Cumhuriyetin İlanına, ne Rauf Orbay'ın ne de diğerlerinin itirazı vardı ama buna rağmen bir tartışma çıktığı, Rauf Orbay ve genel olarak onun yanında duran İstanbul gazetelerinin Hilafetçi ve Cumhuriyet karşıtı ilan edildikleri, malumdur. Nutuk'ta şöyle ifade edilmektedir: "Baylar, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların da aslında ve doğal olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar".
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyet Gazetesinin "Tehlikenin Farkındayız" çizgisi ve bugün (14 Nisan) "laik güçlerin" yapacağı mitingde biraraya gelenlerin görüşleri hemen hemen aynıdır: "Adalet ve Kalkınma Partisi takiyye yapan Cumhuriyet karşıtı bir güçtür ve Atatürk'ün makamına O'nun devrimlerinin karşıtları oturtulmamalıdır".
Elbette bu tez, tarihsel bağlamı içinde değerlendirilebilir ve böyle yapıldığında, tartışmanın taraflarının "gerçekte", "şahane devlet malı"nı paylaşma kavgası güttükleri gösterilebilir. Bunun için "o zaman tartışma neydi?" sorusuna özel bir ilgi duymak da gerekmez.
Gene de tartışmanın taraflarının tarihsel bağlamı içinde görünür olması için, "o tartışma neydi?" sorusunu sormakta yarar gördüm.
Elbette bir dizi kaynak kullanılabilirdi. Bizzat Gazi Mustafa Kemal'in Nutuk'una başvurmayı, tarihçilerin spekülasyon alanına düşmemek için daha doğru buldum. Çift tırnak içindeki bütün alıntılar Nutuk'tan olup, karşı görüşler de böylece Gazi Mustafa Kemal'in ifade ettiği şekilde sunulmuş olmaktadır.
O tartışmanın ilk başlığı: Acelecilik
O tartışmanın ilk konusu, Meclis tam sayısı olan 287 üyeye rağmen Cumhuriyetin 158 üye tarafından kabul edilmesinde biçimsel karşılığını bulan, Cumhuriyet ilan edilirken acele mi edilmiş olduğu sorusudur. İstanbul'daki gazetelerde bu görüş yaygın olarak savunulmuş ve özetle ileri sürülmüştür ki, "Bunalım yeni bir Bakanlar Kurulu kurularak giderileceği yerde, aksine son günlerin bütün gürültülerine rağmen, yine kimsenin yakında gerçekleşeceğine ihtimal vermediği Cumhuriyet'in çok pozitif, çok kesin ve çok acele olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur."
Bu acelecilik tartışması, Deniz Baykal'ın "uzlaşma olmadan Cumhurbaşkanı seçilmemeli" tezinin açtığı tartışmanın neredeyse aynısıdır. Acele oldu diyenler, Cumhuriyet olmasın demiyorlardı, "uzlaşmaya dayansın"diyorlardı.
Gazi şöyle özetliyor: "Başka bir gazeteci yazar da, Cumhuriyet'in ilanı dolayısıyla yaptığı analiz ve eleştiride: 'Bizi üzen nokta, ulusal önderimizin kendisiyle ilgilidir. En büyük ruhlu adamlar bile, kişisel güç sahibi olmanın cazibesine direnememişlerdir' diyor ve bu görüşünü, benim nutuklarımdan aldığı sözlerle destekledikten sonra, Amerika'ya bağımsızlık sağlayan Vaşington'un (Washington) nasıl çiftliğine çekildiğini ve (Amerika) Meclisi'nin hiçbir şahsı dikkate almadan yalnız genel çıkarları düşünerek altı yılda anayasayı oluşturduğunu ve ondan sonra Vaşington'a nasıl başkanlık verilmiş bulunduğunu anlatıyor ve Anayasa'nın bu şekilde değiştirilmesinde benim önayak olmamı hoş görmüyor..."
