Kürt kentlerinde 2015’te başlayan sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan devlet şiddetini protesto eden akademisyenler, 11 Ocak 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladı.

GÜNCELLENİYOR
2017'den 2020'ye 270 Akademisyenin Beyanı bianet'te
Toplam 1128 akademisyenin imzasıyla yayımlanan bildirinin ardından AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) açıklamaları geldi:
“Yarım porsiyonluk aydınlık, aynı çevreler hiç değişmedi. Bu lümpen çevreler bir kez daha gerçek yüzlerini gösterdiler. Yüzlerindeki maskeyi sıyırdılar. Yıllardır dolaylı yollardan yürüttükleri terör örgütü propagandasını yayımladıkları bildiriyle doğrudan gösterdiler. Bir hukuk devleti olan Türkiye'de akademisyenlerin suç işleme imtiyazı yoktur. İstedikleri kadar debelensinler, çırpınsınlar. Koskoca ülkeyi, koskoca milleti, bir avuç kerameti kendinden menkul seçkinin, kendine aydın, akademisyen diyen lümpenin yönettiği eski Türkiye artık yok.” (Erdoğan, 19. Muhtarlar Toplantısı, 20 Ocak 2016).
Akademisyenlere; öğrencilerden gazetecilere, feministlerden LGBTİ+’lara, sanatçılardan sivil toplum örgütlerine kadar geniş destek verildi. Kampanya 20 Ocak 2016’da tamamlandığında bildiriyi Türkiye’den 2212, yurt dışından 2279 akademisyen imzalamış oldu.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından ilân edilen Olağanüstü Hâl (OHAL) kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile barış bildirisine imza atan 406 akademisyen, “örgüt propagandası” suçlamasıyla kamu görevlerinden ihraç edildi.
679 sayılı KHK’yle göre, 6 Ocak 2017’de, Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyen ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk’le Barış Akademisyenleri’nin barış ve demokratik toplum sürecindeki yerini konuştuk.
Evlere baskınlar, hedef göstermeler, kapılara işaret koymalar…
Barış Akademisyenleri’nin imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin üzerinden neredeyse 10 yıl geçti. Bildirinin toplumsal yankısını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü açısından hareketin oluşturduğu dönüm noktasını nasıl ele alıyorsunuz?
Bildirinin yayımlandığı dönemde nasıl bir toplumsal karşılık yarattığını sağlıklı biçimde değerlendirme şansımız aslında hiç olamadı. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi, yayımlanmasının hemen ardından Cumhurbaşkanı düzeyinde en üst perdeden çok galiz öfkeyle ve ağır hakaretle karşılaşmamış olsaydı bu etkiyi daha iyi değerlendirme imkanımız da olabilirdi. Evet, yaygın medyada ya da AKP medyasında ise tabii ki bu açıklamayı müteakip yer yerinden oynadı. Toplumsal karşılık böylece kutuplaşmış bir dünyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ihanetle suçlayan retoriği etrafında fabrikasyon bir şekilde “üretilmiş” oldu. Evlere baskınlar, hedef göstermeler, kapılara işaret koymalar… Gözaltılar. Görülür olan tepki buydu.
Ama elbette medyada görülür olamayan tepkiler de vardı. Ancak ilk 1128 imzacıya, bildirinin imzalanmasını takip eden hafta eklenen ve sayımızı 2212’ye ulaştırarak, aslında mecazi anlamda ifade edersem, Türkiye’nin kapalı semalarını şimşek çakışıyla donatan “ikinci imzacılardan” sonra bir şeyler de kısmen değişti. En azından akademik toplumun çevresinde, entelijansiyada ve alternatif medyada bir haysiyet itirazı ve bir cesaret dalgası yayıldı. Bu çevrelerde, barış imzacılarını destekleyen, karşı çıkan ya da sessiz kalmayı tercih edenlerle farklılaşan tepkiler de söz konusu oldu.
Fakat o zaman bile buna eşlik eden büyük bir toplumsal tepkinin olduğunu söyleyemeyiz. Geniş toplum kesimleri zaten uzun zamandır başka başka yerlerde hak ihlalleri ve zulüm yaşıyordu. Barış imzacılarının yaşadığı hukuksuzluğun, Türkiye’de çok büyük zahmetlerle yaratılmış akademik birikime, üniversiteye ve üniversitenin geleceğine temelden bir saldırı olduğunu değerlendirecek etraflı bir kavrayış sergilenmedi. Oysa bu saldırı açıkça “üniversiteyi ele geçirmeye” dönük bir iktidar savaşıydı. Belki sokakta, kendi yaşam mücadelesindeki yurttaşın bunu tam olarak anlayabilmesi için sosyoekonomik anlamda mecali de yoktu. Üstelik iktidarın öfkesi toplumsal alanda dalga dalga yayılan bir korkuyu da hızla üretti.
