski bir gazeteciyim. Bu nedenle bu toplantının moderasyonunu, ben yapayım istediler. Çok yüklü, önemli, yaşadığımız günlerde ve ülkemizde oldukça sorunlu iki kavram bir arada. Hem barış, hem gazetecilik.
Her ne kadar dünyada ve Türkiye’de giderek etkinliğini artıran ‘yeni medya’dan bahsedebilecek olsak da bir medya ve gazetecilik krizi yaşıyoruz. Devletlerin tek sesli, tek yanlı, iktidar uyumlu habercilik istemesinin yanı sıra medya sektöründeki tekelleşme de basın özgürlüğünün ve gazeteciliği önünde engel teşkil ediyor. Medya patronlarının güç odaklarından bağımsızlık yerine onlara yakın davranmayı seçmesi de habercilik önünde engel teşkil ediyor. Bağımsız habercilik, devletler, hükümetler, reklamverenler kıskacında boğuluyor. Özellikle çatışmaların, savaşların haberleştirilmesinde uzun zamandır egemen olan, güç odaklı habercilik, erkek egemen ve ötekileştirici dil barışın ve barış haberciliğinin düşmanı.
Yine gazeteciliğin temel prensiplerinden biri olan yorum ve haberin ayrıştırılması konusunda da bir katliam yaşıyoruz. Özellikle Türkiye’de yakın zamanda bunların fazlasıyla iç içe geçtiğini ve zaman zaman bir tür tetikçiliğe varabildiğini görüyoruz. Özellikle çatışma dönemlerinde bu nedenle biz ve ötekiler yaklaşımı çok ciddi egemen olmuş vaziyette. Bu da çatışmayı sonlandırmayı ya da barış sürecini engelleyici faktörlerden biri.
Savaş ve barış konusunda da kısaca bir şey söyleyerek size değerli konuşmacıları tanıtacağım ve sözü konuşmacılarımıza bırakacağım. İnsanlık tarihinin ancak 231 yılının barışla geçtiğini hatırlatarak başlayayım. Her ne kadar çatışmasızlığın, barışın normal bir durum olduğunu düşünsek de aslında maalesef genel olarak çatışma ve savaş insanlık tarihine egemen olmuş.
Tarihçi Eric Hobsbawm, 20. Yüzyılın başında yaşanan savaşlar sırasında ölenlerin sayısını 187 milyon olarak veriyor. Bu rakam 1913’teki dünya nüfusunun yüzde 10’una tekabül ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin yalnız yüzde 5’ini siviller oluştururken bu oran İkinci Dünya Savaşı’nda yüzde 66’ya çıkmış. Günümüzde ise gerek ülkeler arası gerekse içsavaşlarda hayatlarını kaybedenler ve doğrudan etkilenenlerin yüzde 82-90’ını siviller oluşturuyor.
Yani çatışmalar, savaşlar artık ordular arasında değil. Savaşın etkisini başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere siviller yaşıyor. Bildiğiniz gibi dünya Birleşmiş Milletler kurulduğundan beri (1945) barışın inşası ve barışın korunması için çaba kesintisiz devam ediyor. Ancak bu çaba dünyaya barış getirmekte yeterli olmuyor. Biz özellikle İsrail Filistin çatışmasından sonra komşularımız Irak ve Suriye’de yaşanan savaşın bütün etkileriyle yaşıyoruz.
11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan saldırı sonrası ABD’nin önünü çektiği ve ‘’demokrasileri’’ etki alanına almış olan ‘teröre karşı mücadele’ politikaları dünyayı barıştan, barışın tartışılmasından ve insan haklarına saygıdan oldukça uzaklaştırdı. Sözlerime bir hatırlatmayla son vereyim. Barış çok değerli, çok ulvi bir insanlık hedefi olmasına rağmen savaşlar sadece gazetecilik ve haberciliği değil edebiyatı da belirlemiş durumda. Olağanüstü durumlar, aşklar, kahramanlıklar, fedakarlıklar çatışmada ve savaşta ortaya çıkmış olarak sunuluyor. Bunun özellikle dünyanın genç erkek nüfusu üzerinde oldukça olumsuz bir etkisi olduğunu hatırlatmakla yetineyim.
Savaşın, savaş söyleminin, savaş politikalarının, savaş edebiyatının, savaş habersizliğinin böylesine kuşatması altındayken gazeteciliğin bundan etkilenmemiş olduğunu düşünmek safdillik olurdu.
Şimdi konuşmacılara dönüyorum. Bugün dünyanın yaşadığı ortamda genel olarak gazeteciliğin içinde bulunduğu kriz ve aşma konusundaki düşünceleri nedir?
Sevda Alankuş: Aslında böyle bir topluluğa dünyadaki medyanın halinden ve Türkiye’deki halinden neden şikayetçi olduğumuzu anlatmaya gerek yok. Öyle zannediyorum ki daha çok bundan derdi olanlar burada. Yine de şöyle söyleyelim; Türkiye’de, Dünyada medyanın gidişatı, yaygın medya dediğimiz ana akım medyanın bunun içinde alternatif medyanın habercilik anlayışı da dahil birtakım arayışlara gerek olduğunu düşündürtecek biçimde, neden?
Çok referans verilen bir araştırma var 1965 yılında, bu barış gazeteciliğinin de isim babası Johan Galtung’un bir çalışması var. Dünyada neyin haber değeri taşıdıklarına bakıyorlar. Neyin haber değeri taşıdığına, neyin taşımadığına baktıklarında buldukları şey ise, aslında haberin son derece negatif bir kurgusu olduğu ve içinde hep çatışma içerdiği. Bu çok referans verilen araştırmadan da yola çıkarak şunu söylemek mümkün yani; genel geçer habercilik ya da ana akım medyanın haberciliği daha çok negatif haberler üzerine kurulu.
Bunun neden olduğu ve ne anlama geldiği üzerine belki birazdan konuşacağız. Öte yandan da çatışmaları kışkırtan bir yanı var bu haberciliğin. Ancak burada bir parantez açarak, Türkçe’de kullandığımız haliyle, çatışma sözcüğünün biraz problemli olduğunu ekleyeyim. Çünkü çatışma sözcüğünü İngilizce’deki “conflict” karşılığı olarak kullanıyoruz biz, ancak İngilizcedeki anlamıyla “conflict” ya da “hadi çıkar çatışması” diyelim, hep olan ve olması beklenen bir şey. Buna gerilim de diyebiliriz ve gündelik hayatın bütün iktidar ilişkilerinde bu gerilim bir nüve olarak var.
Haber de aslında bunlara dair bir şey, çok basitçe anlatacak olursanız. O zaman genel-geçer haberciliğin çatışmaları kışkırttığı veya içinde hep bir çatışma taşıdığı bulgusu ne anlatıyor? Çatışmayı, şiddete yönelecek şekilde kışkırtmak genel medya haberciliğinde karşılaştığımız şey. Neden diye sorduğumuzda çeşitli cevaplar veriliyor ve verilen cevapları iki kümeye ayırırsak genel olarak, birinci kümede şunu söyleyenler var; gazetecilik aslında, dünyaya çıkış biçimiyle kodlarıyla ideal formlarıyla, ki bence asla ideal formlarıyla yapılmadı gazetecilik, yapıldığında, böyle bir şey söz konusu değil!
Buna karşılık bir başka grup, akademisyen veya gazeteci aslında sorunun bizzat burada yattığını, yani çatışma, savaş kışkırtıcılığını, şiddet severliğin iyi olarak tarif edilen gazeteciliğin de bizatihi içinde olduğunu söylüyorlar . Bunun için de ortaya çıkışına ve ilkelerinin uygulanmasına bakıyorlar vs. Bu iki farklı gazetecilik anlayışı içinde benim konumum ikincisine yakın.
Demek istediğim, iyi gazetecilik dediğimiz şeyin, aslında o hep bildiğimiz ilkelerin ve kodların, bizatihi bir sorun taşıdığı yönünde. Nedir mesela? Haber değeri veya objektiflik denildiğinde yapılan tariflerde bizzat sorun var. Dolayısıyla barış gazeteciliği derken de bunları reddetmeyen, ama bunları alternatif ve farklı biçimde yorumlayan, farklı bir etik konum üzerinden hayata geçiren bir haberciliğin gerekliliğinden söz ediyorum ben. Bu konuyu daha çok işleyebileceğim herhalde ilerde. Bunun için artık Rukhsana devam etsin, ben fazla uzatmayayım.
Rukhsana Aslam: Şimdi Murat’ın sorduğu soruya, çok önemli olduğunu düşündüm bu soruya, cevap vermeden önce izin verirseniz başka bir konuya geçeceğim. Bir cümleyle başlamak istiyorum, Yeni Zelanda’da bir geleneğimizdir bu bizim. Akademisyenler bir araya geldiğinde bilgilerini paylaşmak üzere, genelde bir ufak bir duayla başlarlar, dua demesek de ufak bir cümleyle başlarlar. Bunu bir kere gördüm ve o kadar bayıldım ki, çünkü dünyanın dört bir yerinde hiç olduğunu görmedim, yani akademisyenlerin böyle bir şey söylediğini görmemiştim, o yüzden sizinle paylaşmak istedim.
Şimdi akademisyenler bir araya geldiğinde şöyle diyorlar. Bilgimiz konusunda tevazu gösteriyoruz ve sizden yardım ve kılavuzluk istiyoruz. Çünkü hakikati, doğru bilgiyi arıyoruz. Bu odada paylaşacağımız bilgi insanların iyiliği için kullanılır, umarız bu dileklerle bu toplantıyı yapıyoruz. Bu sözlerle başlıyorlar söze. İşte şimdi sorunuza dönebilirim.
Ben 20 yıldır gazetecilik yapıyorum ve şimdi aynı zamanda akademisyenim de. Genç gazetecilere, gazeteci olmayı öğretiyorum ve öğrencilere ders veriyorum ve 18 yıldır da bunu yapıyorum. Dolayısıyla konulara daha çok gazetecilik perspektifinden bakmak gibi bir eğilim var. Şimdi bence bugünkü gazetecilikle ilgili pek çok sorun var. Bunların bazıları yapısal düzeyde, diğerleri de kavramsal düzeyde. Yapısal düzeyde sektörün gelişimi zaten kendini anlatıyor. Dünyanın dört bir yanında farklı ülkelerdeki evrimi anlatıyor, yani daha ticari bir hale geldiği anlamına geliyor.
Bağımsız medyanız var, ticari medyanız var. Büyük medya patronları var, geleneksel gazetecilik uygulamalarını biraz silikleştiren alternatif kanallar var gibi. Bütün bunlar hep bir anda oldu. Dolayısıyla böyle yavaş yavaş bir evrimden geçmedi. Bunun yanında da bir takım kavramsal konular da var. Gazeteciliğin değerlerini yansıtan trendler ve uygulamalar ve devletin dördüncü ayağını oluşturması gereken gazeteciler toplumun gözetmenliğini yapmak zorunda olan, bu görevle donatılan, insanların halkın sesi olmakla hükümlü gazeteciler. İşte böyle bir bakış açısı gazeteciliğin değerlerini beraberinde getirdi ama yolda bir yerlerde siyasi çıkarlar, ekonomik çıkarlar devreye girdi ve ondan sonra gazetecilik farklı bir boyuta geldi. Bunun sonucunda medya çatışmadaki sorunun bir parçası oldu, çözümün değil.
Şimdi gazetecilerin çözümün bir parçası olması gerekiyor ama şu anda değerlerini kaybettikleri için veya değerleri konusunda kafaları karıştığı için hükümetlerin elinde gazeteciler de oyuncak oldular. O yüzden hükümetler artık medyayı manipüle etmeyi çok kolay bir şekilde yapıyor, kendi amaçlarına göre, kendi çıkarlarına göre istediklerini yapıyorlar. Aynı şey çatışma yaşayan taraflar için de geçerli, gerilim yaşayan taraflar için de geçerli. Herkes için geçerli. Onlar da akıllandı. Gazeteciler de çok akıllı.
Muhtemelen gazetecilerin biraz kafaları karıştı diye düşünüyorum değerler açısından, yani bir yerde o değerleri bıraktılar. O yüzden de zaten hükümetlerin elinde oyuncak oldu gazeteciler. Gazetecilik ne durumda sorusunun basit bir yanıtı budur.
Murat Çelikkan: Aslına bakılırsa ben de her iki yaklaşıma katılmakla beraber, yani, hem gazeteciliğin başlangıç ilke ve değerlerinin erozyona uğradığını hem de mesleğin yapısal sorunları olduğunu da düşünüyorum, bir erozyondan bahsediyorsak iyi gazetecilik sorunların önemli bir kısmını çözebilir diye düşünüyorum.
Haberi önplana almak, haberi aktarırken objektiflik yani tarafsızlık, haberin unsurlarını bir bütün olarak anlatmak, eğer bir çatışma söz konusuysa çatışmanın taraflarının yaklaşımlarına haberde yer vermek, yeterli olabilir.
İkincisi; her ne kadar özellikle Rukhsana, gazeteciler çatışmanın ve gerilimin değil çözümün tarafında olmalılar, çözümün aracısı olmalılar diyorsa da, bu gazeteciliği daha taraflı bir konuma itmiyor mu diye sormak istiyorum..
Sevda Alankuş: Bu söylediğinde benim katılmadığım bir şey var. Ama sanıyorum zaten bizi provoke etmek için söyledin. Aslında yanlılık ya da taraflılık habere içkin, yapısal. Yani, medyanın ekonomi politiği açısından baktığımızda, medyanın siyasal ve ekonomik iktidar ve güç çevreleriyle yakın ilişki içinde olduklarını ve bunun haberi yapısal olarak yanlı kıldığını zaten biliyoruz.
Ancak şimdi ben bu yapısal yanlılık meselesini ihmal etmeden, ancak şu an için konu dışı tutarak tartışmak istiyorum. Bu o kadar kolay bir şey mi diyeceksiniz, elbette değil, ama başka türlü çözüm de üretemiyorsunuz. Çünkü çoğunlukla gazetecilerin barış gazeteciliği yapmamak için mazereti oluyor; “böyle bir medya ortamında barış gazeteciliği yapılamaz” deniliyor. Medyanın bu mevcut yapısal yanlılığı, gazetecinin üzerinden sorumluluğunu atması için kullandığı bir mazerete dönüşüyor. Bu yüzden, tartışmayı biraz bunun dışına çıkartmak için, haberin habercilik diye bildiğimi şeyin kurgusu içinde de yapısal bir yanlılık bulunduğunu söyleyen bir tartışma başlatayım.
Mesela genel-geçer gazeteciliği ya da konvansiyonel gazeteciliği savaşçı ya da şiddet kışkırtıcısı kılan ne? Benim izlediğim haber eleştirisi literatürü üzerinden söylersem, mesela haber değeri tanımında bir sorun var. Yani haber değerine ne atfediliyor diye hatırlayalım. Olağandışılık söz konusu ise, bu haber değeri taşıyor, diyoruz.
Peki buradaki sorun ne? Olağandışılık haberi nasıl savaş haberi kılıyor da barış haberi kılmıyor? Bir kere barış olağandışı bir şey değil. Savaş olağandışı bir şey. Yani gündelik hayatın ritminde kesin radikal bir kopuş yaratan bir şey. Bu olayın haberleştirilmesi gerek, haberleştirilmemesi mi lazım, hayır. Haberleştirilmesi gerek. Ama eğer siz olağandışılığa haber değeri atfediyorsanız barış içinde çok olağandışılık taşımadığı sürece, haber konusu olmuyor.
Böylelikle de, hayatın özel alanı, gündelik hayat ilişkileri, bunun sahibi kadınlar, bunlarda bir kırılma ortaya çıkmadığı sürece haber konusu olmuyor. Ya da barış daha çok gündelik hayatta ve kadınlar tarafından dokunan, örülen bir şey olduğu için kadınlarla birlikte, barış da haber değeri taşımıyor. Çünkü süreç odaklı değil, olay odaklı olan konvansiyonel habercilik, sonuca bakıyor, oradaki olağandışılığı haber yapıyor, onu getiren, doğuran süreç haber konusu olmuyor. Böylece savaş, şiddet birden ortaya çıkan, sebepsiz bir şeye dönüşüyor.
Yani ne ortaya çıktı, kim kimi öldürdü, kaç kişi öldürdü soruları etrafında kuruluyor haber, neden sorusu çoğu zaman bu sınırlı bağlamda cevaplanıyor, olağandışılığın bağlamı kurulmuyor. Mesela yine, haber değeri açısından bakınca, “ünlülerle ilgili” olanların haber sayıldığı öğretiliyor.
Bunun sonucunda ise, diyelim barış süreci müzakere masasında olsun, genellikle bu masada oturan politik iktidar sahipleri bu politik projenin tarafları olarak karşımıza çıktığı için, bunlar da çoğunlukla erkekler olduğu için barış haberi bile, savaşın asıl mağdurları kadınların gözünden değil, savaşın mimarı erkeklerin gözünden, perspektifinden yapılıyor. Çünkü haber kaynağı olarak askeri, siyasal erkek seçkinler kullanılıyor.
Oysa az önce, barışın gündelik hayatın detaylarında, inceliklerinde ilmek ilmek dokunduğunu ve sürekliliğinin bu alandaki ilişkilerde yattığını, bunun da kadınların alanı olduğunu söylemiştim. Yani konvansiyonel habercilik, haber değeri ve kaynağı tercihiyle, barışı ve barışın asıl öznelerini dışlayan, hegemonik erkek merkezli olacak şekilde taraflı bir metine dönüşüyor.
Dolayısıyla haber kaynağı seçimi de önemli barış gazeteciliği için. Kesinlik mesela, objektiflik gibi editoryal değerlerden birisi genel-geçer gazeteciliğin, ama bunun için ne yapılıyor, verecekleri bilginin kesin ve doğru olacağı varsayımıyla, haber kaynağı olarak, resmi kaynaklar kullanılıyor. Kim bunlar peki? Adli makamlar, hükümet otoriteleri, emniyet müdürleri, belediye başkanları vs.
Bir cinayet haberi de olabilir bu aslında, kesinlik için adli tıp raporlarına başvuruluyor, doğru bilginin ancak adli tıp otoritelerinin vereceği bilgilerde olacağı varsayıldığından, haber kaynağı olarak –ki bunlara birinci haber tanımlayıcılar deniliyor- onlar kullanılıyor. Bu da haberi, birinci haber tanımlayıcılarının hegemonik anlatısı lehine konumluyor. Örneğin Münevver Karabulut cinayetinde böyle adli tıp raporları birebir ifadeleriyle kullanıldı, böylelikle şiddet yeniden üretildi.
