Babası Selahattin Akarsu'yu ise, 1990'lardan beri tanırım. Birbirimizi daha iyi tanımamızsa polis marifetiyle oldu. 1991 yılının Ocak ayında polis, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin (DGM) meşhur başsavcısı Nusret Demiral'ın talimatıyla bir operasyon yapmış, 45 kişiyi gözaltına almıştı Zonguldak'ta.
Suçumuz malumdu: "Komünistlik". Bir basın toplantısı yapmış, yasal çalışmaya karar veren Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin (TBKP) fikirlerini desteklediğimizi, yasal olarak kurulduğundaysa üyesi olacağımızı söylemiştik.
Fincancının katırlarını ürkütmüştük galiba... O zaman henüz Zonguldak'ın bir ilçesi olan Bartın'dan metne imza attığı için getirilenler arasında Selahattin Akarsu da vardı. 1970'li yıllarda Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında tanıştığı "daha iyi bir dünya mücadelesi"ni TBKP içinde sürdürenler arasındaydı.
Çaydamar'ın Ereğli Kömür İşletmeleri'nden (EKİ) miras polis merkezinde on beş gün geçirdik birlikte. Son derece gergin olması gereken ortam, biraz da polisin esnekliğiyle daha sonra keyifle anımsanacak bir anı demetine dönüştü orada bulunan herkes için.
Yine Bartınlı olan "Ormancı" nam ismiyle maruf Nurettin Önder'le birlikte, Selahattin Akarsu en büyük neşe kaynağımızdı. Olasılıkla Hatice Hanımın -Barış'ın annesi- ördüğü rengârenk yün çoraplarını giyer, bıkmaksızın Amasra'nın tarihi zenginliğini, doğal güzelliklerini anlatırdı. Bu yüzden adını bir ara "Amasralı milli tarihçi"ye bile çıkarmıştık.
Tahliye olduktan sonra o Amasra'da devam etti yaşamaya, ben Zonguldak'ta. Yaz mevsimlerinde Amasra'ya gittiğimizde mutlaka yanına uğrar hoşbeş ederdik. Daha çok siyaset konuştuğumuzdan olacak, hayattan konuşmak aklımıza gelmezdi nedense?
Büyük ideallerimiz, ulaşılacak hedeflerimiz vardı bizim. Bu kutsal hedefler dururken kişisel maceramızın ne önem vardı! Bu yüzden örneğin Barış ve onun hayatı birkaç sözcüğün dışında mevzu bile olmazdı aramızda. Öyle tuhaf insanlardık yani...
Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) sürecinde daha da yakınlaştı ilişkimiz. Bir dönem ÖDP'nin belediye başkan adayıydı. İnadına bir adaylıktı onun ki. Amasra'da kimse aday olmaya yanaşmıyor, "bizim yoldan gelmiyor" diye onun adaylığına da karşı çıkılıyordu.
Hem belediye çalışanı hem de sendika işyeri temsilcisi olarak ÖDP'nin aday çıkarmamasını içine sindiremedi ve adeta yel değirmenleriyle savaşarak başvurdu adaylık için. Yetinmedi Amasra'dan Kurcaşile'ye her çeşmeye, her direğe, her duvara ÖDP harflerini nakşetti bir başına...
Daha sonra Barış'ın babası olarak televizyonlarda görmeye başladım onu. Bir yandan mutlu gibi görünüyor diğer yandansa "Çocuğumu elimden aldılar" diye hayıflanıyordu dostlarına. Doğruydu bir anlamda, Barış adlı çocuk yuvadan uçmuştu artık. Starların dünyasında Amasralı solcu bir babanın kumsallarda büyümüş garip bir çocuğu olarak tutunmaya çalışıyordu.
Tutundu da. Aslını inkâr etmeden üstelik. Her fırsatta "solcu bir babanın oğlu" olduğunu anlatıyordu herkese. "Ruhi Su türküleriyle büyüdüğünü" söylüyor, bu temelin kendini beslediğini, önünü açtığını belirtiyordu. Bizler için, bizden sonraki kuşağın başarı öyküsüydü Barış. Demek ki, inkârcı olmayan, başarılı çocuklar da yetiştirebiliyorduk, ne mutluydu bize...
Yaşamı kadar ölümü de öğretici oldu Barış'ın. Herkesin sahiplendiği cenazeye en çok sahip çıkması gereken bizler, izleyiciydik nedense? Babasının koluna bile girmekten acizdik. Alkışlarımız, türkülerimiz yerine bir kaç Amasralı faşistin tekbirli bağırışına teslim ettik gencecik bedenini. Akıp giden selin içinde olmak, organize olup inisiyatifi ele alarak onu yakışan bir tören yapmak yerine, uzaktan izlemeyi tercih etmiştik çünkü.
Evet, Barış'ı gencecik bir umudun tükenişi olarak uğurladık sonsuzluğa. Keşke umudun dirildiği yer olarak dayanışma ağımızı arkasından örebilseydik. Ne yazık ki başaramadık.(AÖ/EÜ)