Sanırım devam etmeye gerek yoktur. Mesele şudur; Gazi, Nutuk'ta ayrıntısıyla açıkladığı gibi, Meclis Hükûmeti sistemine göre Bakanlar Kurulu oluşturan TBMM Bakanlar Kurulu seçimini sonuçlandıramayınca, bunu Cumhuriyet'in ilanı için bir vesile olarak görmüş ve kendi ifadesiyle; "Ben, Meclis'te, gizli ve muhalif bir hizip keşfettikten, Meclisin çalışmalarında duyguların etkin olduğunu gördükten ve Bakanlar Kurulu'nun çalışma düzeninin her gün olur olmaz bazı sebeplerle altüst edilmekte olduğuna kanaat getirdikten sonra, uygulanması için sırasını beklediğim bir düşüncenin uygulanma anının geldiği yargısına varmıştım. Bunu itiraf etmeliyim."
Bu düşünce Cumhuriyet'tir. Cumhuriyet, devlet biçimi olarak değil, hükûmet şekli olarak ilan edilmiştir. Yasaya göre, Meşrutiyet'te Saltanat'ta olan kabine oluşturması için Meclis içinden Başbakan atama yetkisi Cumhurbaşkanına verilmekte ve esas olarak Meclis Hükûmeti sisteminden yürütmenin Meclis'ten ayrıldığı karma bir parlamenter sisteme geçilmekte, ayrıca Devlet Başkanlığı sorunu çözülmektedir.
Gazi, meseleyi, hükûmet oluşturmakta çaresizliğe düşen Meclis'in bir bunalım anında hükûmet şeklini Cumhuriyet olarak belirleyerek çözmüştür. Rauf Bey diyor ki: "Bence sorunu Cumhuriyet kelimesi üzerinden ele almak doğru değildir."
O tartışmanın ikinci başlığı: Yetki ve ulusal egemenlik sorunu
Tartışmanın taraflarının Cumhurbaşkanının Devlet Başkanı olmasına bir itirazları yoktur. Ancak, "uzlaşma" isteyenler, bu "uzlaşı" makamının yetkilerini fazla bulmuşlar ve bunun ulusun egemenliğine halel getireceğini ileri sürmüşlerdir.
Rauf Bey'in ağzından: "İsim değişikliğinin hedefi ve amacı değiştirebileceği inancında değilim. Bundan başka, daha önceki bir hükûmet şeklinin yerini alan yeni bir şeklin beğenilir ve kalıcı olabilmesi, ancak bir şartla olanaklıdır. O da gideni arattırmayacak şekilde halkın büyük çoğunluğunun isteklerine uygun olduğunu, mutluluğunu sağladığını, vatanın şeref ve bağımsızlığının korunduğunu göstermek ve kanıtlamaktır. Aksi takdirde isim değiştirmekle veya üst tabakada biçimsel değişiklikler yapmakla gerçek ihtiyaçların giderileceğini sanmak, özellikle yakın bir geçmişte gördüğümüz acı deneyimlerden sonra, çok büyük bir yanılgı olur."
Gazi'nin özetiyle, "Rauf Bey, yetkileri sınırsız ve belirli koşullara bağlanmamış olan, Millet Meclisi'ni de dağıtabilen tek kişi egemenliğinden yana değildir".
Demek ki uzlaşma isteyenler, Saltanat geri gelsin dememekte, hatta öyle ki, Salatanat'tan bile fazla yetkiye sahip bir Devlet Başkanlığı makamı ihdasını yeni bir Padişahlık kurmak olarak görüp eleştirmektedir. Nitekim, Nutuk'ta aktarıldığına göre İstanbul Matbuatı şöyle yazıyor: "Halk Partisi'nin programı ve sözleri başkadır, tuttuğu yol başkadır. Halk Partisi'nin demokratlığı dudaklarındadır". Gazi Mustafa Kemal'in yazarı ser bir şekilde eleştirdiğini aktarmaya gerek yoktur.
Buradan üçüncü başlığa geçiliyor.