Üstelik sonradan anladığımız üzere, adli tıp raporları morgdaki bir erkeğe ait bedene ait raporla karıştırıldığı için, ailenin uğramış olduğu hak ihlalini katlayan haberlerle karşılaşıldı. Ben çok uzatabilirim bu meseleyi ama burada keseceğim. Özetle söylemek istediğim şu; haberin 5N1K’sından başlayarak bildiğimiz bütün haber kuralları, belirli bir tarihsel bağlamda ve gereklilikle ortaya çıkmış şeyler, giderek tabu niteliğiyle, mesleğin profesyonel ideolojisi haline gelmiş durumdalar. Ve bizzat bunlar savaşçı, çatışmayı körükleyen nitelikte sonuçlar yaratabiliyorlar. Şimdi bunlarla, oldukça provakatif şeyler söylediğimin farkındayım.
Murat Çelikkan: Sevda Alankuş’un haberin zaten kendi niteliğinden kaynaklanan bir taraflılığı olduğu yorumuna siz de katılıyor musunuz?
Rukhsana Aslam: Aslında birazcık daha iyi haberciliğe dönelim. İyi habercilik dediğimizde, bildiğimiz gibi çok öznel olan bir kavramdan bahsediyoruz. Bir kişi için iyi olan bir şey başka birisi için kötü olabilir. O yüzden iyi habercilik dediğimiz de aslında biz burada tarafsız ya da nesnel bir yaklaşım mı anlıyoruz yoksa bir süreç bir yöntem olarak mı anlıyoruz? Yani aslında iyi habercilik, genel-geçer gazetecilikte böyle bir formül vardı, yani 5N1K vardır ve mutlaka o haberdeki tarafların her ikisini de dinlemek durumundasınız.
İşte bütün ihtiyacınız olan bilgileri topluyorsunuz, haberi yazıyorsunuz ve iyi bir gazeteci oluyorsunuz. Böyle bir formül. Peki ama aslında iyi habercilik nedir ve ne işe yarar? Topluma dönerek bunu yanıtlamak istiyorum. Toplumsal bir görevi var gazetecilerin, habercilerin. Toplum için ve toplum adına ve insanlar adına bu haberleri yapıyorlar. Bu formülü takip ederek eğer bir haber toplumun menfaatine katkı sunuyorsa tamam o zaman sorun yok. Ama iyi habercilik diyelim ki biraz dalgalara karşı ya da hali hazırdaki düzene karşı ya da olağan olmayan şeyler hakkında olduğu zaman nasıl ele alacağız?
Mesela diyelim ki isyan haberleri... İşte bu isyan haberleri size geleneksel olarak verilen haberden çok daha başka bir yaklaşım sunacak. İşte o yüzden bizim bu noktada iyi haberciliğe ihtiyacımız var. Çünkü bu gibi durumlarda iyi habercilik gerçek anlamıyla bir değer yaratabiliyor. Çok basit bir gerçek var, gazeteciler toplumun bir parçası, tabii ki toplumun bir bireyi ama aynı zamanda habercilik onların mesleği ve o nedenle bu yaşanan çatışmaların ya da edinimlerin de bir parçası gazeteciler. Onların kendilerini bir toplumsal olayın dışında bırakmak ya da olaya bir adım arkadan bakarak değerlendirmek çok zor. Mesela ben Pakistanlıyım ve Pakistan’da savaş olursa tabii ki ben bir Pakistanlı gibi hareket edeceğim.
İşte o yüzden eğitim kısmı çok daha önem kazanıyor gazetecilik için. Gazetecilik eğitimi sayesinde gazeteciler, haberciler sadece tek bir tarafın değil ama diğer tarafın da, karşı tarafın da hikayesini yansıtabiliyor. Burada yanlılık aslında çok doğal işin doğasında olan, insanın da doğasında olan, insan psikolojisinin içinde olan bir şey. O yüzden gazetecilikte asıl sorun bu yanlılığın hakim hale gelmesi. Gazetecilikte hakim hale gelerek insanlara vermek istediğiniz haberi ya da sunmak istediğiniz tabloyu çarpıtması ve nihayetinde bu şekilde kamuoyunun algısını etkilemesi ya da değiştirmesidir asıl sorun olan.
Murat Çelikkan: Her ne kadar doğrulama konusunda genel eğilim otoriteye başvurma olsa da, gazetecilik giderek demeç gazeteciliğine kaymış olsa da, gerçeğin başka kaynakları da var. Adli tıp gerçekliği, tarihsel gerçeklik, adli gerçeklik, mağdurların gerçeği gibi. Bir dizi başvurulabilecek kaynak var. Gazetecilik otoritenin sorgulanması işlevini de yerine getirmeli. Bütün bu sorunlar için mevcut yapı içinde barış gazeteciliği niçin bir alternatif ya da çözüm? Niçin daha yapısal sorunlarla uğraşmak, ya da hak gazeteciliği veya araştırmacı gazetecilik yerine barış gazeteciliğini konuşuyoruz?
Sevda Alankuş: Şimdi en zor soru bu. Bunu cevaplamak için, barış niçin önemli, barıştan ne anlamak gerekir bunların üzerine konuşmak gerekir herhalde. Bu konuya gelebilmek için, az önce bıraktığım yerden devam edeyim. Mevcut gazetecilik anlayışının, tarafsızlık maskesi altında haberi çatışmadan savaştan yana kıldığını söylemiştim.
Haberin mevcut kurgusunun onu yapısal olarak yanlı kıldığını iddia etmiştim. Ancak haberin bu kurgusu “iyi habercilik” tanımını oluşturuyorsa, bunları söylemekle, iyi habercilik dediğimiz şeyin aslında, savaş haberciliği olduğunu, böylelikle haber olarak bildiğimiz ne varsa rafa kaldırmamız gerektiğini mi söylüyorum?
Yani haber diye bütün bildiklerimizi unutarak sıfırdan yeni bir habercilik mi tanımlamalıyız?
Böyle bir şey söz konusu değil elbette. Başka ifadeyle, barış gazeteciliği kendisini “barış gazeteciliği versus savaş gazeteciliği” biçiminde bir ikili karşıtlık üzerinden kurmuyor, çünkü kendisi bizzat ikili karşıtlıklarla düşünme ve haberleştirme geleneğine karşı ve bunu sorunlu sayıyor. Böyle kurmadığına göre, konvansiyonel haberciliği büsbütün ortadan kaldıran bir şey söylemiyor barış gazeteciliği. Mevcut habercilik ilke ve kurallarının, yeni bir epistemolojik konum ve yeni bir etik içerisinden, yeniden yorumlanarak hayata geçirilmesini söylüyor.
Bu en son söylediklerim ile kendimle daha önce söylediklerimle çelişkiye düştüğümü düşünebilirsiniz. Çünkü başlangıçta genel-geçer haberciliğin savaş haberciliğine yol açtığını çok net bir şekilde söylemiştim. Haberin bir gerçeklik olduğu, gerçeği yansıttığı, birebir verdiği gibi bir tartışma artık eskide kaldı. Yerine, haberin belirli tercihlere göre yapılan bir gerçeklik kurgusu olduğunu kabul ediyoruz.
Rukhsana’nın da söylediği gibi hepimiz insan olarak hayata belli bir yerden bakıyoruz, belirli bir politik konumun içinden tercihlerle haber yapıyoruz. Hayatta kendisini belirli bir politik yerde konumlayan gazeteci de haberini, belirli bir kadrajdan fotoğraf kullanmayı tercih ederek, belirli bir odağa yoğunlaşarak, bu ya da diğer sözcükleri seçerek, çalışmakta olduğu yayın kuruluşunun siyasal-ekonomik bağlantılarını hesaba katarak haberini kuruyor. Ancak bunun yaratacağı sorunlar, yanlılık vs. her zaman ortadan kaldırılmaz şeyler değil. Ayrıca mazeret haline de getirilmemeleri gerekli.
Buradan baktığınızda, barış gazeteciliği kocaman bir hayal değil. Ben özellikle de ana akım medyadan gazetecilerin olduğu platformlarda barış gazeteciliğini anlatırken, katılımcıların yüzlerinde hafif bir alaycı gülümseme yakalıyorum. Sadece burada değil mesela Yunanistan’da da başıma geldi. Bu ifadeye sanırım bir yandan barış gazetecisi barış aktivisti değildir, objektif olmalıdır, iyi habercilik yaparsa yeterlidir diyorlar, ya da diğer taraftan “kolaysa sen yap” demeye getiriyorlar. Ancak iyi ki burada Rukhsana var çünkü o, barış gazeteciliği deneyiminin içinden gelen birisi.
Murat Çelikkan: Sevda Alankuş, bir gazetecilik mitini yıktı. Gazetecinin bir haber izleyerek, bütün unsurları tamam olsa da gerçeğin kendisine değil en iyi ihtimalle bir kurgusuna ulaşabileceğini söylüyor. Ben iyi gazetecilik, hak haberciliği yerine niye barış gazeteciliğini koyduğumuzu bir de size sorayım:
Rukhsana Aslam: Şimdi bunu yapabilmek için önce çatışma, gerilim ve barış dediğimiz şeyin ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Çatışma dediğimiz şey bütün toplumlarda görülebilen bir olgudur. Her düzeyde olabilir, toplumsal düzeyde, ülke düzeyinde, ulusal düzeyde, uluslararası düzeyde çatışmalar olabilir. Bütün çatışmalar kötüdür diyemeyiz çünkü bazı çatışmalara ihtiyaç vardır çünkü onlar taraflar arası sağlıklı bir rekabeti sağlar ve en sonunda iyileşme getirir ama eğer bir çatışma şiddete dönüşürse o zaman bir sorun vardır karşımızda.
Şimdi bugün içinde yaşadığımız dünyada çok fazla sayıda şiddet içeren çatışmayla sarmalanmış durumdayız. Sadece uluslararası düzeyde değil, aynı zamanda ülkeler düzeyinde ulusal düzeyde ve kendi toplumuz içinde şiddetli çatışmalarla karşı karşıyayız ve şiddet seviyesinin giderek arttığını söyleyebiliriz.
Peki tam olarak ne yaşanıyor. Etrafımızda bu kadar çok olumsuzluk varken bu kadar çok şiddet varken resmi görevlilere, devletin sözcülerine ya da siyasetçilere bu kadar bağımlı hale geliyorsak ya da onlara güvenmek durumunda kalıyorsak, o zaman gerçekten de alaycı olabiliyoruz, artık iyi olan şeylere inanmayı bırakabiliyoruz. Bir şeylerin olabilme ihtimalinin olduğunu artık düşünmüyoruz. İşte bu kadar şiddetli çatışma varsa, izleyiciler açısında da aslında burada ilk kurban gerçek olmuyor. İlk kurban aslında barışın ta kendisi oluyor.
Barış gazeteciliğinin bize sunduğu şey şu aslında, pek çok gazeteci çatışmalarla ilgili haber yapmıştır, o çatışmalardan savaş ortamından döndükten sonra da aslında bir duygusal çözülme yaşayabilirler, tamamen sinir sistemleri çökebilir. İşte bu gazeteciler kendi yaşadıkları bu süreç üzerine uzun uzun düşünmeye başladılar, bu süreci analiz etmeye başladılar ve bu yaptıkları şeyi basın olarak ya da gazeteci olarak yapmamaları gerektiğini idrak ettiler.
Barış gazeteciliği, gazetecilere bir şeyleri değiştirme yönünde bir fırsat sunuyor. Kendi yaklaşımlarını ve tutumlarını değiştirme şansı en başında. Diyelim ki bir yerde bir patlama oldu ve ben de bir gazeteciyim evet bir patlama oldu bana haber çıktı, ne kadar çok insan öldü, hepsini haberleştireceğim zihniyetinden belki biraz uzaklaşacak. Aslında bu gazeteci için, her şeyden önce kendisini geliştirip dönüştürmesi için bir fırsat.
Düşünme şeklini değiştirmesi ve buna bağlı olarak da etrafındaki insanları da değiştirme ve dönüştürme imkanı sunuyor. İşte barış gazeteciliği de her şeyden önce bu tavır ve tutumlarla ilgili ikincisi bir takım beceriler gerektiren bir gazetecilik alanı ve üçüncüsü de sizin belirlediğiniz bu becerileri medyanın farklı mecralarında kullanabileceğiniz bir alan.
Bizim şunu mutlaka anlamamız gerekiyor, burada barış dediğimiz şey bir konu başlığı değil. Barış gazeteciliğinden kastımız çevre gazeteciliği ya da bilim gazeteciliği ya da siyaset gazeteciliği, diplomasi muhabirliği ya ekonomi gazeteciliği değil. Çünkü barış dediğimiz şey bir konu başlığı değil. Çünkü barış dediğimiz şey bir değer. Burada insanlar barışı da bir konu gibi algılamaya başladığı zaman sorun başlamış oluyor.
Eğer biz barış gazeteciliğini değer odaklı bir gazetecilik olarak ele alırsak, işte o zaman işimiz kolaylaşacaktır. Şimdi bana çok fazla insan şunu söyledi, ki bunların bazıları gazeteciler, “Rukhsana sen gerçekten naifler dünyasında yaşıyorsun”. Çünkü bu aslında bu her şey günlük güneşlikmiş gibi haberler yapılan gazetecilik diye düşünüyorlar. Etrafınızda bu kadar çok bulutlar varsa birazcık gün ışığı da iyi gelebiliyor.
Murat Çelikkan: Değer bazlı gazetecilik, barış gazeteciliği, diyor Rukhsana: barış gazeteciliğinin adliye, çevre, sağlık gibi bir alan olmadığını, gazeteciliğin bütününe hakim olması gerektiğini söylüyor. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir? Ardından da hemen ikinci soru olarak şunu soracağım: Barış gazeteciliğini çatışmaları haberleştirirken ya da savaşı haberleştirirken nasıl kullanacağız? Eğer bütün gazeteciğe hakim bir değerse barış gazeteciliği savaş haberciliği için de geçerli olmalı değil mi?
Sevda Alankuş: Rukhsana’nın dediğine katılıyorum, barış hakikaten bir “konu” değil, sağlıklı bir çevre de yaşamak gibi, barış içinde yaşamayı tercih etmek de bir yaşam biçimini tercih etmek, istemek, hayatta politik olarak belirli bir yerde konumlanmak demek. Nitekim biz BİA olarak yıllar önce, hak odaklı haberciliği bir tür kavramsallaştırırken bunun politik ve etik bir tercih olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla barış normatif bir tercih, ancak aslında herkes için iyi olduğunu varsaydığımız ama barıştan da sadece savaşın olmadığı bir durumu ya da ateşkesin durumunu anlamamak gerekiyor.
İki türlü barış tanımı yapılabilir; pozitif barış ve negatif barış. Barış gazeteciliği kavramını ilk kez kullanan Johan Galtung da bu ayrımı yapıyor ve barış gazeteciliğini pozitif bir barış anlayışı üzerine temellendiriyor. Oysa, barış gazeteciliği ile ilgili tanımlara, uygulamalara, rehberlere baktığınızda, sanki barış gazeteciliğinin sadece sıcak savaş, çatışma veya şiddet koşullarında yapılması gereken bir habercilik olduğuna dair izlenim ediniyorsunuz. Halbuki barışı pozitif anlamıyla tanımladığınızda, her zaman yapılması gereken bir habercilik, gazetecilik haline geliyor.
Öyleyse, yeni bir barış gazeteciliği tanımı da vermeye doğru ilerleyelim. Öncelikle barış için sürdürülebilir, adil bir barış için, yoksulluğun, eşitsizliğin, ayrımcılığın, nefret suçunun, her türlü emek sömürüsünün, göçmenlerin yaşadıkları sorunların olmaması ya da bunların ortadan kaldırılabilmesi için daimi bir mücadele içinde olunması gerekli. Türkiye gibi ülkelerde ise bunlar daimi sorunlar, o halde barış gazeteciliğinin sürekli bir tercih olması gerekiyor.
Acaba adı bu yüzden barış gazeteciliği değil de başka bir şey mi olmalı? Bunu biz Nadire (Mater) ile çok tartıştık. BİA olarak zaten hak haberciliği yapıyoruz, barış gazeteciliğinin temelinde hak haberciliği olmalı o halde niye yeni bir kavram daha kullanalım diye tartıştık? Bu noktada benim kişisel konumum, barış gazeteciliği bütün zamanlar için geçerli, gerekli bir tercih olsa bile, eğer Türkiye’de adı konmamış bir savaş durumu yaşanıyorsa, yapılan şeyin adının da politik ve etik bir tercihle barış gazeteciliği olması gerekiyor, bu bir sorumluluk dolayısıyla.
Barış gazeteciliği için verilen klasik tanıma baktığınızda da bir tercihe, editoryal tercihe vurgu yapıldığını görüyorsunuz. Çünkü, barış tercihi normatif bir tercih, eğer tekrarlarsak ve en azından burada aramızda, eşitsizliğe, ayrımcılığa, yoksulluğa, emek sömürgesine, şiddete karşı çıkmayacak kimse olduğunu sanmam. Ancak barışa da dinamik bir süreç olarak bakıp, ona göre barış gazeteciliği tercihinde bulunmamız gerek.
Burada bir başka akademik kavram kullanacağım. Mesela (Jacques) Derrida demokrasiyi “hep gelecek” bir şey olarak tarif ediyor, demokrasi bir süreç ve hep daha iyiye doğru gelişmesi gerek... Barış da öyle, bir süreç bugün barışın koşulları ve tanımı bunlar, ama yarın başka olacak ve hep daha iyi koşullara doğru çabalamalısın. Bu birilerine “fazla iyimserlik” ya da Rukhsana’nın dediği gibi “sunshine journalism” [güneşli/şenlikli hazetecilik] gelebilir, ama ihtiyacımız var. Dolayısıyla şimdiye kadar BİA/bianet olarak yaptığımıza hak odaklı habercilik diyorduk, şimdi içinde bulunduğumuz tarihsel anda, hak odaklı barış gazeteciliği diye adlandırmak gereksinimi duyuyoruz. Böyle bir editoryal politik ve etik tercihte bulunuyoruz
Murat Çelikkan: Sevda Alankuş barışı haklı olarak sadece çatışma ve şiddetin ortadan kalkması, ölümlerin olmaması, bir ateşkes olması olarak değil, yapısal şiddetin ve kültürel şiddetin de, olmaması gereken bir ortam olarak tanımlıyor. Aynı zamanda aynen demokrasi mücadelesinde olduğu gibi, mutlak bir durum olmaktan çok bir süreç olarak tanımlıyor. Siz de bu tanıma katılıyor musunuz?
Rukhsana Aslam: O yüzden zaten bu bir tavırdır, dedim. Bu bir beceriler bütünüdür, dedim. Çünkü bunu yapma biçiminiz doğru bir tavra sahip olduğunuzda ve evet bu olumlu bir değerdir bir diye inandığınızda bunu hayata geçirme biçiminiz de bir dizi beceri getirecektir. Ondan sonra bunun farklı mecralara nasıl uygulayacağınızdır mesele, çünkü günümüzde artık farklı medya araçları var. Bunu nasıl farklı mecralara uyarlayacaksınız, ne kadar yaratıcısınız, ne kadar yapıcısınız, insanlar ne kadar iyi bağ kurabiliyorsunuz, ne kadar dürüstsünüz, yaptığınız şeyi anlatmak konusunda ne kadar şeffaf davranıyorsunuz gibi bütün bu özellikler, bütün bu vasıflar artık öne çıkacak.
