Banu Özyürek 2015’te Raskol’un Baltası tarafından yayımlanan ve büyük ilgi gören ilk kitabı “Bir Günü Bitirme Sanatı”nın ardından ikinci kitabı “Poz” ile geçtiğimiz Şubat ayında Everest Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu.
Aile, çocukluk, masumiyet gibi kavramlarının her zaman anlamaya çalıştığı konular olarak belirten Özyürek, son kitabında da bu konuları cesur metinlerle anlatmış.
Banu Özyürek ile Poz’u ve dahasını konuştuk.
Kitabı yazma sürecinizde sizde neler değişti?
Öyküler ne zaman yazıldı bitti de bu toplam bir kitap dosyası haline geldi hiç bilmiyorum. Ne ara yazdım ne ara tamam artık dedim, sanki ben anlamadan oldu bitti hepsi.
İlk kitabımın yayınlanmasının üzerinden üç sene geçti. Üç sene az bir zaman değil tabii, metin anlamında bir değişim varsa bunun tanımını ben yapmayayım, okurların ve eleştirmenlerin alanı orası.
Ama ortaya koyduğum şeyden tatmin olduğumu söyleyebilirim. En azından bir süre için. İki üç sene sonra dönüp baktığımda ona burun da kıvırabilirim. Çünkü dediğim gibi edebiyata bakışınız da değişebilir ve “Bunları niye yazdım ki, neden bu şekilde yazdım, yazı böyle bir şey olmamalı” diyebilirsiniz.
“Poz”daki öyküler ilk kitabınız “Bir Günü Bitirme Sanatı”nda yer alan öykülerinize göre çok daha sert diye nitelendiriliyor…
Metinlerdeki değişim bana yazarın bakış açısının ya da baktığı yerlerin değişimi gibi gelir. Yani her gün bir şey öğreniyor ve küçücük de olsa değişiyorsanız, yazdıklarınız da değişir. Edebiyat düşünceniz, yazıda yapmak istedikleriniz ve tabii yapabildikleriniz de.
Benim öykülerimde de bir değişim varsa herhalde böyle açıklamak en doğrusu. Sonuçta ben daha sert şeyler yazayım demedim ama Poz’daki öyküler bu şekilde yorumlandı.
Belki biraz daha zor dile getirilen şeylerin alanına girdim, belki girdiğim alanlarda daha serbest, daha korkusuz ya da korkularıma rağmen dolaştım, bilemiyorum. Benim için hepsi kendiliğinden gelen şeyler. Ha bir de sert derken, aslında çok yumuşak; yani yumuşak taraflarımızdan bahsettikleri için sert deniyor olabilir.
‘Şehirde Bir Oda’da “Fakat, biz gerçek şeylere yanaşmaya cesaret edebilecek kadar yakın mıydık?” diyorsunuz. Bu alıntıdan çağrışımla önceki kitabınıza göre durumlara ve karakterlere daha yakın bir mesafeden yaklaşıp aktarabildiğiniz fark ediliyor, metniniz için daha güçlü bir yerde konumlandığınızdan bahsetmek mümkün…
Kendi yazdıklarım üzerine yorum yapmakta zorlanıyorum, daha doğrusu hoşuma gitmiyor. Okuru bir tarafa çekmek istemem. Ama imkanlara kendini daha çok açmış bir yazı var bu sefer diyebilirim.
Edebiyatın da en zevkli ve heyecan veren yanı bu benim için; elimdeki malzemeyle kafamdaki hayali ‘iyi’ye bir adım daha yaklaşmak. Ama bu ‘iyi’ nedir derseniz, verecek net bir cevabım yok. Tamamen tahminler, umutlar, sezgiler ve mevcut bilgilerimle ilerlediğim bir yol.
Belki de becerilerini daha çok geliştirmiş, zamandan da güç almış biri vardı bu defa ve yazacağı şeylere, yazmak istediklerine daha fazla yaklaşmaya cüret edebildi bu sayede.
Hikâye anlatıcısı olarak parantez gibi cümle içinde cümlelere yer verebileceğiniz işaretleri kullanmayı tercih ediyorsunuz. Metinlerinizde âdeta bu işaretlerle bir ritim tutuyorsunuz. “Bir Günü Bitirme Sanatı”ndaki bu metin formuna “Poz”daki öykülerinizde de devam ettiğiniz görülüyor…
Evet, bu ilave cümleler… Bir cümlenin kendi içinde çoğalmasını, kendisiyle uğraşmasını, bir bölümün aynı anda birkaç bakışı içermesini seviyorum ve cümle içinde cümle bana bu imkanı veriyor.
Bir de tabii bilinç akışı gibi yöntemler kullandığınız zaman eliniz doğrudan buralara gidiyor. Çelişkileri, çağrışımları, zıtların birbirine temasını yani bütün o zihinsel süreci yazının dışında bırakmak istemediğimden, benim arzularıma çok uygun bir yöntem.
Yarın başka bir yol arzularsam, başka bir yola ihtiyaç duyarsam, onun biçimi de kendiliğinden gelip yazıda yerini bulur.
Edebiyat atölyeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her yerde bir şey öğrenebilirsiniz. Her yer size bir kapı açabilir. Sizinle bu buluşmamız mesela bambaşka bir kapı açabilir bana. Söylediğiniz bir şey yeni bir düşüncenin tohumu olabilir benim için.