Hasılı, bu konunun mahiyeti, 15 Temmuz sonrası yayımlanan OHAL KHK’larına kadar çok kavranamadı diyebiliriz. Fakat ihraçlarla birlikte barış imzacılarının sokak akademilerinde gerçekleştirdiği derslerle, basın açıklamalarıyla, farklı illerdeki dayanışma akademilerinden, hak savunuculuğu platformlarından ve uluslararası akademik kamudan gelen seslerle o korku perdesi parça parça yırtıldı.

Hukuki süreç
Barış Akademisyenleri’nin yaşadığı hukuki süreçler oldukça karmaşık ve sorunlu. Akademisyenlerin mahkemelerde aldıkları göreve iade kararları bile farklılık gösterebiliyor. Bazı akademisyenler görevlerine iade edilse de okul yönetimleri onları fiilen göreve başlatmıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Haklısın, bugüne dek olan pratik bu. Üniversiteler çoğunlukla göreve başlatmıyor. Bu sorunun yanıtı da aslında çok karmaşık değil. Üniversite yönetimleri, Barış Akademisyenlerinin yargı süreçlerinin siyasi bir karar etrafında başlatıldığını biliyor ve yine bir siyasi karar, bir açıklama, siyasi iktidardan nihai bir işaret bekliyorlar. Bir kısmı hiçbir özel talimata ihtiyaç duymaksızın iklimi okuyup ya da okuduğunu düşünüp vazife çıkarıyor. Kraldan çok kralcı olarak zaten 2212 akademisyenin büyük çoğunluğu -iyi ki- üniversitelerde çalışmaya devam ederken beşte birinin ihraç edilmesinin yolunu açanlar da onlardı.
Siz de ihraç edilen akademisyenler arasındasınız ve şu an milletvekilisiniz. Kendi ihraç ve yargılanma sürecinizi, karşılaştığınız zorlukları ve yaşamınızdaki dönüşümü kısaca aktarabilir misiniz?
Benim açımdan zorluk esas olarak içimde yükselen yakıcı politik itirazla başa çıkmakla ilgili oldu. Duygusal zorluk da diyebiliriz. Duyguların maddi ve politik karakterini de ima ederek “duygusal” diyorum tabii ki. Sonuç olarak işyerinden ibaret görmediğiniz, yıllar yılı yaşam dünyanızı da oluşturmuş olan kampüslerden atılmak, rutinlerinizi bir anda yitirmek, üniversite tahayyülünüzün bir anda çökmesi kolay değil.
Ama işin en zor kısmı da bu değildi belki. Maddi güçlük, hayatı sürdürmek ve geçinmek gibi somut ve acil sorunlar bu düşünsel duygusal güçlüğe eklenince her şey çok ama çok fena bir hâl alıyor. Böyle olduğunu görüyorsun. Ben bu kısmını yaşamadım. Eşim çalışıyordu, kira vermiyordum, okulunu hayatını düşüneceğim çoluk çocuk yoktu. Ayrıca orta kuşak bir kısım ihraç akademisyen hızla emekli de olabilmiştik. Sonuçta kısa sürede yazı çizi faaliyetini akademik dünyada değilse de medya alanında sürdürerek rutinler de oluşturdum.
Arkadaşlarımızla bir araya gelerek, dayanışma akademilerinde “Bize her yer üniversite” deme gayretini de hiç terk etmedik. Ama bu çaba elbette sorunları çözmeye yetecek bir çaba değildi. Çoğunluk için maalesef böyle olmadı. Bu sorunların tümünü aynı anda yaşayan çok arkadaşımız vardı. Genç kuşak akademisyenlerin çoğu kirada oturdukları evlerde geçim sürdürmekten başlamak üzere büyük sıkıntılarla boğuştu. Bu anti demokratik, hukuk dışı ve irrasyonel süreçlerle kimi zaman zorunlu olarak şehir değiştirerek mücadele etmek zorunda kaldılar. Üniversiteden de yaşadıkları kentlerden de “zorunlu göçe” uğradılar. Doktora programlarına devam edemedikleri için kayıtları silindi.