Bütün bu süreç içerisine o yüzden zaten bu daha inandırıcı olacak bir yandan da çok şeffaf bir süreç olacak. Bir de çok hesap verebilir bir süreç olacak bütün bunlar sayesinde. Çünkü siz şunu söylediğinizde, “bakın size sunduğum bilgi bu ve ben bu bilgiyi şöyle şöyle aldım” dediğinizde hesap verebilir oluyorsunuz, şeffaf oluyorsunuz ve anlattığınız öyküde insanlarla bağ kuruyor, işte o insanlarla bağ kurması kısmı işte bence barış gazeteciliğinin en önemli özelliği.
Murat Çelikkan: Ara vermeden önceki son sorum dünyada bu kadar çatışma varken, Türkiye’de ciddi bir çatışma ortamına girmişken, daha yeni Lübnan’da, Paris’te yapılan saldırıların ciddi bir haber değeri varken ve insanlara, bunlardan bahsetmemek veya haber yapmamak gibi bir şey düşünülemez. Barış gazeteciliğinin bundaki uygulaması ne ve nasıl bakılmalı? Gündelik yaşamdaki çatışmanın haberleştirilmesi nasıl olacak?
Sevda Alankuş: Bunun formülünü olabildiğince söylemeye çalışayım. Daha sonra, Rukhsana çatışma çözümü yöntemi kullanarak barış gazeteciliğinin nasıl yapılabileceğinden ya da yapılması gerekliliğinden söz eder ki bu çatışma çözümü tekniği barış gazeteciliği için bilinmesi gereken bir teknik ama ben bu konuya o kadar vakıf değilim. Ne yapılması gerekiyor, diye soruluyorsa, öncelikle haber değeri tanımının, haber kaynakları tanımı ve kullanımının genişletilmesi yeniden tarif edilmesi gerekiyor. Editöryel değerler denilen objektiflik, tarafsızlık, dengelilik üzerine yeniden düşünülmesi gerekiyor. Hatta bence 5N1K’nın haber yazma biçiminin ve nihayet dilinin değişmesi gerekiyor. Bunlar neden gerekli, haberi propaganda odaklı, seçkin odaklı, zafer, savaş, sonuç odaklı kılmamak için gerekli.
Genel geçer gazetecilikte sorun ne? Bir tanesi bu, haberin seçkin odaklı, zafer, sonuç odaklı, propaganda yönelimli olması.... Buna karşılık Galtung’un çok kullanılan karşılaştırmalı tablosundan görülebileceği gibi, haberciliğin, sıradan insanlar, süreç, hakikat yönelimli olması gerekiyor. Bu tabloya göre, diyelim ki haber kaynağı olarak artık sadece resmi otoriteleri kaynak olarak kullanan habercilik yapmaktan vazgeçmeniz, hak örgütlerini, meselenin çeşitli derecelerdeki mağdurlarını haber kaynağı haline getirmeniz gerekiyor. Aslında BİA/bianet’in yaptığı da bu; böylelikle bunu yaptığınızda haberin hegemonik olanlardan yana yapısal yanlılığı değişmeye başlıyor.
Ancak bunu yaparken, yani bütün tarafların görüşlerini alırken, ki buna BBC türü habercilik de deniliyor- “bu bunu dedi, o da şunu dedi. Zaman kimin doğru dediğini gösterecek” gibi bir habercilik sizi kurtarmıyor. Böyle yapınca haberci, “oh iyi yaptım, iki tarafa da kulak vererek haberi dengeledim, ben de tarafsız kaldım” diye düşünüyor. Diğer yandan Türkiye’de bu dahi yapılmıyor biliyoruz. Türkiye’deki haberciliği tartıştığımız zaman ana akım medya için, iktidarın belirttikleri, ifade ettiklerini aktarmak yeterli.
Diğer tarafın, yani muhalefetinki, o da homojen değil, ne söylediğinin bile ehemmiyeti yok. Gelelim haber değeri konusuna, oradaki soruna.. Haber değeri mesela sadece olağandışılığı atfedilince, savaş, şiddet haber konusu oluyor ama, barış, barış çabaları, çözümleri haber konusu olamıyor. Bunun için Jake Lynch, mesela, 15 günde bir kere olsun gazetenizin sayfasını dünyadaki çatışmaların nasıl seyrettiğine, barış çabalarına, çatışmalı çözümlere bulunan barışçıl çözümlere ayrılabilir, diyor.
Çünkü barış yaratıcılıkla alakalı bir şey, ayrıca çatışma, savaş gerilim konuları sadece bizim coğrafyamıza özgü değil, dünyanın başka başka yerlerinde bu konulara dair çok yaratıcı çözümler bulunmuş olabiliyor ve bizim bunlardan haberimiz olmuyor. Biz sadece, kaç bomba atıldı, hangi uçaklar silahlar kullanıldı, kaç kişi öldü, şeklindeki sorulara cevap veren habercilikle karşılaşıyoruz, böylece bir yandan silah güzellemesi yapılıyor, şiddet yeniden üretiliyor, bağlamından sebep sonuç ilişkilerinden koparılmış bir şiddet üzerimize saçılıyor.
Bir de şu var, bu tür habercilikle, barışın dokunması daha çok kadınların işi olduğu için, barış gibi kadınlar da haber konusu olamıyor. Türkiye’de barış annelerinin eylemleri, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın mücadelesinin yıllardır nasıl verildiklerini hatırlayalım bu noktada. Barış Türkiye’de habercilerin gündemine bunun resmi bir hükümet politikası olmasıyla girdi. “Havuz medyası” hükümet barış planını raftan kaldırınca bunu unuttu hatta eskisinden daha savaşçı dile ya da aslına büründü.
Oysa asıl şimdi, barışın sürekli haber değeri taşıyor hale getirilmesi lazım, o zaman da barış gazeteciliğinin gerektirdiği yaratıcılık işin içerisine giriyor.
Rukhsana Aslam: Barışı haber değeri taşıyan bir hale getirmek için değerler sisteminde bir değişiklik şart. Şu anda ki gidişat değişmeli, uygulamalar, pratikler değişmeli ve aynı zamanda daha fazla eğitim olmalı, daha fazla farkındalık oluşturulmalı, bunun için çalışılmalı ve diğer gazetecilik türleriyle daha fazla bağlantı kurulmalı. Yani barış gazeteciliğinin tek başına durmasına, böyle kendi adasında yaşamasına gerek yok. Başka gazetecilik türleriyle mesela araştırmacı gazetecilikle bir bağ kurabilir. Diğer medya türleriyle bağ kurabilir.
Neden sadece ana akım var, yani manşete bakıp da tek araç bunu görelim ki? Neden fotoğraf gazeteciliği, belgesel nitelikli gazetecilik, sosyal medyaya bakmayalım ki? Bu algı değişmeli, yani haberin paylaşıldığı etkili platformun ne olduğu konusu tartışılmalı. Artık kimse gazete okumuyor, tablet okuyor. İstedikleri bütün içerik cep telefonlarında veya tablette dolayısıyla alternatif medyanın böyle bir etkisi var artık. Ana akım medyanın bile bazen etkisi olmuyor.
Diyelim son dönemden aklıma gelen örneklerden biri o Suriyeli mülteci çocuk resmi, küçük bir çocuk, Aylan/Alan Kürdi. O zaman gazeteci ne yaptığını biliyor muydu ben emin değilim. Dolayısıyla barış gazetecisi değildi muhtemelen ve sosyal medyaya da düştü bu haber ama insanlar üzerindeki etkisi, Yeni Zelanda’da, Britanya’daki etkisi mesela insanları sokağa döktü.
Hükümetler mülteci alımlarının kabullerini arttırdı. O bir fotoğrafla oluverdi her şey. Herhangi bir yazı da yazılmadı, onla ilgili bir haber de yoktu sadece bu resim ana akım bunu kaptı. Vietnam savaşında da bunu gördük, başka yerlerde de gördük. Dolayısıyla böyle bağlar, ortaklıklar ve destek sistemleri bulmalıyız. Diğer gazetecilik türleriyle, medyanın diğer mecralarıyla ve işte buralarda yaratıcılık devreye giriyor.
Bakalım ne kadar yaratıcı olabiliyoruz, bunlara daha sonra değineceğiz. Siz 5N1K’dan bahsettiniz. Bu muhtemelen gazetecilerin eğitimiyle de ilgili, bugün muhtemelen daha sonra bundan konuşuruz, sonraya çok soru bırakıyoruz. Bana öyle geliyor ki bu 5N1K bir hikayeyi vermenin, bir haberi yapmanın geleneksel yoluysa ve nasıl olduğu meselesi de bunun bir parçası olduğunda o işte araştırmacı gazetecilik oluyor ve barış gazeteciliğinde bir de seçenekler diye bir “S” olmalı yani 5N1K bir de S. Çözümler, İngilizcede ki çözümler sözcüğünün bir başı olabilir.
Yani 5N1KS seçenekler veya artı bir de çözüm bağlamında Ç’de diyebiliriz buna, 5N1KS+Ç ... Siyaset biliminde olduğu gibi buradan bazı ilkeleri ödünç alabilir barış gazeteciliği mesela veya arabuluculuk gibi kavramları, halkın adına müzakere yapma gibi kavramı ödünç alabilir çatışma çözümünden. Çünkü sesi olmayanların sesi olur barış gazetecileri. Sesi olmayanların nasıl sesi olursunuz, ancak ve ancak onlar adına müzakere ederseniz bir şeyleri kolaylaştırırsanız. Bir de tabi bir yandan da çok gerçekçi olmamız gerek.
Gazetecinin ya da barış gazetecisinin görevi değildir sorunu çözmek. O siyasetçilerin işidir sorunu çözmek. Şöyle bir şey söyleniyor, gazeteciler genelde çatışmacıların bütün taraflarıyla irtibat halindedirler eğer isterlerse birbirlerine düşman sınırların ötesine mesaj taşıyabilirler ve mağdurların eğer isterlerse en acil taleplerini bulabilirler. Eğer isterlerse ortak bir zemin bulabilirler ve eğer isterlerse müzakere masasına tarafları çekebilir ve onları konuşturabilirler ama onlar barışı dikte edemezler. Eğer isterlerse onlar barışa giden yolu hazırlayabilirler.
Bundan hepimizin alacağı bir ders var diye düşünüyorum. Yani biz barış gazeteciliğinin eğitimini verdiğimiz de, barışı her yerde dayatalım demiyoruz. Sadece barışı mümkün kılalım diyoruz. Yani bütün o taraflara şu öneriyi getirelim diyoruz. Barış mümkün diyelim ve o barış sürecinin varış yerine gitmesine ön ayak olalım diyoruz. Yani biraz daha genel konuştum ama ikinci kısımda biraz daha ayrıntılı ele alırız.
Murat Çelikkan: Aslında bunu belirttiniz ama ben mesela şunu merak ediyorum. Barış aktivizmiyle, barış gazeteciliğinin farkı ne?
Rukhsana Aslam: Söylediğim gibi, barış bir değer. Hakikat de bir değer. Hiç mesela bir gazeteciden şunları duydunuz mu? Ben bir hakikat aktivistiyim! İşte ben hakikatin gazetecisiyim! Yani neden bir gazeteci barışın değerlerine inanan biri olarak aktivist gibi davransın ki, o zaten bir değer.
Yani hakikat gibi o da bir değer veya dürüst olmak gibi o da bir değer. İnsanlara özen göstermek gibi, topluma özen göstermek gibi o da bir değer. Yani bu bir aktivizm değil, bu bir tercih. Burada okuduğum alıntı, defalarca şunu söylüyor, yani eğer isterlerse eğer isterlerse diyor yani bu şu anlama geliyor bu bir tercih. Eğer böyle yapmak isterlerse yaparlar, yapabilirler demiyor, aktivist olmaları lazım demiyor, aktivist olsunlar demiyor. Yani zaten yaptıkları iş bunları gösterir, göstermeli diyor.
Bir kez daha söyleyeyim, barış kuruluşları ve barış için çaba gösteren kurumların görevleri farklı. Onlar mesela gidip barış adına çabaladıklarını söyleyebilirler ama ana akım bir medyada çalışan bir gazeteciyseniz kendinize barış gazetecisi damgası vurmanıza gerek yok. Dediğim gibi bu değerdir zaten.
Kendinize hakikat gazetecisi demezsiniz, adil gazeteci demezsiniz, bunu yakanıza takıp dolaşmazsınız. Bu savunuculukla ilgili değil, bu insanların lehine olduğunu düşündüğünüz bir değere inanmak demek, olumlu olduğunu düşündüğünüz bir değere inanmak demek, ihtilafı azaltacağınıza inandığınız bir değere inanmak demek veya bir süreci başlatıp şiddet içermeyen bir sürece evrilecek demek sadece.
Sevda Alankuş: En çok karşılaşılan eleştiri şu oluyor, barış gazeteciliğinden söz ettiğinizde; barıştan yana olmak barış aktivistlerin işi deniliyor. Oysa ikisi aynı değil ve aynı şey yapmıyorlar. Barış gazeteciliğinin farkı, pro-aktif bir gazetecilik olmasında. Pro-aktif gazetecilik ne demek?
Mesela barış gazeteciliğinde çatışma içeren, şiddete yönelmesi muhtemel bir gerginliğin varlığında, bunu daha çok provoke etmek yerine, barışçıl, şiddet dışı çözümler olabileceğine dair yaratıcı haberler yapmak, başka yerlerde benzer sorunların nasıl çözüldüğüne dair bilgilendirmek yönünde davranmak.
Bunu yaptığınızda haberci olarak aktif bir rol üstlenmiş oluyorsunuz, ancak genel-geçer gazeteciliğin meslek ideolojisi haline gelmiş olan “objektiflik” adına, bu yapılmıyor, “ben gerçekleri” gösteriyorum, gerisi okuyana kalmış” deniliyor, böylelikle yapılanın aslında mevcut durumu korumaya yaradığı ihmal ediliyor.
Barış gazeteciliği çalışan akademisyenlerden birisi (Robert) Hackett mesela Kuzey Amerika’da çevreci gazeteciliğin objektif olmak iddiasının şöyle bir soruna yol açtığı söylüyor: Haberi dengelemek, objektif kılmak adına endüstri çevrelerinin ya da çevrenin kirletilmesinde esas sorumluluğu olanların görüşlerine o kadar çok yer verdiler ki, onlar da kendi lehlerine kullanılacak bilimsel araştırmalar yapıyorlar mesela, böylece ortada “küresel ısınma” diye bir sorun varken ve bağımsız bilim çevreleri bunda büyük endüstri şirketlerinin sorumluluğunun altını çizerken, durumun “aslında o kadar büyük bir tehlike de yok” şeklinde yansıması ağırlık kazanmaya başlıyor.
Yani sizin güvenilir gerekçelerle çevreye dair sorununuz varsa ve bu konuda pro-aktif gazetecilik yapıyorsanız, haberi dengelemeye çalışırken, farkında olmadan hegemonik olandan yana taraflanıyorsunuz.
Pro-aktif olmanın bir diğer sonucu da şu; haberi sonuç/olay odaklı olmaktan çıkartıp, süreç odaklı kılabiliyorsunuz ki bu genel-geçer gazeteciliğin yapmadığı bir şey. Yani neden sonuç ilişkilerini ortaya koyan, bunu yaparken ilk taşı kimin attığına değil, bağlamına odaklanan, mağdurlar lehine haber takibi yapan habercilik yapmak sizi barış gazeteciliğine yaklaştırıyor. Mesela bu örnekle bitireyim, Soma’daki maden kazasında 301 kişi öldü.
Oysa Soma’ya gelinceye kadar Türkiye’de maden kazalarında yaklaşık 4 bin kadar işçinin öldüğü biliniyor. Şimdi Uluslararası Çalışma Örgütü’nün madenlerdeki güvenlik standartlarını belirleyen kriterlerin tarihi 1995, Türkiye’nin bu belgeyi imzalaması için ise, Soma da yeterli olmadı, arkasından Ermenek’deki facianın da yaşanması gerekti.
Şimdi barış gazeteciliği çerçevesinde yapılması gereken, belki de facia, katliam gibi başlıklar atılmasına gerek olmayacak şekilde,1995 yılından bu yana bu sözleşmenin neden imzalanmadığını, imzalanmamasının olası sonuçlarına, gerekçelerine dair haber takibinin yapılmasıydı.
Pro-aktif bir rol ile politikacıların bunu yapmaya zorlanması demekti. İşte bu bir politik ve etik tercihtir, bu sözleşmenin imzalanmaması haber değeri taşır ve ona göre de davranılması gerekir. Bunu haber yapmış olanlar vardır elbet, bianet de yaptı. Ancak bu konuda yeterli baskı oluşturulamadı.
Haber böylece aslında mevcut haliyle, gazetecinin “haber olmasını istediği şey”. gazetecinin. Bir zamanlar bu tarif yapılmış, neyin haber olacağı belirlenmiş, öyle de gidiyor. Feministler bunu eleştirirken mesela bu tarif ve ilkelerin ortaya çıkma koşullarına bakarak, “haber erkeklerin haber olmasını istediği şeydir” aslında. Gerçekten haberciliğin tarihine ve bugününe baktığınızda bunun nedenlerini bulabiliyorsunuz.
Örneğin şimdilerde haber kapsamına Cumhurbaşkanı’nın muhtarlarla yaptığı toplantılar da girdi. Daha önce belki böyle toplantılar oluyordu ama haber değeri taşımıyordu. Şimdi taşıyor, çünkü Cumhurbaşkanı orada günlerce konuşulacak şekilde gündemi belirliyor. Eskiden protokol haberciliği vardı TRT’nin bu ondan da farklı bir şey. Yani bundan böyle Cumhurbaşkanı gündemi değiştirecek şeyler söylemese de muhtarlarla toplantı haber olmaya devam edecek sanıyorum.
Çünkü bir kere haber değeri atfedildi buna. Gazetecilik biçimlenmeye başladığında da durum bundan pek farklı değildi; bu haber olur, bu olmaz dendi bir bakıma. Bunu da elbette zamanın değerlerine, güç ilişkilerine ve koşullarına göre belirlediler işte bu haberdir dediler. Hatırlatmalı bu kararı verenler de ezici bir çoğunlukla erkeklerdi. Şimdi işte yeniden tarif etmek gerekiyor haber değeri tanımını.
Biz iletişim fakültelerinde hep gazetecilerin “gate-keeper” (eşik bekçileri) olduklarını söylüyoruz yani neyin kamuoyu tarafından bilineceğine onun yararına olmak koşuluyla karar verenler, bilgileri süzenler, tercihte bulunanlar. Oysa, artık bu yeni rol içinde gazetecilerin “gate-opener” (eşik/kapı açıcı) olması gerektiği söyleniyor. Yani gazeteciler bilginin kapılarını açmalılar, çok farklı perspektiflerle okuyucunun buluşmasını sağlamalılar. Elbette bu her zaman bir seçimle ilgili, önemli olan nasıl bir seçim yapacağınız, bence seçimin insan hayatının değeri ölçüsünde barıştan, dolayısıyla barı gazeteciliğinden yana bir seçim olması gerekiyor.