Dolayısıyla isteyen atölyeye gitsin, isteyen evinde otursun yazsın, benim için bir şey ifade etmiyor. Neticede metne bakıyoruz, ortaya ne çıkmış. Önemli olan bu.
Atölyelerin şöyle bir avantajı olabilir; yazmak yalnızlık içinde yapılan bir eylem. Sürekli kendi kendinize yazıyorsunuz da yazıyorsunuz. Metinlerinizi bir yerlere göndermeye cesaret edemeyebilirsiniz ya da konuşmak istediğinizde çevrenizde bunları paylaşabileceğiniz insanlar olmayabilir.
Eh bu boşluktan atölyeler sayesinde çıkmak insana bir fayda sağlayabiliyorsa ne mutlu.
Fakat şunu da söyleyeyim; belli bir yazma biçimi makbul yazma biçimidir diye öne çıkarılıyor ve bütün edebiyat alanını kaplıyorsa o zaman okur olarak farklı yazma biçimlerine ulaşma şansımız azalır, yazar olarak da alanımız daralır.
Hakim anlayış, diğerlerini dışarı iter. Ama belki merkezde olmamak daha iyidir. Yani ben başka bir şey yapmak istiyorum diyorsanız, kenarda kafanıza göre takılabilirsiniz. Merkez bunu çok da umursamaz. Muhtemelen daha az okura ulaşırsınız ama yazma arzunuzu, size ait o şeyi de feda etmemiş olursunuz.
Poz’daki öykülerinizin genelinde çocukluk, aile, masumiyet gibi kavramların baskın olduğunu görebiliyoruz…
Çocukluğu anlamaya çalışıyorum; yabancı bir dünyanın dilini çözmeye uğraştığınız ve bu sırada çok yalnız hissedebileceğiniz, bulanık, ürpertici bir zaman.
Kendinizi, dünyayı anlamaya çalışıyorsunuz, anladığınız kendinizle anladığınız dünya arasında bir iletişim kurmaya çalışıyorsunuz.
Ailede, okulda, sokakta, oyunlarda, görevlerinizde varlığınıza dair ilk fikirleriniz oluşuyor. E kendimizle uğraşmamız da hiç bitmediği için, bunun o ilk zamanlarına bakmak bana çok cazip gelir.
Masumiyet zaten belalı bir sözcük. Kitabın ilk öyküsündeki anlatıcı karakterin ifadesi benim düşüncemle de örtüşüyor; bize eziyet etmek için, daima peşinde olalım diye ortaya atılmış bir sözcük sanki. Herkesin içinde bir parçanın bu sözcüğün peşine düştüğüne inanıyorum. Arayışımızın tezahürleri farklı farklı olabilir tabii.
Aile de ilk anlamların verildiği ve onlara bağlı duyguların geliştiği bir yer olarak, daha çok çocuklukla bağlantılı ilgimi çekiyor.
Günlükler, mektuplar hikâye anlatırken tercih ettiğiniz metin parçaları olarak okurun karşısına çıkıyor…
Evet, bu unsurlar yazıyı hareketli kılıyor. Günlük parçalarını, mektupları, karakterin yazdığı bir şiiri mesela metnin içinde kullanmayı seviyorum.
Okur olarak da parçalı metinlerden keyif alırım. Bir akış içinde farklı pek çok şeye temas etmek; konuşma tarzım da öyle, zihnim de öyle… Metnin benim için durağan, çerçeve içine konulmuş bir şey olması zor.
Kitabı yazma sürecindeki en güçlü motivasyon kaynağınız neydi?
En büyük motivasyonum yazma arzusu. Yazarak düşünüyor, anlıyor, eğleniyor ve bir şeyler var etme hazzını tadıyorum. Belki hepsinden fazla bir öğrenme biçimi olarak görüyorum onu ve küçük küçük adımlarla bu yolda yürümeyi seviyorum. Yazının başına oturup kafa patlatmak benim için müthiş bir uğraş.
Son dönemde Lydia Davis’i beğendiğinizi okudum… Her dönem değişebiliyordur muhakkak ama son dönemde keyifle temasta bulunduğunuz başka yazarlar kimlerdir?
Evet, Davis’in yaptığı şey çok hoşuma gitti; bir düşünme biçimini yazıyor. Hikâye anlatmaktan farklı bir şey. Neredeyse “Hiç Hatırlamıyor”daki birkaç öyküsüdil üzerine, anlam üzerine, kelimeler üzerine bir tefekkür gibi. Ve bence kurmacayla uğraşan pek çok insanın kafasındaki “Biz ne yapıyoruz, ne anlatıyoruz, niye böyle anlatıyoruz?” sorularıyla da meşgul.
Bu soruların metinlerin içinden göz kırpmasını seviyorum. Klasik hikaye anlatıcılığını delen şeyler daha cazip geliyor bana.
Yine son okuduklarımdan “Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm”ü tıpkı “Tanizaki’nin Anahtarı” gibi yazarın dolandığı yerler anlamında heyecan duyduğum bir kitaptı. Adam Johnson’ın “George Orwell Arkadaşımdı” kitabı da öyle.
Bir de öykülerini ve romanlarını severek okuduğum Kundera’nın “Roman Sanatı”nı söyleyebilirim. Bu kitap da edebiyat üzerine düşünmek isteyenler için çok güzel bir toplam. (AÖİ/EKN)