O tartışmanın üçüncü başlığı: Diktatörlük kaygısı
Gene Nutuk'tan: "Tanin başyazarı, 4 Kasım 1924 günü yazdığı 'Ordu ve Siyaset' adlı bir başyazıda da şu değerlendirmede bulunuyor: 'Hükûmet biçimi cumhuriyettir. Fakat, hükûmetin yalnız adını değiştirmek hiçbir yarar sağlamaz. Asıl değiştirilmesi gereken nokta, işin ruhudur, ilkeleridir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri dışarıda bırakılacak olursa, Amerika'da yirmi kadar ülke vardır ki, hepsinin adı da cumhuriyettir. Hattâ, hep zencilerden meydana gelen Haiti bile bir cumhuriyetti. Fakat, buralarda cumhuriyetin mutlakıyetten farkı pek azdır. Soydan gelen bir hükümdar yerine, zorla cumhurbaşkanlığına gelmiş bir zorba görürüz. İşte bu kadar! Cumhurbaşkanı adını taşıyan bu zorba devleti keyfince yönetir. Mutlak bir hükümdar gibi, keyif ve hevesinden başka bir yasa tanımaz".
Uzlaşma isteyenler diyorlar ki; ihdas ettiğiniz o makam demokrasinin makamı olsun, istibdadın makamı olmasın, meselenin ruhu "demokrasi"dir.
Demokrasinin güvencesi olarak da, Saltanat'tan çıkan bir devlet geleneği içinde yetişen kadroların olduğu ülkede, Cumhurbaşkanlığı makamının temsili, onursal ve usulünce yetkilendirilmiş olmasını görüyorlar.
İstanbul Matbuatı'nın bu konuda o zamanlar yazdığını Gazi Mustafa Kemal şöyle aktarıyor: "Bir gün sonra, benim Meclisin yeni dönemini açış nutkumdan söz eden aynı yazar, 'eleştiri eğilimi gösteren en bağımsız düşünceli vatandaşları, zaman zaman susturmaya çalışan tekelci bir siyasal sistem, gelişme ve ilerleme için kahredici bir cehennem demektir' cümlesiyle, uyguladığımız sistem için pek haksız ve insafsız bir iftirada bulunuyor ve 'uğursuz gidişin belli bir noktada durdurulması, yeni bir çığır açılması gerekir.' diyerek, bize yeniden görevimizi hatırlatıyordu". Yani, tarafsız Cumhurbaşkanı istiyordu!
Bana öyle geliyor ki, tartışma bu konuda da aynı da, taraflar farklılaşmış bulunuyor. Bu tartışmanın sonuçlanma biçimini de aktarmakta fayda var: "İstanbul'daki bazı gazetelerin ülke ve cumhuriyetin yüksek yararlarına zarar verici nitelikteki yayınları da, orada öyle bir hava yarattı ki, Meclis, İstanbul'a bir İstiklâl Mahkemesi göndermeyi zorunlu saydı."
Herhalde anlaşılmıştır!
O tartışmanın dördüncü başlığı: Cumhuriyetçi misiniz siz?
Meselenin özü "demokrasi"dir diyenleri, Cumhuriyet Halk Fırkası yandaşları, Saltanat'çılıkla, Hilafet'çilikle suçluyorlar ve ısrarla, günah çıkarmalarını istercesine, "Cumhuriyetçi misiniz siz?" diye soruyorlardı.
Rauf Bey'in cevabını Gazi Mustafa Kemal şöyle aktarıyor: "... Bir halk ki, cumhuriyete taraftardır; bir halk ki, egemenlik kayıtsız şartsız ulusta oldukça cumhuriyetten başka bir şey olmadığını biliyor ve bunu istiyor; istiyor ama uygulayamayız da başka bir yönetim biçimine döneriz, diye halk üzüntü ve kaygı duyarsa... üzülmek mi gerekir, sevinmek mi gerekir?"
Şimdi sanırım 14 Nisan 2007'de o "üzüntü ve kaygı duyan" halk "sokağa" çıkacak. Hakikaten, üzülmek mi gerekir, sevinmek mi gerekir? Sokağa çıkamayacak olanı ise, "toplantı yeter sayısı" diye uyarıyor. Ülke bütün resmi ve sivil kurumları ile, İstanbul Matbuatı dahil bunu tartışıyor.