Murat Çelikkan: Sevda’ya karşı çıkmak için değil ama bir erkek olarak benim istediğim şeyler de haber yapılmıyor belirtmek isterim. Evet artık sıra salona geldi, sorularınız var mı?
Banu Güven: Tanımlar daha ayrıntılı yapılabilir ama otoriter yönetimlerin olduğu ülkelerde, barış gazeteciliği nasıl yaşamaya devam edebilir? Bu otoriterliğe giden yolda zaman zaman tarafların buluşması için, gerilimlerin ve çatışmaların çözülmesi için taşları döşemiştir barış gazeteciliği ama artık belli bir noktadan sonra bir taraf sizi hiç duymaz ve sadece ezer hale gelir ve işte o zaman barış gazeteciliği yapanlar ve bu gazetecilikten beslenmek isteyen okurlar, izleyenler onlar nasıl hayatta kalacaklar?
Füsun Özbilgen: Çatışmaların şiddete dönmesinin arkasında ne var diye baktığımız zaman şunu görüyoruz. Çatışmanın taraflarından birbirini yok etme istediği veya cezalandırma ama yine son noktada yok etme isteği. Şimdi, bu çatışmanın içinde olan insanların içinde olan bir duygu. Bu duyguyla hareket ettikleri için zaten çatışma şiddete dönüşüyor. Yok etmek şimdi düşündüğümüz zaman yok etmek çok yakın bir şekilde yaşadık mesela Paris’teki bombalamalar ve saldırılar. Ondan sonra o yok etmek isteyenlerin de başka tezahürlerini gördük.
Gaziantep’te dolaşıp, orada yok edilen insanlar için sevinenlerin videolarını gördük. Şimdi orada neyi yok etmeye çalışıyorlar ve o yok edenlere taraftar olan nerelerde kimler hangi duygular içinde? Aynı şekilde bir de diğer taraftan bakalım ki ben de kendimi orada konumlandırdığımı hissettim. Ona karşılık olarak gidip de bunları yapanların bazılarının bombalanıp da yok edilmesinde de karşı sevinç duygusu bir anlamda veyahut da dahası Fransa’nın açıklaması, gittik bombaladık Rakka’da ama orada belki de bir okulda bombalandı ve çocuklar da öldü ama dünyanın bu tarafında evet onlar cezalandırıldı duygusu. Yani yok etme duygusu karşılıklı olarak insanların içinde ve birbirine karşı hepimiz bunu yaparken kendimizi yakalıyoruz bazı zamanda.
O yok etme duygusunu kendimizde yakalıyoruz. Barış gazeteciliği deyince bu dayatmacılık ve yok etmeciliğe karşı bir duruş olması gerekiyor. Bunun da ancak çok ciddi bir eğitimle yapılabileceğini düşünüyorum. Hepimiz için defalarca her konu da kendi kendimizi test ederek yapabileceğimiz bir şey çünkü önemli olan yok etme duygusunu yok etmek belki. Oradan girerek belki işin temeline girip oradan belki onun üzerine barış gazeteciliği inşa edilebilir diye düşünüyorum.
Soru: Bir haber ajansı yanlılıkla suçlanmadan barış gazeteciliğini nasıl hayata geçirebilir? Yani bu bizim izleyicilerimize okuyucularımıza gerçekten yanlı olmadığımızı da kanıtlayarak da sunabileceğimiz bir şey mi? Yani yanlılığımızla ilgili soru işaretleri..
Soru: Ben ekleme yapacağım aslında sormak istediğimi sordular ama biraz olay üzerinden gideceğim. Fransa’nın, Paris saldırısının ardından yaptığı ilk hava bombardımanında CNN International’ın geçtiği habere göre bir stadyum, bir klinik bir de müze vuruldu Fransız uçakları tarafından. Buranın vurulduğunu söyleyen kişiler de ‘Rakka Sessizce Katlediliyor’ adlı oradaki medya aktivist örgütü. Bu müzede aynı zamanda bir cezaevi olarak kullanılıyormuş, IŞİD’in elinde olan bir cezaevi. Muhtemelen oradaki mahkumların ölmesi gibi bir ihtimal de var bu işin içinde. Ben radyo programında bunu konuşurken IŞİD’in propagandası yapıyor gibi anlaşılabileceğim uyarısıyla karşılaştım.
Şimdi buradaki tuzak benim kafamı karıştırıyor. Bunları Rusya’nın ya da Fransa’nın söylediği şu kadar bomba atıldı, şu kadar kişi öldürüldü şeklinde mi açıklamak lazım yoksa işin içinde çatışma ortamında sivillerin de olduğunu hatırlatarak mı bir şekilde anlatmak lazım, tuzak olan hangisi diye soruyorum.
Nur Bekata Mardin: Ben gazeteci değilim ama anladığım barış gazeteciliği aslında o bahsettiğiniz araştırmacı gazetecilik ve hak gazeteciliği içeriği diye düşünüyorum, aslında onların hepsini kapsıyor. İlaveten konuşmacıların da söylediği gibi bir yönlendirme yani bir noktada objektif olarak o haberi iletici şöyle bir soru sordunuz; şiddet ve savaş varken bu barış gazetecisi bunu aktarmayacak mı?
Bence aktaracak objektif olarak onu söyleyecek ama orada haksız gibi gözüken o bombacının çok haksız ama neden orada olduğu, neden böyle bir şey yaptığı yani onun bakış açısından da belki bir yerde yansıtacak ama ona hak verecek demiyorum ama ilerde böyle bir şeyin tekrar etmemesi için nelerin gerektiğini, ne yapılması gerektiği konusunda da bir yorum, bir öneri de bulunacak diye düşünüyorum. Yanlış mı düşünüyorum çünkü o soru sanki öteki tarafta da o plajdaki çocuğunun resmi barış gazeteciliği değil dedi Rukhsana. Tabi acı bir olay ama bir noktada o da bir gerçek o yansıtılmayacak mı? Çok teşekkürler.
Sinan Geçler: Bundan bir kaç ay önce benim de dolaylı yoldan tanıdığım birisi bir tweet attı, öldürülen bir özel harekat polisiyle ilgiliydi hatırladığım kadarıyla ölü ele geçirildi diye. Derhal medyanın önemli bir kesimi tarafından linçe maruz bırakıldı ve göz altına ve hapse atıldı ve bir süre hapishanede kaldı. Kullanılan hakim bir dil var, eğer polis ya da asker ölmüşse şehit olmuş oluyor, PKK’li ölmüş ise ölü ele geçirilmiş oluyor hatta daha kötü tabirlerde kullanılabiliyor.
Şimdi işte barış gazeteciliğinin bu hakim terminolojiyle de, militarizmin kavramlarını kullanmak istemezler ama savaşmak gibi bir yükümlülüğü olduğundan da söz edebilir miyiz? Yani bu terminoloji özellikle Türkiye gibi, başka yerlerde de benzeri geçerlidir. Bu terminoloji, duvarın karşısına dikilmiyor mu barış gazeteciliğinin?
Ceyda Ulukaya: Aslında eklemlenecek bir şey soracağım son soruya. Barış kelimesinin bile politize olduğu bir ortamdayız aslında. Böyle bir bağlamda barış gazeteciliğini nasıl bir perspektif de savunmak gerekiyor?
Nadire Mater: Devam oturumu için bir konu atacağım ortaya. İçinde IŞİD geçen metinler ve bunların haberleştirilmesini barış gazeteciliği perspektifiyle nasıl yapacağız? “Sıfatsız cümleler” de önemli bir konu.
Murat Çelikkan: Hem katkılarınız hem de sorularınız için çok teşekkür ederim. Organizasyonu yapan Bianet’e hakikaten bu katılımı hem de bu kadar nitelikli katılımı sağladığı için teşekkür etmek istiyorum. Gazetecilere, gazeteciliği öğrettiğimiz için terzi kendi söküğünü dikemez yaklaşımından hareket ediyoruz. Şimdi cevaplarla başlayacağız, bu bölümün sonunda tekrar sorulara yer vereceğim. Atladığımız sorular olabilir, yani hepsini kaydetmemiş olabiliriz lütfen bize hatırlatın.
Rukhsana Aslam: Sanırım ilk soru şununla ilgiliydi barış gazeteciliği otoriter ülkelerde nasıl sürdürülebilir, nasıl hayatta kalır denmişti. Gazetecilik ve gazeteciler aslında otoriterlikten korkmazlar yani aksi taktirde korkacak olsanız aslında bu iş yapılmaz dünyada. Bir iki örnek vererek sorunuzu yanıtlamak isterim Marcos rejimini hatırlıyor musunuz Filipinler’de, şimdi bu rejim zamanında tam anlamıyla bir diktatörlük vardı ve yine bu zamanda basın tam anlamıyla devlet tarafından kontrol ediliyordu ve bir kadın gazeteci yaratıcı bir fikirle ortaya çıktı. Siyasi alanda nelerin yaşandığını anlatmaya başladı. İşte bir gazetecinin ne kadar zeki ve yaratıcı olabileceğini tam zamanında gazetecinin yapacağıyla ilgili önemli bir örnek bu. Editörüne gazetede köşe yazmak istiyorum, dedi ve aslında masal yazmaya başladı. Mesela Kalem ve Kılıç hikayesini yazdı.
Günlerden bir gün kalem kılıçla karşılaşıyor ve kalem ufacık karşısında ki kılıç kocaman ve kılıç diyor ki kaleme ben senden daha kudretliyim, kalem de diyor ki hayır ben küçük görünebilirim ama benim gücüm kuvvetim senden fazla. Kılıç diyor ki ben bu kudretimle seni ezer geçerim, yani aslında seni öldürebilirim diyor. Kalem de diyor ki, söz her zaman tarih boyunca hakim olmuştur ve her düşen kalemin yerine yeni kalemler geçer.
İşte bu şeklide aslında kalem ve kılıç o otoriter ve diktatör iktidarın gazetecinin veya ifade özgürlüğünün sembolü olarak bu yazıda yer buldu, bu gazeteci de bu gibi yaratıcı yöntemlerle o gazetede bu gibi köşeler yazdı ve son derece popüler oldu. Bu gazeteci sürekli olarak resmi görevlilerden nezaket davetleri aldı, dostane davetler aldı. Aslında onu çağırdılar ve sorguya çektiler. Son derece kişisel sorular sordular, aslında bütün bu süreçleri de köşesine taşıdı ve bu sorgulamalardan birinde şu soruyu sordular.
‘Evini nasıl geçindiriyorsun, nasıl ilişkileriniz?’ diye sordular ve dedi ki ‘demokrasi rejimiyle, geçerli’ dedi ve Marcos rejimi esnasında yaşandı bunlar ve Başkan Ferdinant Marcos ve eşi İmelda Marcos aynı zamanda başka sorunlar da yaşanıyordu o dönemde ve gazeteciye şu soruyu sordular, ‘Senin bütün aile bireylerinin hane içinde görevi var, doğru mu?’ diye sordular.
Dedi ki ‘Hayır doğru değil. Benim yeğenlerim bu evin geçinmesinde katkı sağlıyorlar ama yaptıkları için karşılığında bir maaş almıyorlar tabi ki, gönüllü katkı sunuyorlar’ ve işte bütün bunlar çok üst düzey yöneticilerin gönüllülerin önünde oldu ve aslında işte bu gibi metaforlarla sembollerle, herhangi bir kişiyi incitmeden bunu yapabildi. Kalemle kılıcın hikayesini yazabildi, aynı zamanda çiftçi ve dövüşçünün de hikayesini yazabildi. Yani böyle biraz bu konuları gündeme getirmesini sağladı.
Başka bir örnek daha vermek istiyorum Pakistan’dan, benim ülkemden. Askeri diktatörlüğün olduğu dönemlerde, gazetelerden birinde şöyle bir şeyler yaşandı. O zamanki gazetelerde bir askeri görevli olurdu ve gazetelerde neyin yayınlanıp, neyin yayınlamayacağına karar verirdi. Bu paragrafı yayınlayamazsınız, bu alıntıyı yapamazsınız, bunu yazamazsınız. Editör dedi ki ‘dediğiniz gibi yapalım’ çünkü gazetenin kapanmasını istemiyordu.
Bir gün sonra şöyle bir şey yaptılar, istenen bölümleri çıkardılar ama kısımları boş bıraktılar. Yani gazetede bazı boşluklar vardı. O yüzden gazete okurları hükümet tarafından bir sansür uygulandığını anlamış oldular. O yüzden durumdan duruma değişebilir, gazeteciden gazeteciye değişebilir, bir gazeteci ne kadar cesur, etik olarak ne kadar sorumlu hissediyor, bir gazeteci topluma karşı mı etik olarak sorumlu hissediyor yoksa gazeteciliği bir meslek olarak görüyor ve patronu memnun etmeliyim ve işimden olurum diye mi düşünüyor. Aslında etik ve kişisel bir mesele ve yine aynı zamanda gazetecinin yaratıcılığıyla da ilgili. İşte bu iki örnekle bunu anlatmak istiyorum size.
Üçüncü bir örnek daha verebilirim size, Nepal’den. BBC’de çalışan bir gazeteci ve Auckland’da kendisiyle tanıştım. Bu aslında onun anlattığı bir hikaye, onun başından geçen bir hikaye. Bana objektif ve nesnel olmam gerektiği söylendi ama ben aslında bir ülkeden başka bir ülkeye seyahat edip, objektif ve nesnel haberler yapıyorum ama kendi ülkesine geldiğinde aslında objektif olamadığı ve kendi ülkesine döndüğünde, ana akım medyanın kendisine nesnel haber yapma alanı sağlamadığını gördü. O haberleri kendi istediği gibi haberleştiremediğini gördü.
Bunun üzerine gazeteciyken fotoğrafçılığa başladı, fotoğraf sanatçısı olarak sergi açtı ve bu sergiyi çok farklı ülkelere taşıdı ve aslında çektiği bütün fotoğraflar, o dönem yaşanan Nepal’deki savaşın ve yıkımın etkilerini anlattı. Bu fotoğraflarda da çok üzgün, gerçekten çok düşmüş bir kadın var aslında. Bu kadının kocası bir cephede, erkek kardeşi de diğer cephede. Peki ben bu savaşta kimin kazanmasını istiyorum? Kocamın mı yoksa kardeşimin mi? Her iki türlü de ben bu savaşın kaybedeniyim gibi mesajlar veren fotoğraflardan bahsediyorum.
İşte bu sergideki fotoğrafların her birinde bu gibi insan hikayeleri vardı ve bu gazetecinin başka bir arkadaşı, ki o da gazeteci, bir kitap yazdı. Kitap yazarak bu hikayeleri anlattı. Bir diğeri belgesel yaptı. Burada gördüğünüz gibi fotoğraf, kitap, belgesel, masal gibi çok farklı araçlar var, çok farklı mecralar var. Aslında hepsi de sansür ya da otoriterlik ortamında bize farklı alanlar sunuyor, bize yaratıcı olmamıza imkan sağlıyor. Burada önemli olan şey, bu insanlar bu sansür altında insanlara mesajlarını ulaştırabildiler ve bir etki yaratabildiler ama tabi burada her şey gazeteciye bağlı aslında.
Sevda Alankuş: Füsun Hanım’ı [Özbilgen] cevaplayayım. İntikam alma duygusu, yok etme duygusunun nasıl bir şey olduğunu tartışmak, uzun boylu felsefi, sosyolojik, psikolojik analizler gerektirir. Ben kendi görüşümü söyleyeyim. İnsanları özünde iyi veya kötü olmadıklarını, ancak Türkiye’nin uzak ve yakın geçmişinde yaşananlar nedeniyle böyle bir şiddet severliğin, yıkıcılığın, linç kültürünün vs. ortaya çıktığını düşünüyorum.
Bunun bizim geçmişimizle baş etme biçimimizle, geçmişimizi ve bugünümüzü resmi olarak okuma ve yazma biçimimizle çok alakalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, yüzleşmediğimiz bir geçmişimiz var ve bu geçmişte yaşananlarla ilgili olarak kabul etmek, hesap vermek, sorumluluk üstlenmek gibi bir yüzleşme yaşanmadığı gibi, medyanın da bunun bir parçası olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla onun da sorumluluk üstlenmediğini, hesap vermediğini vs. biliyoruz.
Şu anda Türkiye’de beş altı fay çizgisi üzerinden, neredeyse hiç kesişmeyen, paralel kamular etrafında kutuplaşılmış durumda. Neredeyse bunlar bir biriyle hiç konuşmuyor, konuşsa da birbirlerini hiç dinlemiyor, anlamaya çalışmıyor. Söyleyeceklerimin naif bulunması pahasına, burada bir etik tartışmasına girmemiz gerektiğini düşünüyorum. Burada genel-geçer gazeteciliğin etik anlayışına yönelik bir eleştirim de var.
Şimdiye kadar genel-geçer gazetecilikte etik iki yaklaşım üzerinden tanımlandı. Bunlardan birisi, Kant’ın çizgisini izleyen görevci yaklaşım, diğeri Locke’un çizgisini izleyen faydacı anlayış. Bütün farklılıklarına rağmen bu iki anlayışın kesiştiği nokta da şu. İkisi de aydınlanma düşüncesinin neredeyse kutsallık atfetmiş olduğu bireyi, onun aklını merkeze koyuyor. Gazetecilik etiği de bu bireyin kendine sorumluluğunun bir parçası olarak tarif ediliyor.
Bu yaklaşımlar çerçevesinde gazeteciden beklenen mesleğin yazılı etik kurallarına uyup, gece huzur içerisinde yatağa gidebilmesi. Oysa, bu IŞİD’le ilgili sorunun da cevabı olabilir, bizim etiği artık başka bir epistemolojik çerçeveden tanımlamamız gerekiyor, etiği de. Bu da öteki merkezli, ötekine karşı sorumlu, hatta ötekinin suçundan da kendini sorumlu tutan bir etik anlayışı. Ötekinin hatasından da kendini sorumlu tutan bir etikten söz ettiğimiz zaman bu çok romantik, çok naif gelebilir kulağa onun için bir örnek vereyim belki derdimi iyi anlatır.
Barış gazeteciliği yapmasını beklemediğim bir gazetede, Habertürk’te, Ankara Katliamından sonra, kızını ve kız kardeşini kaybeden İzzettin Çevik’i merkeze alan bir haber yayınlandı. Haber metni kapatırken, yani son sözü söylenirken, İzzettin Çevik’in söylediği bir şey ile kapanıyor. Gazeteci bunu korumuş, dokunmamış.