Akademisyenler başka işler kurmaya yöneldiler ki buralarda tutunmak da zordu. Kimi ise açtığı kafe, restoran ya da benzeri mekanlardaki işini görece iyi götürdü. Ama bu durumda da akademiden kalıcı olarak kopmuş oldu. Öyle görünüyor maalesef ve bence genç kuşak akademisyenlerin bu şekilde kopuşu en büyük kayıp. Liyakat sahibi orta kuşak ve üstü akademisyenler ise -geçen sekiz yıldan sonra- zaten üniversitede en verimli biçimde çalışabileceği yılları tüketmiş oldu. Bir kısmı böyle giderse yaş haddinden emekli olmaya yaklaşacak zaten...
Ama akademisyenlerin mücadelesi çok onurlu, çok görkemli bir mücadeleydi. Bizde her tür mücadeleyi kıyas mantığıyla küçültme ve önemsizleştirme eğilimi vardır. Bizzat kendi içimizden bile bunu yapanlar olabiliyordu. “Cübbelerinize ağlamayın!” diyenleri hatırlıyorum. Ki zaten kimsenin cübbeye filan ağladığı da yoktu.
15 Temmuz’un birkaç ay sonrasında, o kesif ve ürkütücü sessizlik ortamında üzerlerine köpeklerle, gazlarla saldırılırken basın açıklaması yapan ilk grup Barış Akademisyenleri oldu. Biz Ankara Cebeci Kampüsünde 10 Şubat 2017’de “Büyük Buluşma” dediğimiz bir eylem yaparak “Hayır gitmiyoruz, buradayız!” dedik. Başka illerde de direniş sürdürüldü. Barış talebimizden geri dönmedik.
Sokağa çıkma yasakları döneminde Kürtlerin yaşadığı illerde gerçekleşen sivil ölümlere yönelik net itirazımızı ve ortak olmama kararlılığımızı sahiplenmekten vazgeçmedik. Kürt sorununda çözüm arayanlarla bir arada durmaktan vazgeçmedik. Evet, üniversitenin talan edilmesi, bundan da öte büyük güçlüklerle savunulagelmiş akademik özgürlüklerin ve bilimsel özerkliğin bir tür sembolü olmuş cübbelerin yerlerde postallar altında olması bir dönemin tümden bitişiydi… Üzgün olmakla, duygusal olmakla sorunu olmayan, büyük laflar arasında anlamı ve nüansı yitirmeyenler için çok hüzünlüydü…
Fakat kimsenin de ağladığı filan yoktu… İşte böyle.
Akademisyenlerin süreçteki görünürlükleri
Bir yılı geride bırakan barış süreci görüşmelerinde Barış Akademisyenleri ve talepleri yeterince gündeme gelmedi. Bu durumu ve Barış Akademisyenlerinin süreçteki görünürlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet gelmedi. Şaşırtıcı olmasına rağmen bu böyle. Meclis’te olağanüstü hâl KHK’larıyla ihraç 12 milletvekili var. Biri CHP’de Yüksel Taşkın ve bir de DEM Parti’de ben olmak üzere ihraç Barış imzacısı akademisyen olarak ise sadece iki kişiyiz.
Kendi adıma daha ilk haftalardan başlayarak basın açıklaması, yazı, konuşma, önergelere konu etme, arkadaşlarımızla teması hiç koparmama, bir telefonun ucunda olma, gerektiğinde nerede iseler orada olma, Danıştay Başkanı ile görüşme organize eden heyette yer alma dahil birçok şeyi elbette yaptım. Başka türlüsü düşünülemez. Yüksel Taşkın da elinden ne gelirse yaptı, yapıyor. Bunu görüyorum. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde ve ilgili uluslararası kuruluşlarda da her fırsatta bu hukuksuzluğu konuşmaya imkân yaratmaya çalıştım. Eş Genel Başkanlarımız grup toplantılarında bu konuyu hep gündeme getirdi. Diğer milletvekilleri konuşmalarında yeri geldiğinde hep değindi.
Sadece Barış imzacıları için değil, Eğitim-Sen’li ve KESK’li KHK’lılar için de bunu yapmaya gayret ettik. Fakat bir noktada emeklilerden işçileştirilmiş çocuklara, kadın ve çocuk katli davalarına, istismara, LGBTİ+’lara, Alevilere yönelik hak ihlallerine, cezaevlerine, rehine siyasetçilere, davalara ve duruşmalara yetişmek gerekiyor. Ekolojik tahribata ve hayvan hakları alanındaki mücadeleye de yetişmek gerekiyor.