Ne denir? Sanmayın ki o zaman ki basın farklıydı; elbette daha masumdu ve "demokrasi" derken geçmişin yani istibdatın anısını hala taşıyordu. Ama esasta aynıydı, Rauf Bey'leri "devlet malı"nın "adil" paylaşımında kendilerine yakın buluyorlardı.
Sonuç: O tartışma bu tartışma, ama bize yaramaz
Uzatabilirdim, gerek görmüyorum. Bana öyle geliyor ki, o tartışma bu tartışma... Bu emekçi halkımızın taraf olacağı bir tartışma da değil, "devlet malı, makam, mevki" tartışması. Emekçi halkımızın, bizim, unutmamamız gereken şu ki, tartışma sonunda fatura öyle ya da böyle bize çıkacağına göre, tarafımızı iyi seçmeli: hiçbiri!...
Dün uzlaşma isteyen başkası idi, şimdi CHP'dir; dün istibdatla suçlanan CHP idi, şimdi iki taraf da istibdatçılıkla birbirini suçlamaktadır; dün makamdan uzak kalan "demokrasi, demokratik gelenek, halkın çoğunluğu" diyordu, bugün cumhuriyet elimizden gidecek diye hala "kaygı ve üzüntü" duyan bir takım bürokrat-asker emeklisi mitingler organize ederek, halkımızı temsil etmeyen cumhurbaşkanı istemediklerini buyuruyor, ne felaket ki, "cumhuriyet" için darbeye razı...
Bütün bu tartışmanın dışında, üçüncü, emekçilerden yana bir alternatifi savunanları 28 Ocak 1921'de tartışmanın her iki tarafı da elbirliği içinde Karadeniz'de boğdurmuş ve arkamızdan "serseriler" demişlerdi; ellerini de ovuşturmuşlardır elbet. Sonra, birbirlerini cumhuriyete komployla, suikastle suçladılar: "Fakat, cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bütün aşamalarının bittiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişimde bulundular. Bu girişim, İzmir suikastı biçiminde belirdi. Cumhuriyet mahkemelerinin kahredici pençesi, bu defa da, cumhuriyeti, suikastçilerin elinden kurtarmayı başardı". Bu cümleye 'kimi' sorusunu yöneltmek kafidir; anlamak isteyene tabi...
E şimdi, bize "serseri" diyenlere bizler, yani devrimciler, sosyalistler, komünistler; "tehlikenin farkında mısınız" diyenlere, "elbette farkındayız, tehlike sermayenin sıkışmasıdır, sıkıştığı için faşizme başvurmasıdır; yok Cumhurbaşkanlığı diyorsanız, değiliz, diğer taraf, rövanş alıyor sadece size kolay gelsin" diyeceğiz, kusura bakmasınlar.
Bugün bir Siirt mebusu CHP liderinin "olmaz, suç işlemiştir, dosyaları var, dokunulmazlığa sığınıyor" feveranları arasında Cumhurbaşkanı olacak görünüyor. Ne var bunda, "Cumhuriyet Mahkemeleri'nin kahredici pençesine güvenmiyor musun Baykal?" diye sorası geliyor insanın. Elbette, birileri de Tayyip'e o zaman tartışmanın diğer tarafında olanların amentüsü haline gelen sloganı fısıldıyor o da söylüyor:
"Mesele Cumhuriyet değildir; Cumhurbaşkanlığı da cumhurun meselesidir".
Bu tartışma daha çok sürer; ama bize yaramaz. Emekçi halka anlatacağı tek şey ise, bunların hepsinin geçmişiyle de geleceğiyle de bize karşı olduğunu, bizim de bunların hepsine geçmişte ve geleceğimizde karşı olacağımızı bir gün dahi unutmamamız gerektiğidir.
Gerisi, "yok laiklik, yok gericilik tehlikesi"; neyse gerisini Ertuğrul Kürkçü yazdı zaten: "İslam bahane, devlet malı şahane!".(SE/EÜ)