Barış gazeteciliğinin bir tercih olduğunu söylemiştim. Editörlerin ve gazetecilerin yaptığı bir tercih. Bu örnekte bilinçli ya da bilinçsiz, böyle bir tercih yapılarak, haber Çevik’in barış yanlısı ya da ötekini hesaba katan, onun homojen bir bütünün parçası olarak görmek yerine ayrıştıran söylemiyle kapatılmış.
Mealen söylüyorum, Çevik, tıpkı Rakel Dink’in Ogün Samast için söylediği gibi, bu çocuklardan bir canavar çıkartan koşullar üzerine düşündürtmeye teşvik edecek şekilde, onların da annelerine baş sağlığı diliyorum, diyor. Sonra da, faillerin arkasında olanlar için “ölünceye kadar nefesim arkalarında olacak” da diyor. Haber sadece bu söylenenin ikinci kısmın aktarılmasıyla sınırlı olarak kapatılsaydı, söylenen hiç de bireysel olarak intikam almaya yönelik bir şey olmadığı halde, savaşçı bir dille haber yapılmış olurdu.
Oysa doğru biçimde bu yapılmıyor. İki cümle peş peşe okunduğunda linç kültürünü besleyecek yerde, faillerin hesap vermesini ancak adil ve sorumlu bir yargılama ile vermesini talep eden, bu arada ötekine homojen ve topyekün hesap vermesi gereken olarak değil, onun için de düşünen bir etikle yazılmış barış haberciliğine yakın bir metin ortaya çıkıyor.
Ben bu örneğe de bakarak, barış gazeteciliğinin yapılmasının hem çok zor hem de kolay olduğunu söylemek istiyorum buradan hareketle. Evet çok engel var önümüzde. Türkiye’nin de dahil olduğu, 18 ülkede yapılan bir araştırmada gazeteciliğin önündeki en önemli sorunun, habercilik yaparken daha iyisini yapmanın önündeki engelin gazetecilerin kendi kendilerine atfettikleri rol olduğunu ortaya koyuyor.
Bu konuda başka çalışmalar da var. Yani gazetecinin barış gazeteciliği yapmasının önündeki engellerden birisi de mesleğin profesyonel değerleri, ideolojisi bunların yorumlanma biçimi. Ben “objektifim, gerçeği yansıtırım” deyip, nasıl bir “gerçek kurduğunuzu sorgulamıyorsanız, aslında daha iyi bir habercilikten vazgeçiyorsunuz demektir. Aslında bazen bu kadar büyük laflarla durumu anlatmaya da gerek yok.
Okuduğum kitaplardan birisinde bir liste çıkartılmış, gazetecilerin bazı haberleri yapmak bazılarını ise yapmamak için buldukları, kullandıkları mazeretler üzerine. Mesela “bu çok haber oldu kullanmayalım”, ya da, “bu yeterince okur çekmez” gibi, “sayfa doldu”, “vakit yok” gibi küçük mazeretler bunlar ve bu çok küçük mazeretler işte bizzat daha iyi haber yapılabilmesinin önündeki engellerden bazısını oluşturuyor.
Dolayısıyla az önce verdiğim örnekte olduğu gibi mazeretsiz yapılan haberler barış gazeteciliğinin yapılabilmesinin küçük de olsa umutları oluyor. Neden ana akım medyada barış gazeteciliği yapılması önemli bu arada? Çünkü, zaten alternatif medyada barış gazeteciliği yapan örneklerle daha çok karşılaşıyorsunuz, ama ana akım medya hala en etkili, en çok erişilebilen nitelikte bu yüzden de orada haberciliğin nasıl yapıldığı, yapılması gerektiği önemli.
Bu arada sorulan bir diğer soru var ona cevap olacak mı bilmiyorum ama, eklemek istediğim bir şey daha var, etik tartışmasıyla ilgili. mutlaka objektiflikten söz etmek istiyorsanız kullanabilirsiniz. Sandra Harding’in “güçlü objektiflik” diye bir kavramı var. Buna dayanarak, bütün ötekilerin ne düşündüğünü tarif eden ve ortaya koyan çıkartan, onların yerine de konuya bakan bir biçimde haberinizi yapılırsa, işte o zaman güçlü bir objektifliğe varırsınız diyor.
Bunun gibi yaklaşımlar çok kavramsal durmakla birlikte, sanıyorum Rukhsana’nın da söylediği gibi işin içine yaratıcılık da katıldığı zaman, barış gazeteciliği en azından o kadar kolay mazeret bulamadan, “yok yapamam ben bunu bu ülkede” gibi mazeretlere sığınmadan yapılabilir hale gelebilir. Bunları biraz da umutlu olmaya ihtiyacımız olduğunu gözeterek söylüyorum. Bu arada zannediyorum IŞİD’in haberleştirilmesiyle ilgili soruna da bu söylediklerim üzerinden bakılabilir. Bunu yapmak ne kadar kolay, Fransa’da o kadar can gitmişken, Ankara’da o kadar can gitmişken ama benim bu verdiğim örnek İzzettin Çevik üzerinden yapılan haber bu konuda bir fikir verebilir diye düşünüyorum.
Ayrıca bu soru, hak haberciliği ve barış gazeteciliği arasındaki farkı ve de gerilimi anlatmam için de bir vesile olsun. Biz bianet olarak yaptığımıza hak odaklı habercilik dedik. Sonra da barış gazeteciliği yapıyoruz demeye başlarken bulduk. Aslında daha önce yaptığımızdan çok da farklı bir şey yapmamakla birlikte bunun, mevcut siyasal bağlamda barış gazeteciliği olarak adlandırılması daha önemli.
Ancak bu arada hak odaklı gazetecilikle, barış gazeteciliğinin arasında şöyle bir gerilim olduğundan söz edenler de var. Hak odaklı gazetecilik tarafında çünkü mağdurun mağdur, failin fail olduğuna bakılmaksızın hak haberciliği yapılması gerekiyor. Buna karşılık barış gazeteciliğinde barış adına bazen failin veya mağdurun hak arayışının feda edilmesinin bir dereceye kadar kabul edilebileceği gibi bir şey söyleniyor...Yani her iki tarafın da kazan-kazan durumuyla bir barışa varılacaksa, hak arayışından vazgeçilebilir gibi bir durum söz konusuymuş gibi yaklaşılıyor.
Örneğin, sen soykırım sözünden vazgeçmelisin, ben de suçumu kabul edeyim ama sorumluluk üstenmeyeyim şeklinde bir uzlaşma zemini yaratabilir barış gazeteciliği aracılığıyla diye düşünülebilir. Ancak, bu nasıl adil bir barış getirebilir mesela? Böyle bir durumda zannediyorum ki yine, az önce sözünü ettiğim öteki merkezli etik, ya da Harding’in “güçlü objektiflik” dediği şeyi hatırlamak gerekiyor. Eğer barışa da adil bir barış olarak, pozitif anlamıyla yaklaşacaksak, o zaman elbette ki bütün hak ihlalleri hep ve her zaman derdimiz olur.
Murat Çelikkan: Şimdi ben ilk ve son kez sorular arasında söz alarak bir şeyler söylemek istiyorum konu üzerine. Şimdi ben hem hak hem barış gazeteciliği açısından adalet ve hakikatin olmadığı ve mağdurlarla zalimlerin eşitlendiği bir barış anlayışı olamayacağına inanıyorum. Bu diğerinin hakkını gözetmemek değil bunu söylemiyorum ama eşit olmadığını düşünüyorum. Yani bir adalet varsa, bu adaletin kıstası benim için öncelikle mağdurlar.
Gazetecilik ve barış haberciliği için de bunun esas olduğunu düşünüyorum. Yani bizim daha büyük bir fotoğrafa, barış gazeteciliği adına, ‘bu neden oldu, arkasında neler yatıyor,’ diye bakarken, çok sıcak bir olayda, diyelim ki Paris ya da Ankara katliamında ölenlerin yakınlarını incitecek, tavır içerisine girmemiz ne insani, ne barışa dair ne de barış gazeteciliğine dair bir şey olmaz diye düşünüyorum. Bu şu gerçeği değiştirmiyor mesela Paris katliamından sonra Fransa medyasında ağırlıkla bir ‘Ertürk Yöntem’ programcılığı egemendi. Bir kere fail budur, denilip o zanlı öldürülüyorsa kamunun o kişinin gerçekten fail olup olmadığını bilme şansı çok azalıyor. Bunu meşru kabul ediyoruz hepimiz.
Burada tartıştığımız iç güvenlik yasa tasarısını aşan, ve demokrasi ve insan hakları açısından çok vahim olan önlemleri Fransa’da Meclis hemen kabul etti. En ufak bir şüphede hiçbir bir mahkeme kararı olmaksızın sorgulayabiliyor, gözaltına alabiliyor, evine girebiliyor ve her tarafı arayabiliyor. İstiyorsa hapse atabiliyor. Nedeni ne olursa olsun bu meşrulaştırılacak bir şey değil baştan beri konuştuğumuz güvenliğin ön plana çıkartılmasının ve devletler tarafından devlet güvenliğinin ön plana çıkartılmasının doğal sonucu bu.
Barış gazeteciliğinin bunu sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. Örneklerinden birini de vermek isterim mesela Robert Fisk, bir makalesinde Obama’nın İŞİD’le mücadele hakkında gayet güzel konuştuğunu ama ABD’nin İŞİD’i desteklediğine inanılan Suudi Arabistan’a silah satışını durdurmadığını hatırlatıyor. Veya bu kadar ciddi bir mülteci krizi yaratıldığı bir dönemde güvenlik adına Avrupa’nın kapılarına tekrar kilit vurmak istemesini sorgulamak bence barış gazeteciliğine dair bir şey olmalı.
Barıştan taraf olmak ve yana olmak bir sübjektiflik ve taraflılık değil. Barış objektif olarak herkesin çıkarına. Dolayısıyla burada sübjektif duruşla objektif gerçekliğin üst üste bindiğine inanıyorum. Barışı savunmanın marjinalleştirilmesine veya bu anlamda politikleştirilmesine karşı durarak barış gazeteciliği yapılmak zorunda.
Çünkü barışın herkesin nasıl yararına olduğunun haberini yapmak da barış gazeteciliğinin konusu olmalı. Bir üçüncü tehlikeye dikkat çekerek bitireceğim. Şimdi otoriter rejimler sadece mesela askeri darbe dönemlerinde yaşadığımız uygulamalarla tezahür etmiyor. Tek yanlı habercilikle ya da bir çatışmayı sadece askeri bilgilere dayanarak vermekle de tezahür edebiliyor. Biz Türkiye’de medya üzerinde otoriter baskı olmadığını düşündüğümüz bütün dönemlerde Kürt meselesine ilişkin gerçekleri sadece Genelkurmay açıklamalarından öğrenebildik medya sayesinde.
Başka bir alternatif bilgiye ulaşma şansımız olmadı ve onlar izin verdiği kadar öğrenebildik. Tahrifatla öğrenebildik. Bunu gidermek üzere karşıt veya alternatif medya kuruluşları çıkıyor. Ne için? Bizim tarafta da bu oluyor haberini vermek için. Burada tehlike, alternatif olanın da bakışının sadece karşı duruş olarak duyurulması, sadece bir tarafın görüşüne yer vermesi. Bu da aslında bizi tekrar o savaş gazeteciliği olarak adlandırdığımız formatın içine sokuyor.
Bunun sık uygulamalarını Türkiye’de görüyoruz. Bence benim bildiğim kadarıyla, Sevda kadar bildiğimi söyleyemeyeceğim, bu işe bulaşmamın bir sebebi kendisi ve BİA/bianet, bunu aşan bir yaklaşım gerekli. Sadece karşıt blok oluşturmanın ötesine geçebilecek bir yaklaşım ancak barışın inşası doğrultusunda adım olabilir. Bunu söyledikten sonra şunu tekrar vurgulayayım, Naziler ve Yahudileri eşitleyen bir barış anlayışı olamaz.
Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda tanıklık eden bir mağdur yakını, ‘’oğlumun katillerini affedeceğim ama kimi affedeceğimi bilmek istiyorum.’ diyor. Yani barış adına adaletten de, hakikatten de vazgeçilemeyeceğini vurgulamak istiyorum. Bu müdahaleden sonra sorumu sormak istiyorum.
Kaçınılmaz olarak çatışma, şiddet, olağandışı diye tanımladığımız durumların daha çok sattığına, daha fazla haber değeri olduğuna inanılıyor. Böyle bir egemen habercilik anlayışı varken, barış gazeteciliği burada nasıl uygulanabilir ve bu yaklaşımın önüne nasıl geçebilir?
Sevda Alankuş: Murat önce ben bir şey söyleyeyim. Aslında ben kendimi çok kötü anlatmışım demek ki, oysa sevinerek aynı yerde olduğumuzu düşünüyorum. Şu anlatmak istediğim; hak odaklı gazetecilikle barış gazeteciliği arasında bir gerilim var gibi duruyor, bu da çözüm adına haklardan vazgeçmek noktasında ortaya çıkan bir gerilim gibi, kesinlikle sana katılıyorum ve barış gazeteciliği tanımının tam da bu noktada bu nedenle genişletilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nasıl genişletilmesi gerekiyor peki? Adını “hak odaklı barış gazeteciliği” veya “adil barış odaklı gazetecilik” diye koyabiliriz örneğin. Çünkü barış gazeteciliği içinde hak odağı vazgeçilemez, barışın sürdürülebilmesi ve adil olabilmesi için. Bu arada asıl sorun neydi?
Murat Çelikkan: Sorum şiddet çatışma daha çok satıyor, nasıl önleyebiliriz idi?.
Sevda Alankuş: Bu konuda, Rukhsana daha uzun cevabı versin, misafir olduğu için daha fazla konuşmasını, size daha çok ulaşmasını sağlamaya çalışıyorum, ama konuşmaya başlayınca da devam ediyorum. Kısaca şöyle, bu bir varsayım; kanın, içinde şiddet olan şeyin daha fazla sattığı yününde bir varsayım.
Çünkü haber bu dediler, onu gördük, onu bildik, onu arıyoruz gibi bir şey. Oysa tam tersine yapılan araştırmalar yine, mesela içinde şiddet olmayan haberin ya da barış gazeteciliğinin kadınlar tarafından daha çok tüketildiğini, daha çok okunduğunu ortaya koymuş. İşe kar açısından bakanlara bu iyi haber olabilir. Çünkü, kadınlar böyle haberleri daha çok okuyorlar. Haberden uzaklaşmış olan kadınlar, haber okumaya başlıyorlar.
Eğer haber değerini yeniden başka türlü tanımlarsak, aslında orada başka bir okuyucu kazanılabilir, öbürü de kaybedilmez diye düşünüyorum eğer dert buysa, ki dert bir bakıma bundan ibaret olmalı. Eğer barış bu noktada Galtung’un lafını hatırlatayım. ‘Köle sahipleriyle, köleler söz konusuysa, elbette ki ben kölelerden yana olurum’ diyor mesela. Yani böyle bir ikilemde, objektif olmama gerek yok, tam tersine de olmamalıyım diyor. Barışa da bence böyle bakmalıyız.
Esra Arsan: Barış gazeteciliğinin anladığım kadarıyla çıkış noktası, barışın iyi savaşın kötü olması. Yani savaşı savunmayacağız, barışı savunacağız. Fakat just war/ unjust war (haklı savaş / haksız savaş) gibi kavramlar var, insanlar bazen kendini savunmak için de, öz savunma için de savaşmak zorunda kalıyorlar istemeseler de. Demek ki bu bizim için bir mesele Türkiye’de, yani bir öz savunma meselesi var ve bunun habere dönüşmesi problemli.
Savaşmak zorunda kaldıysak, kendimizi korumak için, ulusumuzu korumak için, toplumumuzu, cemaatimizi korumak için, silaha sarılmak zorundaysak gazeteci bunu nasıl habere dönüştürecek? Örneğin Türkiye’de şiddetsizlik meselesi veya şiddet meselesi terörle özleştirilmiş özellikle Kürt-Türk çatışmasında, Güneydoğu’da; Lice’de, Şırnak’ta hendek kazarak devletin güvenlik güçlerine karşı kendi hayatlarını korumaya çalışan genç çocuklar var.
Bu genç çocuklar terörist olarak çerçeveleniyor ve bunların kendi canlarını güvenliklerini korumak için devletin güçleriyle savaşması, terörizm diye çerçeveleniyor. Şimdi burada nasıl bir tanımlama getirebilir gazeteci, herhalde gerçeğe en yakın çerçevelemeyi yapmakla belki biraz önce Ceren buradaydı, bir tek o yazdı, söyledi televizyonlarda bu çocuklar aslında neden bu hendekleri kazıyorlar, bunu kimse anlatmıyor.
Öte yandan, siz Pakistan’dan geliyorsunuz, Gandhi felsefesi, sivil itaatsizlik, şiddetsizlik, buna da karşı eleştiriler olmadı mı zamanında? Sömürgeciliğe karşı bu kadar pasif, bu kadar iradesizleşmek, bu kadar konuşmadan barışı, elbette herkesin dileği barış ama, sonuçta barış için bütün noktalar, her şey tüketildikten sonra savaşmak zorunda kalmışsanız eğer bunu nasıl anlatacağız topluma? Teşekkürler.
Rukhsana Aslam: Haklı savaşların aslında hep, baskı sonrası ortaya çıkan savaşlar olduğunu görüyoruz, aslında tepkisellikleri olan savaşlar. Ortada bir şiddet yaşanmış ve o şiddete tepki olarak çıkmış bu savaşlar. Bunu mutlaka aklımızda tutmalıyız, sizin sorduğunuz soruya cevap verirken. Şimdi, tam olarak sorunuza yanıt verebilecek miyim emin değilim. Nasıl yapılması gerektiğini bilmiyorum çünkü sizin verdiğiniz örneklerden, bir kısmı muhtemelen benim kendi coğrafi bölgemde yaşamadığım şeyler ama genel olarak şunları söyleyebilirim. Şiddet hiçbir zaman meşru değildir. Bunu bir köşeye koyalım.
Bundan sonra da şunu söyleyelim, her iki tarafın da şiddete başvurduğu durumda, diyelim ki misilleme yapmak ya da bir şeyi yeniden ele geçirmek ya da kaybedilen bir toprak var ve onu yeniden ele geçirmek ya da daha eşit düzeye çıkmak için ya da kendi konumunu güçlendirmek için şiddet uygulamak. Yani ne olacak saldırı olacak, ona karşı bir saldırı olacak, onun karşısında yeniden bir saldırı olacak ve o hiç durmayacak.
İşte bu noktada aslında ihtiyaç olan şey bir ses, makul bir sağduyunun sesi, yani makul aklı selim birinin tamam hadi konuşalım demesi, evet bakalım siz bu savaşta çok fazla insan kaybettiniz, siz bu çatışmada çok fazla insan kaybettiniz, her iki tarafta çok büyük zararlar gördü. Çok acılar çekti, şimdi şu anda birbirinizle konuşmaya artık hazır mısınız? Peki bunu kim yapacak? Siyasiler mi? Liderler mi? bianet mi? Yoksa gazeteciler mi? Kimin bunu yapmaya gücü var, kimin bunu yapabilecek bir platformu var?