Bunların hepsinde Barış imzacısı arkadaşlarımız ile Eğitim-Sen’li ve KESK’li KHK’lı arkadaşlarımız en başta dayanışma gösterenler arasındaydı. Her yerdelerdi. Her yerdeydik.
Ama siyasi partiler düzeyinde bu mücadele bu şekilde içsel ve güçlü bir ilgiyle karşılandı diyemiyorum. Bu bizim işimiz gibi mi görüldü, onu da bilemiyorum. Tabii ki dert çoktu. Fakat Barış Akademisyenlerinin mücadelesi kendi hayatlarının mücadelesinin çok ötesinde sonuçlar üreten ve anlamı olan bir mücadeleydi.
Bunu kavrayan görece azdı. Bakın işte bugün sosyal medyada hak arayışı içinde sürüklenen ve kişilik haklarının ağır ihlallerinin söz konusu olduğu pek çok durum yaşanıyor. Üniversite, medya ve yargı bu şekilde çökmemiş olsaydı yine de bu etik-politik felaketler bu düzlemde yaşanır mıydı? Düşünmeye değer.
Barış Akademisyenleri, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren Eğitim-Sen’li KHK’lı diğer akademisyenlerle birlikte bu konuları hep gündemde tutmaya çalıştı. Sadece bu bile, ne kadar işlevsizleştirilmiş olursa olsun, Meclis muhalefetinin onlarla sıkı bağlar kurması için bir gereklilik ortaya koyuyor.

DEM Parti’nin rolü
DEM Parti olarak önümüzdeki dönemde bu konuyu nasıl ele almayı planlıyorsunuz ve Barış Akademisyenleri’ne yönelik politikalarınız neler olacak?
Geçtiğimiz günlerde Eş Genel Başkanımız Tuncer Bakırhan ile Ankara’da Barış Akademisyeni arkadaşlarımızla bir araya geldik. Başkan bu konuyu bu yeni süreç içinde değerlendirmek gerekliliğinin açık olduğunu söyledi. Bugün gelinen aşamada bizlerin o gün söylediği ve talep ettikleriyle aynı noktada olunduğunu iktidar cenahına anlatmak dahil birçok konuda elimizden ne gelirse yapacağımızı ifade etti.
Toplantıda arkadaşlarımızın öneri ve taleplerini de dinledik. Bu konu, yeni süreçle birlikte çözüm bekleyen sorunlar arasında, bir toplumsal güven ortamı oluşturma adına aslında en çatışmasız biçimde ele alınabilecek konulardan biridir. Bunu anlatabilmeyi umuyoruz. KHK zulmü son bulmalıdır. Bir an evvel.

DEM Parti, Barış Akademisyenleri ile buluştu
Kimileri bu sürecin, bir toplumsal güvene, toplumsallaşmaya ve entelektüel dayanışmaya çok ihtiyaç duymayan, örgüt ile devlet arasında yapılacak anlaşmalar ve bir komisyon bünyesinde sürdürülen çalışmalarla yürüyen bir süreç olacağını düşünüyor olabilir. Doğrusu, silahların imhası ve örgütün kendini feshiyle tarihsel adımların atıldığı bu aşama çok önemli bir aşamadır. Ancak barışın sürekliliğinin demokrasiye, özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne ihtiyacı vardır. Güvenilmeye ve sahiplenilmeye ihtiyacı vardır.
Diğer türlü belki PKK bir daha Türkiye’de olmaz. Dönüşsüz bir fesihle karşı karşıya olduğumuzu her türlü görebiliyoruz. Ancak baskı, hukuksuzluk, haksızlık ve inkâr ile ötekileştirme sürdüğü sürece bu durum şiddeti her türlü geri getirir. Çünkü bunun kendisi yapısal bir şiddet ortamının süreklilik kazanmış olması demektir. Bu ortam şiddetten kurtulmaz.
Dünya konjonktürü düşünüldüğünde çok tehditkâr bir şiddet girdabına çekileceğimizi de görmemek mümkün değil. Oysa süreci teknik boyutunun yanında toplumsal, kültürel ve yerel yönetimsel boyutuyla da tasarladığınızda bu bölgeye, Avrupa’ya (ve dünyaya barış getirme potansiyeli olan bir süreç olacaktır.
Umutluyum. Sekiz yıl evvel odamı toplarken kapının önünde koridorda toplanmış öğrencilere söylediğimi bir kez daha söylemek isterim: Umut en politik duygudur! Umuda asılacağız ve bu barışı gerçek kılacağız. (TY)







