Geçen hafta Basın Enstitüsü'nün davetlisi olarak İstanbul'da bulunan Washington State University'nin Liberal Arts Koleji dekan yardımcısı Susan D. Ross, Ferai Tınç ve bir grup gazeteci ile Barış Gazeteciliği kavramını konuştuk.
Geçen yıl da aynı başlık altında Kıbrıs'taki Doğu Akdeniz Üniversitesi'ndeki sempozyuma katılmıştık.
Barış Gazeteciği yeni bir kavram olmakla birlikte, duyarlı, "sadece gazeteci" olanların yıllardır uygulamaya çalıştıkları kuralları yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Hatta bu kavramdan habersiz olarak benzer görüşlere Ateş Altında Gazetecilik adlı kitabımızda da yer vermiştik.
Susan Ross, gazetecilerin dünyanın her yerinde kullandıkları dil ve görüntülerle çatışmaları körüklediklerinin farkında olmadıklarını söylüyor. Örneğin Irak Savaşı sırasında ölü ve yaralılarla ilgili haberler medyada uzun süre verilmedi. Uzaktan kumandalı ve insansız bir savaşmış gibi gösterildi, insanlardan bahseden yoktu.
Ross'a göre korkunç bir insansızlaştırma eğilimi var, yani sadece rakam veriliyor, "34 kişi öldü" gibi.
Ancak siz bir gazeteci olarak ölen kişileri izleyicinize tanıtırsanız, onların kaç yaşında olduklarından, ailelerinden, işlerinden, kısacası o kişilerin hikâyelerinden bahsederseniz, ancak o zaman izleyici empati kurabilir.
Dolayısıyla medya özellikle günümüzde dünyada bir değişim yaratmak için çok şey yapabilir.
Barış zamanında da gerekli
Genellikle medya çatışmanın taraflarını aşırı bir şekilde kutuplaştırma eğiliminde, bir taraf kesinlikle haklı ve doğru, diğer taraf kesinlikle haksız ve yanlış gibi gösteriliyor.
Ve haksız olan taraf insansızlaştırılıyor, haberlerde oradan asla insan görüntülerine yer verilmiyor. Okuyucu ve izleyici de gerçeklik anlayışını medyanın kendine sunduğu bu görüntüler üzerine kuruyor.
Dr. Ross, "Barış gazeteciliği"ni şöyle tanımlıyor: "Barış gazeteciliği, Batı kökenli gazetecilik eğitiminde ideal tanım olarak var olan tarafsız ve objektif gazetecilik fikrine verilen bir cevaptır.
Tüm gazetecilerin pasif bir gözlemci olarak değil, çatışma çözümüne katkıda bulunma yönünde eğitilmesini öngörüyor. Ross, işin içine çatışma ve savaş girdiği zaman, olay hangi ülkede olursa olsun, konu ne olursa olsun, profesyonel gazetecilik olarak tanımladığımız rutin gazeteciliğin, insanlar arasındaki çatışmayı artırdığını savunuyor.
Barış gazeteciliği kavramında terminoloji de önem kazanıyor. Irkçılığı şiddeti, cinsel, dini ve etnik ayırıcılığı körükleyen, insanları aşağılayan, kışkırtan dil kullanımından kaçınmak, haberleri yaparken, manşet atarken dikkat etmeyi öngörüyor.
Bugünkü medya düzeninde bunu hayata geçirmek zor da olsa mücadele etmek gerekiyor. Çünkü Barış Gazeteciliği sadece savaş ortamlarında değil normal kabul ettiğimiz dönemler için de gerekli.
Suçlu kim?
İşte tam biz bunları konuşurken Malatya'dan misyonerliği bahane ederek işlenen korkunç cinayet haberi geldi. Katil ya da katiller tıpkı Çeçenistan, Irak, Afganistan'daki radikal İslamcılar gibi kurbanların boyunlarını keserek öldürdü.
Şimdi sorumlu aranıyor; örgütlü bir eylem olup olmadığı tartışılıyor. Hrant kardeşimizin öldürülmesinden sonra da yazmıştık: Örgüt vardır ya da yoktur. Önemli zaten bu değil.
Önemli olan bu tür saldırılara zemin hazırlayıp meşrulaştıran, faşizan milliyetçi anlayışla dini fanatizmi hoş gören, dışımızdaki herkesi "düşman" belleten ortamdır. Komplo teorileri ile de desteklenen bu ortamda yeşeren ideoloji, faşizan, İslami sağdır.
Bu ortamı yaratmaktan rahatsız olmayan politikacı, akademisyen, işadamı ve gazetecilerin "suçlu" aramalarına gerek yok. Türkiye'de olmayan gerçeklik üzerinden paranoya yaratan, ülkeyi sürekli tehdit algısı ile yönetmeye çalışanlarla hedef gösteren medya anlayışı da sorumlular arasındadır.
Hedef eskiden komünistlerdi, şimdi Hıristiyanlar, eşcinseller, Kürtler, AB [Avrupa Birliği] yanlıları, komünistler; yani Sünni Müslüman Türk anlayışı dışındaki herkes olabilir, nitekim oluyor da.
Medyanın, bu tür konularda oturup bir kez daha düşünmesi gerekiyor. Faşizm sadece baskı ve zorla olmaz, insanlar faşizme inanırlar, doğru olduğuna inanırlar, yanlış yaptıklarını düşünmezler. Siz Alman faşizminin nasıl yayıldığını sanıyorsunuz.
Nazilerin hepsi kana susamış vahşi insanlar mıydı? Tabii ki hayır ama yaptıkların doğru olduğuna inanmışlar, inandırılmışlardı. En tehlikesi de budur yani sıradan faşizmdir.
Çünkü sıradan faşizm bir normalleşme hali ve kabullenmedir. Her gün her yerde yaşanır; mahallede, sokaklarda, stadyumda, medyada. İşte Türkiye de böyle bir süreçten geçiyor. Ve belki de Türkiye için Barış Gazeteciliği'ne her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. (MÇ/BA)
* Mete Çubukçu’nun yazısı 25 Nisan 2007’de Birgün gazetesinde yayımlandı.