O yüzden, aklın sesi belki insanlardan gelecek, belki toplum diyecek ki evet biz buna yeter diyoruz. İnsanlar bu ister haklı savaş, ister haksız savaş olsun, hiç umurumuz da değil biz artık buna son vermek istiyoruz, diyecektir. Eğer toplum bunu demiyorsa, gazetecilerin bunu demesi gerekir. Bu öz savunma olsun, misilleme olsun ya da intikam olsun, ne olursa olsun bizim aslında bahsettiğimiz barış da böyle bir şey, bir aklın sesi gerekecek. Yani o toplumun daha da çok tarumar edilmemesi için, daha da yok olmaması için bu sese ihtiyacımız var.
Az önce Aylan/Alan Kurdi fotoğrafından bahsedince başka bir soru daha aldım. Bu bir barış gazeteciliği örneği demedim ama şunu söylemek istedim, tek bir fotoğraf ne kadar çok insana ulaşıyor ve ne kadar çok insanı birbirine bağlıyor demek için örnek gösterdim. Mesela barış gazeteciliğinde veya herhangi bir habercilikte aslında haberinizle bir siyasi süreç başlatabiliyorsunuz ve başlattığınız siyasi süreç bu durumda mültecilere ya da genel anlamıyla mağdurlara yardımcı olabiliyor, yani bu fotoğrafı yayınlamak barış gazeteciliğidir demiyorum, yani hatta bu fotoğrafı gören bir gazeteci bile fotoğrafı gördüğünde ne olduğunu anlamamıştır dahi dedim az önce ama insanların birbiriyle bağ kurması açısından çok önemli bir fotoğraf. Bilmiyorum siz de eklemek ister misiniz bu soruya?
Sevda Alankuş: Esra’nın sorusuna yanıt vermeye çalışacağım, gazetecinin rolü, medya savaş çıkartmıyor, ortam varsa bunu kışkırtıyor yani, değil mi? Dolayısıyla barış gazetecisi de barışı yapan konumunda değil, barış aktivisti değil, savaşa giden bir süreç varsa, şiddet dışı çözümlerle sorunun çözümlenmesi için platform sağlamak. Haberleri böyle bir editoryal tercihle yapmak vs. ama savaşı o çıkartmadığına göre, barışı da yapan o olmayacak.
Ancak, savaş var ve olacak da hep. Bu durumda bence eğer proaktif olmayı atfediyorsak barış gazeteciliğine, önemli olan haklı bile olsa savaşın barışçıl olarak çözümlenmesi için “konuşma” ortamı sağlamak. Bunun hangi dille yapılacağı çok önemli. Yani “şehit” mi diyeceksin, “terörist” mi diyeceksin bütün bu tartışmaların hiçbirini göz ardı etmeden söylüyorum, bunların hepsi çok önemli hangi dille, nasıl konuşulacağı ama bunların hiçbirini yapamadığın yerde dahi gazeteci olarak yapabileceğin bir şey var.
Barış aktivisti değilsin ama barışın gerekliliği üzerine adil barışın gerekliliği üzerine, adil barışın, o vurguyu hep yapmak lazım, gerekliliği üzerine platform sağlayıcı bütün tarafların lafına ehemmiyet veren, onların farklılıklarından ziyade ortak çıkarlarını mesela vurgulayan bir dil. Ayrıca ne olabilir bu çıkar? Savaşların gerçek kazananı yoktur hiç bir zaman. İşte barış gazeteciliği tercihi bu gözetilerek yapılabilir. Bilmiyorum bu cevap oldu mu?
Esra Arsan: Çok özür dilerim, girebilir miyim bu noktada? Bazı savaşlardan insanların çıkarı oluyor ama mesela Rojova’yı düşünün, PYD’yi düşünün hayat kurtarıyorlar, IŞID’le savaşıyorlar. Bir ulusun özgürlüğünü kurtarıyorlar, bir ulus kuruyorlar. Demokratik, laik bir ulus kuruyorlar. Onu nasıl açıklayacak gazeteci o zaman? Tamam savaş kötü, öz savunmadan bahsediyorum ben de..
Sevda Alankuş: Eğer Gandhi gibi değilseniz, pasifist değilseniz, buna böyle bir yerden bakmam yani, bende senin baktığın gibi bakıyorum.
Banu Güven: Ben aslında, bir soru sormayacağımda izin isteyeyim o yüzden, tam Esra’nın belirttiği konuyla ilgili, biz de bu süreç içinde her gün, her saat haber üreten bir haber kanalı olarak ne yapıyoruz. Savaşın ilk ve en öncelikle ihlal ettiği nedir? Yaşam hakkı. Dolayısıyla biz haberciliğimizde, savaştan bahsederken şu kadar topla tüfekle şu oldu diye detaylara girmeden, insanlar öldüğünde iki taraftan da şu şekilde öldü, şu şekilde toprağa verildiler, eğer iki taraftan da gelen bilgiler, bizim vurgulayabildiğimiz bilgiler dahilinde ha bunu çatışan asker ve gerilla olarak söylüyorum şimdi.
Evet orada can kaybı var, ve bunu olduğu gibi vermekten yanayız. İkincisi sivillerin ya da orada direnişte olan siviller olarak bunu daha özelleştireyim. Orada yaşayan hayatları olan, aileleri olan insanlar olduğunu da vurguluyoruz. Herhalde bize düşen şu; hakkıyla bu ablukaların yaşandığı, öz savunmaların yaşandığı yerlerde nasıl bir tablo var bunu yansıtmak. Bu çok zor bir şey olabiliyor. Merkez medyada da hakikaten bir yerde sokağa çıkma yasağı başladığı anda, gelen haberler “teröristler öldürüldü” şeklinde geçtiği için iyice zor bir şey bununla ilgili yapabildiğimiz şey bu. Bilmiyorum bir katkı oldu mu? Biraz dağıtmadım umarım.
Tirşe Erbaysal: Şimdi barış gazeteciliğinde şey var. Savaşın ya da çatışmanın sadece görünen taraflarını değil, görünmeyen taraflarını da anlatmak gerekiyor. Bir çatışma, çünkü sadece iki taraf arasında gerçekleşmiyor. Şimdi önce Paris saldırılarından bahsetmek istiyorum. Paris saldırılarının arkasından herkesten önce şey beklentisi vardı.
İslamafobik birtakım olaylar gerçekleşecek. Birtakım gazeteleri inceledik biz Yasemin Hocayla [İnceoğlu] birlikte. Şöyle bir şey çıktı ortaya, aslında ben çocuğa anlatır gibi haber yapmak diyorum iki üç gündür bu aklımda olan bir şey. (Liberation petites libre) diye bir şey var böyle, öncesinde Fransa’ya gelen göçmenlerin üzerinden çocuğa anlatır gibi yaptıkları serinin bir bölümünde ekolojiyle ilgili bir şey yapmışlar.
Diğerinde saldırının hemen arkasından çocuğa “bunlar nedir”, “IŞİD nedir?”, “Ne olmalı”, “nasıl anlatılmalı” soruyorlar. IŞİD zaten Fransa’da “İslam devleti” olarak görülüyor, yani kendilerini tanımladığı şekliyle ele alıyorlar ve şöyle diyor anlattığı yerde, ‘Bu Müslümanların bir devleti evet İslam diyoruz fakat pek çok Müslüman yaşıyor çevremizde ve çoğu barışı çok seviyor”.
Çocuklara anlatıyorlar bunu, hani Füsun Hocanın [Özbilgen] da söylediği gibi uyuşmazlığın çözülmesine çocuktan başlamamız gerekiyor öncelikle. Mağdurun görünmeyen tarafı dedik ya, görünmeyen tarafta şimdi bu var, şu anda Fransa’da çok sayıda Müslüman var ve bu insanlar da birtakım mağduriyetler yaşamaya başlayacaklar, çünkü Charlie Hebdo’dan sonra öyle olmuştu.
Görünmeyen tarafa ses veren çok fazla haber var. Videoları vardı vs. şimdi Türkiye’ye geldiğimizde de böyle bir şey var. O hendek kazan çocuklar, aslında oradaki temel çatışmanın görünmeyen mağdurları, yani aslında onlar da birer taraf. Nasıl habercilik yapılması gerekiyor? Bence onların sesine, sizin söylediğiniz gibi, onların sesine olabildiğince yer verebilmek. İnsan hikayelerine yer vererek haber verilmesi gerekiyor. Zaten barış gazeteciliğinin temeli de bu, insanların hikayesine yer vermek gerekiyor.
Murat Çelikkan: Peki, soruları yine bölümün sonunda alacağız.
Rukhana Aslam: Sessizlere ses vermek, sessizlerin sesi olmak, barış gazeteciliğinin aslında en temel ayaklarından biri bu ama bunu yaratıcı bir şekilde yapmak gerekiyor. Evet sessizlerin sesi olacağız ve bunu yaratıcı şekilde yapacağız ama şunu da söylemek istiyorum, gazeteci olarak bizlerin şöyle ahlaki ya da etik sorumluluğu var, hakikati aramak.
Çünkü aslında gazetecilik dediğimiz şey bu. Peki bu hakikati nasıl arayacağız? Okuyucularımıza birtakım ipuçları vererek, bir takım işaretler göstererek. Hakikat nedir, gerçekte aslında neler oluyor, neler yaşanıyor, devletin mesela ortaya koyduğu propaganda veya yalanları gözler önüne sermek belki ama gazeteci bunu nasıl yapacak, sorular sorarak yapacak.
Kısa süre önce gazeteci bir dostumla röportaj yaptım ve bana şöyle söyledi: ‘bugün gazetecilerin önündeki en önemli engel şu, aslında çok fazla yanıt var ortada ama yeterince soru yok ellerinde’. Soru sorun, daha çok soru sorun, çok daha fazla soru sorun. Tıpkı bir avukat gibi gerçekten ince ince işleyerek bu sorularımızı sorarak gerçeğe dikkati gün yüzüne çıkarmaya çalışabiliriz. Hakikati bulmak için soru sormak çok önemli ve hakikati zaten bulduğunuzda, hakikat kendi kendini açığa çıkartacaktır.
Yeniden bunun üzerine bir söz söylemenize gerek yok. Çünkü hakikat zaten ortaya çıktığında insanlar üzerinde çok önemli bir etkisi olacaktır ve insanlar da o hakikatin farkına vararak bundan sonra artık kendi haklarını savunacaklardır. Bu bir özyönetim de olabilir, öz savunma da olabilir, burada önemli olan gazetecilerin bugünki bombalamalar hakkında ne düşünüyorsunuz, ne hissediyorsunuz gibi saçma sapan sorular değil ama gerçek soruları sormasıdır. Gerçek konularla o sorunları yaşayan gerçek insanlara soracakları gerçek sorulardan bahsediyorum. İşte gerçek olaylarla ve o olaylarla ilgili henüz ortaya çıkmamış alanları birbirine bağlayacak ve bütün bu boşlukları dolduracak, biraya getirecek kişidir gazeteci.
Yani gazetecinin aslında barışla ilgili söz söylemesi “evet, bir barış devrimi yapılmalı yoksa hepinizi tarayacağız” gibi bir yaklaşım değil. Eğer bunu başarabilirlerse, bu soruları sorabilirlerse işlerini gerçekten yapmıştır gazeteciler.
İpek Çalışlar: Bu cevaba yürekten katılıyorum. Neden? Birkaç gün önce Çanakkale’deki savaşı anlatan bir Avusturalya filmi izledim ve Rupert Murdoch’un gazeteci babası Keith Murdoch'u gördüm. Keith Murdoch'un Çanakkale cephesinden büyük bir tehlikeyi göze alarak gönderdiği doğru bilgiler, üzerine İngiliz ordusu ve siyasileri, İngiltere’nin berbat bir durumda olduğunu anlamışlar. Gerçeği bir gazeteciden öğrenmişler.
Bu bilgiler, Çanakkale savaşının sona ermesine neden olmuş. Ben bunu yıllardır bilmezmişim. Şimdi, gerçekten doğru soruları sormak lazım. Bu çocuklar öz savunma mı yapıyor? Bunu da çok ciddi sormak lazım. Öz savunma yaptıklarını bir veri olarak kabul etmek yerine, oradaki insanların bu çocuklarla olan ilişkisi ve bölgenin savaş meydanına dönmesinin sebeplerini arayıp, üstlerinde devletin dışında başka bir otorite olup olmadığını ve bu otoritenin nelere hükmettiğini araştırmamız, oradaki felaketi bütün boyutlarıyla anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Tek yanlı düşündüğümüzde zaten o zaman gazetecilik değil, gerçeği aramak dışında başka bir şey yapmış olabiliriz.
Murat Çelikkan: Peki acaba verilen örnekten hareketle, barış gazeteciliği eğitiminden bahsetmek mümkün mü? Barış gazeteciliği, İletişim fakülteleri müfredatına girip, egemen olabilir mi? Girerse nasıl bir eğitim olabilir? Ne önerilebilir, bunu konuşabilir miyiz?
Rukhsana Aslam: Evet öğretilebilir. Söylediğim gibi, bence burada ayrı bir gazetecilik koduna ihtiyaç yok, bütün gazeteciliği bırakıp bu tarafa yönelmek diye bir şey yok orada, yeniden bir ayar söz konusu burada, ince ayar yapmak ve ona göre becerilerle donatmak. Çünkü ben buna inanıyorum; o bağları kurmak ve elinizdeki güçlü yanları kullanmak önemli. Mağdurdan bahsettiniz, eğer kan gösteriyorsanız izleyiciyi çeker gibi bir algı var.
Şimdi ben yaptığım araştırmada buna bir alternatif sunuyorum: It heals when it reveals. Yani, bir şeyin açığa çıkması iyileştirir diyorum ben buna. Bu şekilde araştırmacı gazetecilik ile bunun bağını kuruyorum çünkü “araştırmacı gazetecilik” gazetecilikte en iyi uygulama olarak kabul edilir. Bunun dersi verilir gazetecilik okuyanlara. Ben de madem en iyi uygulama olarak bu alınıyor dedim. Acaba barış gazeteciliğiyle ortak yanları var mı diye baktım. Çok şaşırtıcı bir şekilde gerçekten inanılmaz bir benzerlik buldum.
Akademik tanımlarını falan anlatmayacağım şimdi ama çok kısaca özünü anlatayım. Araştırmacı gazetecilik eleştirel düşünmek ve ayrıntılı düşünmekle ilgili. Eleştirelden kasıt okuyucuya ya yeni olgular gerçekler sunması ya da mevcut gerçekleri yeni bir şekilde yorumlaması anlamına geliyor. Yani gerçekler zaten orada olabilir ama “araştırmacı gazetecilik” ile gazeteci bu mevcut olguları yeni şekilde yorumlayabilir bu bir.
İkincisi, insanlar açısından önemlidir. Yani araştırmacı gazeteci insanları ilgilendiren konularda haber yapar, sadece insanları “bilgilendirmek”le de kalmaz, derine, ayrıntıya iner. Ayrıntıdan kastım da araştırmacı gazetecilikte kullanılan pek çok teknik var. Röportajları kullanıyorlar, gözlemleri kullanıyorlar, soru soruyorlar, akademikte mesela buna başka isimler de veriliyor ama işte bütün o raporların detaylarına giriyorlar falan, doğru soruları, ilgili soruları, hassas soruları soruyorlar ve o soru sorma süreci çok ayrıntılı oluyor. Eleştirel ve ayrıntılı dedim, insanları esas alır dedim, peki ne yapar araştırmacı gazetecilik? Hakikatin peşine düşer değil mi? Hakikati arar yani ne neden oldu, arkasında yatan sebepler neydi ona bakar.
Üçüncüsü şu; araştırmacı gazeteci bir haber yaptığında, bir eyleme geçme beklenir. Diyelim ki yolsuzlukla ilgili veya bir yolsuzluk skandalıyla ilgili, bir çalıp çırpmayla ilgili bir araştırmacı gazetecilik haberi yapıldı, bunun durdurulmasına yönelik bir eylem tavsiyesi vardır, öyle bir öneri vardır haberin içinde. Peki barış gazeteciliğine bakalım. Barış odaklı veya süreç odaklı diyor, siz de söylediniz süreç. Süreç nedir? Farklı şeylere baktım, barış gazeteciliği hem eleştirel olmalıdır hem de ayrıntılı olmalıdır. Birincisi tutuyor, ikincisi; sessizlerin sesi olmak. Zaten insanların lehine olacak, dedik. Üçüncüsü de uydu.
Dördüncüsü de çözüm odaklı olması. Bir seçenek sunuyorsunuz, harekete geçme var. Dolayısıyla çok anlamlı bağlar var ikisi arasında. Araştırmacılardan biri bir makale kaleme aldı. Dedi ki “Savaşlar tarihi her zaman insanoğullarıyla ilgili ama insan kızlarının adı bile geçmiyor burada” dedi. Çünkü insanoğulları savaşa gittiklerinde, ya işgal ediyorlar ya ölüyorlar. İnsan kızları ne oluyor, kadınlar ne yapıyor? Hemşirelik yapıyor, yaralarını sarıyor, bağa bahçeye bakıyor, çocukları büyütüyor, tarımla uğraşıyor, ne yapıyor yani besliyor kadın, iyileştiriyor.
Bu araştırmacı diyor ki ‘bu ihtilaf haberciliğinin aynı zamanda ihtilaf bölgesindeki kadınların rollerini de ele almasının vakti geldi çattı’ diyor. Çünkü bu iyileştirici, bakım sağlayıcı bir rol. Şimdi bu ikisini birleştirdiğimizde araştırmacı ve açığa çıkarmak iyileştirir algısı, bunları birleştirdiğimiz de bence çok güçlü alternatif bir paradigma veya bir model karşımıza çıkabilir. Bu da çok pratik bir biçimde uygulanabilir. Çünkü o kandırmanın, aldatmanın, iki yüzlülüğün örtüsünü kaldırıverdiniz mi toplum iyileşmeye başlar. O yüzden açığa çıkarmak iyileştirir diyorum.
Sevda Alankuş: Ama ben seni biraz hayal kırıklığına uğratacağım. Bu konuya yeterince değindim diye bu defa “truth” meselesine değineceğim biraz belki birbirimizi daha iyi anlamak açısından ve Esra’nın [Arsan] sorusu, İpek’in [Çalışlar] ona verdiği bir tür yanıt üzerinden. “Truth” kelimesini, Türkçeye biz “doğru” bazen de “gerçek” olarak çeviriyoruz. Biraz problemli bir kavram. Çünkü doğru kimin doğrusu, doğru da bir tane değil ayrıca başka bir yerden baktığınız zaman. Şimdi Silvan’daki ya da Nusaybin’deki çocuklarla ilgili birden çok “truth” var öyle değil mi? Yani bunların başka bir otoriteye boyun eğerek bunları yaptıkları, özgür iradeyle olmadığı söyleniyor, ancak burada üçüncü bir soru daha sormak lazım.
Eğer “truth” dediğiniz şey bir tane değil, çok perspektifli, çok boyutlu, çok katmanlı bir şeyse, o zaman şu sorunun da sorulması gerekiyor; bu çocuklar ne için bu otoriteye değil de, o otoriteye itaat etmek zorunda kalıyorlar? Çünkü bu çocuklar yıllarca sokaktan toplandılar, başka bir otoriteden, öbür otoriteden şefkat görmediler. Belki şefkat gördükleri otorite diğeri oldu. Sorulacak çok fazla soru var yani. Doğru bir tane değil, bütün tarafların, iki taraf da değil ama bu, bütün tarafların anlatıları üzerinden ortaya çıkarıp da işte bu gerçek truth, yegane olan da bu diyemezsiniz.
Önemli olan, gazetecinin “kapıları tutan” değil de “kapıları açan” bir rol oynaması. Siz kapıları olabildiğince açıp, yapabildiğiniz kadar bunu yapıp, böyle farklı farklı “gerçeklikler” var diyerek anlatın, kalanının okuyucuya bırakın. Ancak bu arada şunu da unutmamamız gerekiyor, barıştan yana olmaya böyle bakıyorum. Barış insanın kendini gerçekleştirmesi için en iyi ortamı sunduğu için, barışın normatif bir şey olarak, hep şurada, hakikatler üstü bir durması gereken bir şey savunulması ondan yana olunması gerekiyor. Bir de bu noktada galiba “gerçek” veya “doğru” ile “hakikat” arasında da bir ayrım yapmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Hakikat diye bir şey varsa işte barışa dair bu hakikatten söz etmek gerek. Rukhsana’nın “Barış gazeteciliği insanları birbirine bağlar diyor olması”nın nedeni de bu olmalı. Savaşta her taraftan insan ölür, ve acının tarafı olmaz bu duygu birleştirebilir işte insanları, yani birleştirmeli haklı ya da haksız savaş ayrımı yapmaksızın. Barış gazeteciliği en azından daha az insan ölsün diye yapılmalı o zaman değil mi? Böyle bir yerden bakılabilir diye düşünüyorum.
Bu arada ben aslında barış gazeteciliği için yeni bir etiğe ihtiyaç olduğunu bunun da feminist bir etik olduğunu düşünüyorum. Başka bir etik derken başından beri söylediğim bu. Tabi bu iddianın arkasında çok geniş bir tartışma var ve onu buraya taşımayacağım. Gündelik dilin ve bunu yeniden üreten medyanın, haberin kadını ötekileştiren, ötekini kadınlaştıran bir söylemi var. Böyle bir “gerçeklik” dünyasında yaşıyorsanız ve böyle bir kadın-erkek karşıtlığı üzerine temellenen bir anlam ve zihniyet dünyası içinden konuşuyorsanız, öncelikle bunu yerinden etmelisiniz.
Yani, kadını da ötekileştirmeden, ötekiyi de kadınlaştırmaktan vazgeçmelisiniz. Bu arada, ağzımdaki baklayı çıkartayım, “kadının ötekileştirilmesi” üzerine kurulan bu dil içinde, öteki erkeği de kadınlaştırıyorsunuz, meseleye böyle bir yerden baktığınız zaman hatırlayın, Türkiye’de Kürt erkeğinin nasıl temsil edildiğini. Çok uzun zaman, ya naif çocuksu, gayri medeni yani vahşi, tekinsiz, ne zaman ne yapacağı bilinemez, hain, kestirilemez gibi bir sürü sterotipleştirme ile karşılaşıyorsunuz, bütün bunları popüler kültürü de içine katarak söylüyorum.
Eğer böyle bir dünya algınız, zihniyetiniz varsa, en kötü olan kadınlığı, en kötü ötekiye yakıştırıyorsanız, öteki kadına da en kötüsünü yapıyorsunuz. Mesela, öldürüldükten sonra, çıplak bedeninin sergilenmesinden söz ediyorum. Eğer bunu yapıyorsak o zaman çok can alıcı bir yerde başka bir sorun duruyor belki. Onun için barış gazeteciliği ya da her ne tür gazetecilik yapılacak olursa olsun, gerekenin kadını ötekileştirmeyen ya da öteki ile ilişkisini bir karşıtlık üzerinden kurmayan yeni bir etiğe ihtiyacımız var ve bu feminist bir etik.
Murat Çelikkan: Sorularınız?
İpek Çalışlar: Küçük bir şey anlatmak istiyorum, şimdi bu tatlı bir hikaye ve burada daha çok genç arkadaşlarımız var. Çoğu bilmiyordur, yıllar önce, 1989 yılında biz bir barış gazeteciliği örneği ortaya koyduk. Sıradışı bir haftalık dergi çıkarttık. Kuruluşunda Murat [Çelikkan] da vardı, kavga çıktı aramızda o ayrılıp gidenlerin yanında yer aldı. Nadire’yle ben başından itibaren bu derginin içindeydik. Sözünü ettiğim derginin adı Sokak Dergisi'ydi.
Görmek isteyenler için Beyoğlu'nda bir sergi var. Garanti Salt’taki sergiye gidip derginin sergilenen sayfalarına bakabilirler. Belli bir paramız vardı, o para çok sınırlıydı. Fakat kafamızda da hep şu vardı; bunu barış için çıkarıyoruz bu dergiyi, ne yapalım... 35 güneydoğu muhabirimiz vardı ve hepsinin künyede adı yazılıydı. İstanbul muhabirlerimizden çok daha kalabalıktılar.
Yalçın Küçük’ün, Abdullah Öcalan’la bir röpörtaj yaptığını öğrenmiştik, bu röportajı istemeye gittik Nadire’yle. Çok tuhaf mı diyeyim mi, naif mi diyeyim, aptalca mı diyeyim, canımızı yakan bir şey yaptık. Yalçın Küçük bize gerçekten kötü muamele etti ve söyleşiyi vermedi, bize para ile satmayı teklif etti. Biz de kabul ettik. Çok da büyük bir para ödemiştik. O parayla bir ay falan dergi çıkardı. Unutmaya çalışıyorum şimdi o parayı.
Neyse ropörtajı yayımladık iki sayı üst üste. Büyük bir mucize olmadı ama kendimizi çok iyi hissettik.
Sokak Dergisi'ni merak edenler muhakkak vardır, derginin sayfalarını, Garanti Salt'taki sergide görebilirsiniz. Önce Nadire [Mater] gitmiş sergiye, git muhakkak dedi .Ben de gittim. Dergide, dokunulmayan bütün konulara dokunduğumuzu, her şeyi yayımladığımızı düşünüyordum. Askere gitmek istemeyen gençler, feministler, eşcinseller, çevreciler, okula alınmayan başörtülü kızlar vardı.
O da var, bu da var, diye iftihar ederken birden fark ettim, çok önemli bir sorun hiç yok! Ermeni meselesi, ermeni tehciri üzerine bir tek kapak, bir tek sayfa, bir tek tane başlık yoktu. Çünkü o zaman daha Hrant [Dink] Agos’u çıkarmaya başlamamıştı. Yani bu idrak meselesi ancak zaman içerisinde gelişiyor. Ben Sokak’ta böyle bir eksiklik olduğunu da sergiyi ancak 25 yıl sonra gezdiğimde fark ettim, kim bilir böyle daha ne eksikler çıkacak. Gerçek kimi zaman da birilerinin de bunu bizim gözümüze sokmasıyla gerçek oluyor yoksa bir 25 yıl daha geçebilirdi.
Can Tonbil: Sevda Hoca’nın bu merkez medyadaki çatlaklardan bahsetmesini duyunca gerçekten sevindim. Çünkü böyle örnekleri biz de gördüğümüz zaman yayın sırasında resmen glu glu dansı yapıyoruz o kadar nadir bir şekilde ortaya çıkıyor bunlar. Bu duvardaki çatlağın olduğu gibi, çatlağın öteki tarafında da aynı şekilde çatlaklar var. Yani bizim alternatif ya da merkez karşıtı olarak gördüğümüz medyanın içinde de aynı çatlakları görebilmemiz mümkün.
Benim aklıma şey geliyor, Cizre Belediye başkanı Leyla İmret’in görevden alınmasına neden olan bir haber vardı. Vice News’da yayınlanmış olan bir haber. 7 Ağustos’ta yayınlanmış bir haber, ardından takip edebildiğim kadarıyla bu haberde Leyla İmret “ortada büyük bir çatışma hali var, iç savaş çıkabilir” diyor ve dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Detaylı olarak da Vice News’da bulunabilir bu haber, bundan bir ay sonra 7 Eylül’de, takip edebildiğim kadarıyla Timeturk’de bir haber yayınlanıyor ve başlığı da, ‘İç Savaş Başlayacaksa Adresi Cizre’ deniliyor, oradan da orijinal haberin içerisinden yapıştırılıp, kopyalanan haberlerle beraber yeni bir haberyapılıyor. Ardından Yeni Akit gazetesinde, İngiliz Vice News’den Türkiye’ye iç savaş temennisi diye vermiş bu haberi ve Sözcü’de de var. Akit’i ben buraya koyuyorum, sözcüyü buraya koyuyorum ideolojik olarak ama yöntem olarak aynılar benim gözümde.
Pek bir farkları yok yöntem olarak. Bu benim için bir çatlak değil, benim için çatlak olan T24’de bu haberin veriliş şekliydi. T24’ü gündelik hayatımda kullanıyordum haberlerde. Çünkü güzel derlemeler veriyorlar, orada da ne diye vermişler, ‘Cizre Belediye başkanı, Leyla İmret Türkiye iç savaş içinde dedi, Twitter’da gündem oldu’ diye vermişler. Yine o kopyala yapıştırla yapılan haberleri vermişler, ek olarak haberin linkini de vermişler, haberin orijinal yerine gidebiliyorsun ama yanında 7 Eylül yazıyor yine. Haber 7 Ağustos’ta yayınlanmış bir haber. Link veriyorsunuz ve 7 Eylül diye yazıyorsunuz.
Eğer gazetecilik eğitimden bahsedeceksek, en basit noktadan başlamamız lazım belki de. Haberin yayınladığı tarihin ne olduğuna bakmamız lazım, o şekilde hareket edip. Murat Bey’inde dediği de çok doğru, şiddet çatışma daha çok sattırıyor. Sadece para olarak değil aynı şekilde ideolojik olarak da sattırıyor. Neden sattırıyor? Şu an çatışmalara baktığınız zaman mesela İsrail ordusu, komşunuzun oğlu terörist diye bütün apartmanı havaya uçuruyor, sizin ev de havaya uçuyor. Suriye Ordusu mahallenizde isyancılar var diye, helikopterlerde doldurduğu bombaları atıyor, ister taraf olun ister olmayın ölüyorsunuz.
Türkiye’de, Nusaybin’de kapıdan dışarı çıktınız diye öldürülüyorsunuz. Savaşa taraf olun ya da olmayın. Bunun gibi haberlerle karşı karşıya kalıyorsunuz, böyle durumlarla karşı karşıya kalıyorsunuz, gösterilmesi gerekenlerden bir tanesi de savaşların artık böyle bir şey olmadığı. Ortaçağ’daki gibi artık kılıç kalkanlarla yapılmadığı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi siperlerde olmadığı. Şehrin içerisinde bu savaşlar. Şehrin içerisinde sivillerde var.
Bir örnek daha vermek istiyorum bu konuyla ilgili. BirGün gazetesinde yayınlanmış bir haber var. Kobane’de çatışmalar yaşanırken Türkiye tarafından elektrik gittiğinden bahsediliyor. Türkiye’den elektrik gidiyormuş IŞİD’e. Bu noktada şunu düşünmeli insanlar, bu bir siper savaşı mı, bu siper savaşının içinde bu elektriği kullanan insanlar sadece IŞİD militanı mı?
Su, elektrik gibi temel ihtiyaçlardan bahsediyoruz. Sonrasından baktığımız zaman insanlar karanlıklar içerisinde kaçmaya çalışıyorlardı. Bir taraftan ABD bomba yağdırıyor, diğer taraftan topçular ateş ediyor şehir merkezine ve insanlar karanlıkta yol bulmaya çalışıyorlar. Neden yol bulamıyorlar çünkü Türkiye’den elektrik verilmesi kesilmiş.
Bunun gibi olaylarla karşı karşıya kalıyoruz. En temelinden yaklaşmamız lazım olaya diye düşünüyorum. Birincisi haberi en temelinde ne zaman yayınlandığına bakmak gibi ufak şeyleri gösterelim, ikincisi de savaşları artık Birinci Dünya Savaşı gibi ya da Ortaçağda olduğu siperle olmadığını gösterelim. Sivillerinde olduğunu bir şekilde hatırlatalım.
Uğur Güç: Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanıyım. Şimdi arkadaşımız da çok güzel ifade etti. Bizi var eden birtakım ideolojiler taşıyoruz. Bu ideolojiler aslında bugünün durumunu da anlatıyor. Yani emperyalist bir dünyanın Suriye’de bütün dünyaya yaşattığı bir durum var. Ben burada Marksist, Leninist bir ideoloji taşıyarak soruyorum bunu, burada bir taraf olarak görüyorum kendimi. Biz ideolojimizden nasıl sıyrılarak barış gazeteciliği yapabiliriz?
Pınar İlkiz: İletişimciyim. Ben başka bir boyuta taşımak istiyorum. Daha çok Can’ın verdiği bir örnek üzerinden gideceğim. 7 Ağustos, 7 Eylül, habercilerin haberi yapması ve buradan hareketle medya okur yazarlığı yani “hırsızın hiç mi suçu yok” diye. Mesela barış gazeteciliğinden bahsederken, hak haberciliğinden bahsederken, ki temelde gazetecilikten bahsederken okura hiç mi bir şey düşmüyor, hiç bir ödevi yok mu? Okur da üç aşağı beş yukarı okuduğu haberin doğrulanmasını yapmalı.
Medyanın ekonomi-politiğinden bahsetti Sevda hoca, bu durumda okurun hangi gazetenin hangi sektörlerde çıkar ortaklığı olduğundan hareketle o gazetede hangi haberi okumayacağını bilerek o gazeteyi alması meselesi. Yani bu ana akım medyada hiçbir şey yazmıyor demekten bir adım geriye gidip neden yazmadığına dair bir fikir sahibi olması, hem bu çıkar ortaklıkları hem de Can’ın [Tonbil] söylediği gibi biraz detaylara dikkat etmesi aslında bir yerde okuyucunun sorumluluğu olmamalı mı artık?
Rukhsana Aslam: Neden tercihlerini hali hazırda yapmadıklarını düşünüyorsunuz? Okurlar zaten tercihlerini yapıyorlardı, belki görmek istemedikleri kanalı kapatıyorlardır, belki zaten bu tercihleri yapıyorlardır.
Pınar İlkiz: Aslında benim söylemek istediğim şey özellikle Türkiye’de insanlar Twitter’a döndü ama Twitter’da da, T24’de de diğer kanallarda da bazen insanlar hata yapıyorlar, oluyor bu. Bizde bilmiyorum nasıl söylemek lazım ama biraz çabuk böyle heyecanlanıyoruz. Bu odadakiler genel olarak T24’e güveniyorlar ama Can’ında da söylediği gibi onlar da aynı hatayı yapabiliyorlar. Biz de onlara inandığımız için, onları kontrol etme, bir daha kontrol etme refleksi geliştirmiyoruz.
Rukhsana Aslam: Tamam, Türkiye’deki özel durum hakkında bir şey söyleyemem kusura bakmayın. O kadar donanımlı değilim bu konuda ama genel olarak bunu diğer ülkelere uyguladığımızda şunu söyleyebiliriz. Çünkü diğer ülkelerde de benzer sorunlar var medya okur yazarlığıyla ilgili.
Genelde şu söyleniyor oralarda, tamam beğenmiyorlarsa okumasınlar bu haberi gibi genel bir yaklaşım var. Genelde ortaya atılan bir argüman ama genelde medyanın işine geliyor, “insanlar istediğini okusun” derken medya sorumluluğu diğerlerine atmak için bunu yapıyor aslında. O yüzden bu sadece bir bahaneden ibaret diye düşünüyorum.
Bir de şunu söylediniz, “kendi ideolojinizin içerisinde nasıl barış gazeteciliği yapacaksınız?” Sizin ideolojiniz ön yargılar yaratıyor mu sizin zihninizde, engeller yaratıyor mu? Sizi mesela hakikati görmekten alıkoyuyor mu? Doğru soruları sormaktan alıkoyuyor mu? Sizin ideolojiniz gidip insanlarla konuşmanıza mani oluyor mu? İnsanlarla bağ kurmanıza engel oluyor mu? gibi sorular sormalısınız. Eğer bunlar oluyorsa o zaman o ideolojiyi değiştirmekte fayda var. Değiştirmeniz gerek ama eğer bunlar yoksa o zaman tamamdır, o zaman böyle devam edilebilir.
Sevda Alankuş: İdeoloji meselesine ben de biraz cevap vermek istiyorum ama Rukhsana çok güzel anlattı onu. Şu söylenebilir, bu sizin için geçerli olmayabilir, ama genellikle haberlerin kesinliği adına, resmi otoriteler mesela çok net rapor veriyor, adli tıp raporları böyle mesela değil mi? Kadının kaç yerinden bıçaklandığını, bıçağın ne tür olduğunu vs. vs bütün detayları içeriyor.
Şimdi bu barış gazeteciliğinin ya da adil barış odaklı barış gazeteciliğinin de bir derdi, kadına yönelik cinayetlerin haberleştirilme biçimi. Söylemek istediğim kesin olduğunu zannettiğiniz bilgiden de şüphelenmeniz lazım. Burada tekrar Münevver Karabulut cinayetindeki karışan raporu hatırlatayım.
Ya da, adli veya güvenlik makamlarına her zaman güvenebilecek miyiz? Ancak, resmi kaynağa yönelik olan bu şüphecilik, kendinize ideolojik olarak yakın bulduğunuz kaynağa yönelik de olmalı. Son olarak bu doğru, gerçek meselesiyle ilgili konuştuklarımıza referansla bir şey daha ekleyeyim. Belki doğruyu yakalamak çok zor ama, doğru olmayanı yakalamak zor değil. Dolayısıyla ideolojik olarak yakın bulduğunuz alternatif haber kaynağına yönelik şüphecilikle, doğrunun en azından ne olmadığını ortaya çıkarmaya yönelik bir eleştirellik her zaman gerekli ve yapılabilir bir şey.
Bunu bence ne ana akım medyada görüyoruz, ne de bunun alternatifi olan, muhalif olan medyada görüyoruz, Kürt medyasında da görmüyoruz. Öte yandan Pınar’ın [İlkiz] sorduğuna, “Allahtan mı” desem, ne desem bilemedim. Türkiye’de gazete tirajları o kadar düşük ki çoğu okumuyor ya da okuyan da kendi politik tercihi yönündeki gazeteyi okuduğu için aslında burada konuştuğumuz çok dar bir kesimin haber tüketimi ile ilgili.
Ancak, belki haber başka türlü yapılırsa belki o insanlar da okuyacak ne bileyim. Ayrıca şu da var siz ne yazarsanız yazın, insanlar istedikleri gibi de anlayabiliyorlar. O yüzden yeni bir etikten söz edilecekse, bunun böyle toplumsal olarak yapmamız gereken yüzleşmeler, sorumluluğumuzu bilmek, üstlenmek, hesap verilebilmek süreciyle birlikte gitmesi gerek. Hepimizin, haber okurunun bu tarihle yüzleşmesi lazım ki, medya mesajını başka türlü okusun, doğru olmayanın en azından ne olduğunu bilebilsin.
Nadire Mater: 1989’daçıkardığımız, İpek’in [Çalışlar] sözettiği Sokak Dergisi’nden başlayacağım. Biz dergiyi yedi ay çıkarttık ve hakikaten “Ermeni Meselesi” dışında, her konuya yani gidip bakarsanız her konuyu orada o zamanki aklımızla işlemişiz gibi duruyor. Dergi 7 ay çıktı, paramız bitince dergiyi kapatmak zorunda kaldık. Derginin tirajı yetmedi dergiyi yaşatmaya özetle. Onca yıldan sonra, derginin ne kadar iyi bir dergi olduğu söyleniyor.
O kadar çok insanın dergiyi aldığını öğreniyoruz ki, satışlara neden yansımamış diye düşünmekten insan kendini alamıyor. 12 Eylül 1980 anayasası referandumu gibi. Şimdi, bu referandumda oy kullananlarla konuştuğunuzda herkes “hayır” demiş sonucu çıkıyor, oysa anayasa yüzde 92 oyla kabul edildi. Pınar’ın sorusunu, üzerinde düşünülmesi gerekilen, tartışılması gerekilen bir noktaya dikkat çektiği için önemli buluyorum.
Şimdi Türkiye’de gazete okunmuyor diyoruz ama 5.5 milyon civarında gazete tiraj var galiba. Internet siteleri var, 1-2 milyonluk tıklardan söz ediyorlar. Bunun için çeşitli numaralar yapıyorlar ama yine de okunuyorlar, bunu görmemiz gerekiyor. Televizyonlar var. bianet haberlerinin okunurluğunu yakından takip etmeye çalışıyorum. Çok iyi bir haber yapıyoruz kendimize göre, başka hiçbir yerde çıkmamış, bambaşka bir yerden bakılmış, iyi haber ve o kadar az okunuyor ki...
Şimdi buradaki problem ne? Bütün usullere uygun yapıyoruz. Bütün usullere uygun yaptığımız zaman okurun usulüne uymuyor. Şundan uymuyor; bir kere haberde okurun beklediği bir heyecan yok, bizim başlıklarımız genelde yorumsuz , düz başlıklar. O kadar sıkıcı ki! Ama bir bakıyorsunuz, okur ummadığınız haberin peşine takılıyor.
2006’da Başka Bir İletişim Mümkün başlığıyla uluslararası bir forum düzenlemiştik. Forumda Almanya’nın önemli gazetelerinden Tageszeitung yayın yönetmeninin konuşmasından aklımda kalan bir cümleyi paylaşacağım: “Muhalif olmak, somurtuk olmak demek değildir.”
Dolayısıyla şu ana kadar burada sıralanan kriterler, bakışlar/yaklaşımlar, tercihler tamam da, metni nasıl yazacağımız, nasıl sunacağımız da çok önemli. Bunun yollarını tartışmak ve araştırmak zorundayız. Muhabir, editör o kadar uğraşıyor bir haber yapıyor, bir süre sonra o yazının, haberin okunmadığını görünce motivasyon düşüyor. Rukhsana’ya söyleyeyim, bakışımız değişmiyor ama heyecanımızda bir eksilme oluyor ve öfkeleniyorsun okura. Bunun üzerine bir atölye çalışması mı yapsak* Bilemiyorum. Aynı şey muhtemelen Açık Radyo için de geçerli olabilir mesela.
Murat Çelikkan: Hem çevirmenlerimiz, hem konuşmacılarımız çok yoruldu. Dört saat konuşmak o kadar kolay bir şey değil. Fakat bir iki şey söyleyelim. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Sevda Alankuş. Burada ben Nadire’ye yine, nasıl olacak bu yaratıcılık şeklinde cevap veremeyeceğim ama, bu konunun üzerine çok düşünmek gerektiğini söyleyeceğim. Doğru, bianet’in çok heyecansız bulunuyor haberleri değil mi? Bunu ben içeriden biri olarak da söylüyorum ancak biraz magazinvari yaptığınızda daha çok okunuyor.
Nadire Mater: Bir şey daha söyleyecektim, hazır mikrofon geldi. Şimdi ana akım hiç yazmıyor diye bir şey var. Demin bir arkadaş da bunu söyledi. Şimdi, Paris katliamından sonra, Twitter’da ben öyle çok şeye bakamıyorum, Facebook’a alışamadım, Tweeter’dan bakıyorum. Şu cümleler çok oldu, gazetelerden bazıları da yazdı: "Daha önce Beyrut’ta da oldu, hiçbir yerde yazılmadı." Dönüp aradım haberi, Hürriyet’te mesela yazılar var, haberler var. Buradan da yine okunurluk tartışmasına geliyoruz. Okumadan bu kez okur yeni bir “gerçeklik” kurguluyor. Detaylara bakılmıyor ana akımda okunurken, başlığa bakılıyor, geçiliyor, bu arada muhtemelen Beyrut’u görmüyor, ondan sonra onun üzerinden bir politika kuruyor.
Sevda Alankuş: Okuyucu da görmüyor diyorsun.
Nadire Mater: Evet, okuyucudan söz ediyorum, sosyal medyadan bu daha da çok yayılıyor; “Türkiye’de, Paris katliamı görüldü, Beyrut görülmedi”. Bu da kocaman bir yalan yani.
Can Tonbil: Bu saldırıdan sonra hangi haberler görülüyor diye sorduğum zaman çok ilginç bir şey vardı. Facebook’ta insanlar şeyi paylaştılar, sosyal paylaşım sitesi olan Facebook’ta. Kenya’daki üniversite saldırısı haberini paylaştılar, çok garip. Nisan ayında, geçtiğimiz nisan ayında oldu bu olay. Çok fazla konuşulmadı Türkiye’de, çok büyük bir katliam yapıldı.
Üniversitedeki neredeyse bütün gençler öldürüldü. Hiç paylaşılmadı, kimse paylaşmadı neredeyse. Bu sefer benim üniversitedeki hocamdan, bütün arkadaşlarıma kadar herkes paylaştı. Belki biraz hassasiyet de artıyor, bir çıkış noktası oluyor, o çıkış noktasında olduğu zaman insanlar bu haberleri gözleriyle seçiyorlar, daha fazla görüyorlar. Aynı şekilde, ne zaman yayınlanmış, nerede olmuş diye bakmadan doğrudan paylaşıyorlar ve doğrudan birbirleriyle etkileşime geçiyorlar.
Sevda Alankuş: Aslında her şeyde olduğu gibi, barış gazeteciliği için de tek bir formül, reçete yok. Barış gazeteciliğinin nasıl yapılacağını bağlama göre düşünmeliyiz bazen de. Mesela, Bu Charlie Hebdo meselesinden sonra Türkiye’de söz konusu karikatürün basılıp basılmaması gerektiğini tartışıldı ve gazeteler ve haberciler kendilerini konumladıkları yerden bir tavır oluşturmaya çalıştı.
Kimisi editoryal bir politik seçimle, yayınlamadı, kimi gazeteciler ise bireysel bir tercihle davrandı, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazarlarını söylüyorum. Yani biraz da Nadire’nin söylediği gibi aslında. Bazen süreç içerisinde el yordamıyla buluyorsunuz yolunuzu, hata da yapabiliyorsunuz elbette. Çünkü sonuçta normatif bir şeyden söz ediyoruz. Ayrıca mesleki deneyim işi de hakikaten bu kararı vermek.
Soru: Aslında bu haberi görmekle alakalı bir şey daha var. Şimdi demin Nadire Hanım da bahsetti görüldü aslında diye. Evet görülüyor ama o kadar küçük görülüyor ki bazen. Mesela Charlie Hebdo’ya gideceğim yine. 7 Ocak’ta olmuştu sanırım, 3 -7 Ocak arasında da Boko Haram Nijerya’da 2000 kişiyi öldürdü. Bu 2000 kişinin öldüğünü pek çok insan görmedi.
Fakat Charlie Hebdo’yu biz kendi gündemimiz gibi gördük, öyle bir şey ki bir de kendi meselemiz haline çevirdik bir anda. Kendi meselemizde yaptık, kim yayınladı kim yayınlamadı, Cumhuriyet’in önüne insanlar gitti ne oluyor diye . Ertesi gün “gazeteler nasıl gördü” derlemesi yaptık, bütün manşetler Charlie Hebdo üzerinden ama Türkiye yansıması üzerinden. Bazı şeyleri daha çok görüyoruz maalesef. Bazılarını hiç görmüyoruz, bu yerleşmiş bir şey. Belki de Türkiye’nin batı özentiliği.
Sevda Alankuş: Bu örnek çok iyi olmayabilir belki. Charlie Hebdo’da meselesi, bizim şu anda yaşadığıklarımızla daha yakından ilgili görüldü herhalde. Boko Haram’a meselesi hnüz burnumuzun dibinde değil belki ondan. Yani coğrafi olarak yakınlık da bunda rol oynayabilir ancak, kendimizi daha yakın hissettiğimiz tehlikeyle daha çok ilgilenmek de olabilir neden.
Soru: Onu demek istiyorum ben de, kendimizi daha çok orada gördüğümüz için daha çok görüyoruz bazı şeyleri ama okuyanlar için bu geçerli. Diğer konuya geçmek istiyorum aslında, demin normal insanların medya okur yazarlığından bahsettik ama aslında barış gazeteciliği bağlamında, gazetecilerin medya okur yazarlığı çok önemli.
Çünkü sosyal medyayı çok yoğun bir biçimde kullanıyorlar. Her birisinin kanaat önderi olma gibi bir şeyi var çünkü hepsinin Tweeter’da takipçileri çok daha fazla ve söyledikleri şeyler haber değeri taşıyor çoğu zaman. Bununla birlikte onların aslında sosyal medyadan aldıklarını nasıl paylaştıkları önemli oluyor. Belki barış gazeteciliği bağlamında bunu tartışmakta önemli olabilir diye düşünüyorum.
Soru: Zamanımız yetişmediği için bu konuya çok gelemedik herhalde ama medya üzerindeki engellemeler ve baskı üzerine çok konuşamadık. Türkiye’de hatta genel olarak dünyada böyle bir sorun var sanırım. Barış gazeteciliği yapmak isteyenler üzerinde de ciddi bir devlet baskı var, “terörist gazeteci” ilan ediliyorsunuz ve bu hem devlet hem de genel-geçer basın tarafından yapılıyor. Barış gazeteciliği yapmak isteyen bir gazeteci bunu aşmak için yani devletin “terörist gazeteci” damgasını yememek için nasıl bir haber kurgulaması gerekiyor? Belki buna ayrı bir oturum yapılabilir.
Rukhsana Aslam: Bence Nadire bu sana bir ipucu olsun, bir sonraki atölye çalışması bu konuda olsun mu? Yani barış gazeteciliği önünde ki engeller konulu olsun. Şimdi Nadire’nin söylediğine döneceğim, bakın barış gazeteciliği gördüğünüz gibi yeni bir kavram ve bir öğrenme süreci yani buna inanların bir öğrenme süreci ve bunu uygulamak isteyenlerin parçası olabilecekleri bir öğrenme süreci ama bunlar daha en başında atılacak adımlar.
Bildiğimiz bir şey var, barış iyi bir değerdir ve gazetecilikte iyi bir platformdur. O yüzden hata yapabilirsiniz veya zaman zaman cesaretiniz kırılabilir ama yılmayın. Her seferinde bir haber. Yani ufak hedefler koyun kendinize, ufak ufak ilerleyin ve bir haber bir haber daha derken giderek daha da uzağa gidersiniz.
Şimdi bu atölye çalışması olur, sonra başka bir çalışma olur, oradan ilerler ve yeni ortaklıklar, yeni ittifaklar, yeni bağlantılar kurarsınız. Medyayla, akademisyenlerle, gazetecilerle, forumlarla ve o daire genişler de genişler. Genişledikçe de içine daha fazla insanlar almaya başlar ve sınırları daha fazla zorlamaya başlar. Şu şekilde bitirmek istiyorum. Umut çok var. Barış gazeteciliği için ve barış gazetecileri için çok fazla umut var. Çok iyimser bir şekilde bitirmek istiyorum size de bu mesajı vermek isterim.
Murat Çelikkan: Bu umudu destekleyip, savunmak istiyorum. Belki zamanında Sokak Dergisi yeteri kadar satmamış olabilir ama 20 yıl sonra ‘80’lere ilişkin bir sergi yapıldığında tek referans alınan dergi Sokak ve 20 yıl sonra herkes onu sergide görebiliyor. Biraz gecikmeyle de olsa. Çok teşekkür ederiz geldiğiniz için, katkılarınız için. Barış gazeteciliğinin bir süreç olduğundan bahsedildi.
Hakikaten yeni bir kavram barış gazeteciliği, gazeteciliğin diğer kavramlarıyla karşılaştırılınca. Dolayısıyla hala bir arayış süreci ve yerine oturtma süreci var, ümit ediyorum ki bu çok uzun zaman almaz.. Mağdur odaklı olmasından, gerçek arayışının peşini bırakmamasından bahsedildi, bunu yaparken ötekileştirmekten kaçınmak ve hatta bu çerçevenin dışına çıkarak ötekini kapsayacak bir perspektif sahibi olmaktan, bu süreçte kadınların konumuna ve rolüne dikkat ederken, bunun daha feminist bir odaktan yapılmasının yararından, hem ötekileştirilen kadınlar hem de kadınlaştırılan ötekiler çerçevesinden çıkılması olarak Sevda Alankuş ifade etti.
Belki son olarak hepimizin karşılaştığı engeller olarak Rukhsana’dan alıntı yapıp, ‘yaratıcılık, yaratıcılık, yaratıcılık,’ diyerek toplantıyı bitiriyorum çok teşekkür ederiz.
Sevda AlankuşKadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi dekanı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1980'de mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktora derecelerini Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında ve aynı Üniversite'de tamamladı. Akademik çalışmalarına 1988-89 arasında Leeds Üniversitesi'nde devam etti. Ege ve Ankara üniversiteleri iletişim fakültelerinde 1982-1999 yılları arasında öğretim üyesi olarak çalıştı. Doçentlik ve profesörlük ünvanlarını İletişim Bilimleri alanında aldı. 1999-2008 arasında Doğu Akdeniz Üniversitesi, İletişim ve Medya Çalışmaları Fakültesi, 2008-2013 yılları arasında İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi dekanlıklarında bulundu. 1998'den bu yana Bağımsız İletişim Ağı (BİA) eğitim danışmanı. IPS Vakfı Yayınları'ndan çıkan 16 kitabın çoğunun editörlüğünü üstlendi. Araştırma alanlarını alternatif medya, barış gazeteciliği, feminist medya eleştirisi gibi konular oluşturuyor. |
Rukhsana AslamPasific Media Center'da kıdemli araştırmacı olarak çalışıyor; araştırma odağını barış gazeteciliği, medya ve çatışma oluşturuyor. 1990'da Pakistan'daki Punjab Üniversitesi'nin İngiliz Edebiyatı ve Sosyoloji bölümlerinden mezun oldu. Aynı üniversitede İngiliz Edebiyatı yüksek lisans programına devam etti ve 1993'te Chevening bursu ile Londra'daki City Üniversitesi, Uluslararası Gazetecilik alanında yüksek lisans derecesini aldı. 2000 yılına kadar BBC, GEO TV ve Pakistan'ın en yaygın İngilizce gazetesi The News International, Rawalpindi'de çalıştı. 2004'te Fatima Jinnah Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin bölüm başkanlığını üstlendi ve aynı üniversitede 'Kadının Sesi' (Voice of Woman) radyo projesini yürüttü. 2010 yılına kadar Pakistan'da Hamarad ve Uluslararası İslam Üniversitesi'nde medya bölüm başkanlığı ve danışmanlığı yaptı, doktorasını 2014'te Auckland Teknoloji Üniversitesi'nde (AUT) barış gazeteciliği üzerine tamamladı. |
Murat ÇelikkanHakikat, Adalet, Hafıza Merkezi yöneticilerinden. Üç yıldır geçmişle yüzleşme ve ağır insan hakları ihlalleri konularında çalışmalar yapıyor. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde İşletme okudu. Demokrat'ta başladığı gazetecilik hayatına Nokta, Sokak, Evrensel, Yeni Gündem, Hürriyet, Radikal ve Sabah'ta devam etti. 1980 askeri darbesi sonrasında Türkiye insan hakları hareketinde yer aldı. Gazeteciliğin yanı sıra sivil toplum örgütlerinde çalıştı. |
Barış Gazeteciliği ve Sanal Kütüphanesi ProjesiBarış Gazeteciliği Elkitabı ve Sanal Kütüphanesi projesi 2014-2016 dönemi için Hollanda Kraliyet Başkonsolosluğu İnsan Hakları Programı desteğiyle yürütüldü. Projenin süpervizörü Sevda Alankuş, koordinatörü Begüm Zorlu. Projenin bütününde ön açıcı olması için İzmir ekonomi Üniversitesi İleirşim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Altuğ Akın, ve öğrencileri Ayşenur Ölmezses Şentürk, Aslı Sayat, Begüm Yalçınkaya, Emre Ocaklı, Özge Sarı ve Özgür Akşakar dokuz gazetenin barış haberciliği kriterlerine göre 1 Eylül-15 Ekim 2014 aralığındaki nüshalarını taradı, raporlaştırdı. Proje kapsamında 20 Mart 2015'te muhabirler-editörler , 18 Nisan 2015'te akademisyenler ve 22 Nisan'da okur temsilcileri-hak örgütü temsilcileriyle üç atölye gerçekleştirildi. Doç. Dr. İncilay Cangöz Barış Gazeteciliği Sanal Kütüphanesinin editörlüğünü yaptı. 21 Kasım 2015'te Hafıza Merkezi ile birlikte düzenlenen "Barış Gazeteciliği: Yeni Bir Etik, Pratik ve Gazetecilik Eğitimi" başlıklı buluşmada Murat Çelikkan'ın kolaylaştırıcılığında Prof. Dr. Sevda Alankuş ve Yeni Zelanda Auckland Teknoloji Üniversitesi'nden Dr. Rukhsana Aslam barış gazeteciliği üzerine konuştular, salonla birlikte tartıştılar. |