Haberin İngilizcesi/ Kürtçesi için tıklayın
Sokağın hemen ucunda dik bir yokuş vardı. Babamla beraber yaz sıcağında tırmanmaya başladık.
Babam “Hastane girişi böyle mi olur?” diye söylenmeye başladı. Haklıydı. Yokuş çok dik ve uzundu. Hastanenin girişine geldiğimizde nöbetçi astsubay “Merhaba” dedi, “muayeneler için mi geldiniz?” 14 yaşına basmak üzereydim. Bıyıklar yeni yeni terliyordu. İçeri girdik, belgeleri teslim edildi, kayıt alındı, bir bahriye erinin rehberliğinde hastanenin orta bahçesine çıktık.
Bahçede benim yaşımda en az 50 genç çocuk daha bekliyordu. Ergenlik çağı gelmiş çatmış, aileleri çocuklarının gelecek kaygısı almıştı.
Muayeneler 10 gün kadar sürdü. Saç telinden ayak tırnaklarına varıncaya kadar vücutta tetkik edilmedik uzuv bırakmadılar. İlk kez homofobi ile karşı karşıya kalmam o günlere rastlar mesela.
Zira elbette eşcinsel olup olmadığımıza da bakılmış, bu muayene toplu haldeyken yapılmıştı. Tabii ki bunun yarattığı aşağılanma hissini tarife gerek yok.
‘Bahriye’ mi, ‘bahri’ mi?
Testosteron seviyesi her zaman epeyce yüksek askeri öğrencilik yıllarının başlaması böyle oldu.
Ondan sonra hep “bahriyeli” olmanın erdemlerini, erkek/asker gibi yaşamanın püf noktalarını beynimize kazıyacak mekanizma, tüm ağırlığı ve acımasızlığıyla çalışmaya başlamıştı.
Bu yöntemde –en azından o yıllar için- kadına yer yoktu. Hazırlık sınıfında bir İngilizce öğretmeni üsteğmen hariç tek bir kadın ile karşılaşmadık.
Diğer erkek subaylar da bu kadın subayın gözlerinin içine baka baka, erkeğin kadına üstünlüğünden bahseder dururlardı. Hatta birisi bir gün abartıp “Deniz kadın gibidir, kalleştir, dikkatli olmak gerekir” diye başladı söze, “O yüzden denize ‘bahriye’ derler, aksi halde ‘bahri’ derlerdi” diye bitirdi lafını. O gün için bu ergen oğlan esprisine çok güldüğümüzü hatırlıyorum.
Gemide kadın olur mu?
Askerlik o dönemde pek önemli bir işti. Zira onar yıl arayla üst üste yapılan (denemeler hariç) üç darbe geride kalmıştı. Türkiye, askerlerin idaresinde, 12 Eylül faşizminin yarattığı karanlık bir dönemi yaşıyordu.
Memleketin her alanında olduğu gibi askeriyede de kadın meselesi, üzerinde düşünülmeye gerek görülmeyen pek çok konudan biriydi; kadın, askeriyede “bahriye-bahri” örneğinde olduğu gibi alaycılık ile maçoluğun iç içe geçtiği kötü şakaların merkezine yerleştirilmişti.
Unutmadan, denizciler gemiye kadınların çıkmasının uğursuzluk getirdiğine de herkesi inandırmaya çalışırlar yüz yılardır. Erkeğin kendini kontrol etmekten yoksun olduğu gerçeğini tevatürler ile örtmeye çalışmak bunun adı.
Beyaz üniforma
Malum, denizciler yazın beyaz kıyafetler giyerler. Kadınların en çok bahriyelilerin bu yazlık kıyafetlerini sevdiği rivayet edilir, içten içe bununla da gurur duyulurdu.
Diğer renkte üniformalar giyen karacı ve havacılar ise beyaz elbiseler nedeniyle denizcilere “yenge” derdi. Denizciler buna pek kızardı.
Bir yandan kadın üzerine tonla küçültücü şakalar yapılır, diğer yandan vapurda genç hanımların oturduğu sıralara üstü başı kirlenmesin diye gerekirse cepten çıkaracağınız beyaz mendilin serilmesi gerektiği anlatılırdı. Fakat şüphesiz centilmenlik bu değildi, sonradan ayırdına varacaktım.
Sivil yaşama uyum
Yaklaşık beş yıl süren askeri okul macerası, Harp Okulu’ndan ayrılmam ile sona erdi. Sivil hayata adaptasyon süreci pek zorlu geçmedi benim için.
Eğitim hayatının uzun bir dönemini sadece erkeklerin okuduğu yatılı bir askeri mektepte geçirince karma eğitim bir yandan kendini, diğer yandan da kadınları tanıma, anlama fırsatı vermişti.
Gerçi benim okuldan ayrılmamdan bir sene sonra liseye değil ama harp okuluna kadın öğrenciler de alındı. O dönemin tanığı değilim. Fakat onca erkek askeri öğrencinin arasında sayıları epeyce az o genç kadınların yaşadığı zorlukları tahmin edebiliyorum.
Dayatılan maçoluk doktrini ile mücadele
Ergenlik ve erken yetişkinlik dönemini yaz aşkları ile geçirip, kadın-erkek ilişkilerini çözdüğünü sanmak, hayata bu kısır deneyimler ile yaklaşmak askeri okul yılarından kalan bir başka hataydı.
Arkadaşlarınıza kadınlar ve ilişkiler meselesine dair bir şey söylemek için bire bin katılan avcı hikayeleri nev'inden minik aşk hikayeleri biriktirmiştik hepimiz.
Ve tabii bunların hiçbiri “dışarıdaki” karma hayata dair pek fikir vermiyordu. Bu sebeple, askeriyenin toz kondurmadığı erkeklik hallerini üzerinden atmak öyle kolay değildi.
Kurucu ideolojinin 1920’li yıllarda belli bir standarda oturttuğu ve devamlılık esasıyla bugüne kadar maalesef pek az yıpranarak gelen maço doktrinine en tepeden hem de genç yaşta maruz kalmış birisi olarak, kadına farklı bakmam mümkün olacak mıydı?
Deneme ve yanılmalar ile tökezleyerek ve tabii el yordamlamayla ilerlemeye çalıştım.
Yarım ağız özgürlükçülük
Sonrasında iş arkadaşım ya da sevgilim olan bir kadınla sokağın ortasında bağıra bağıra kavga ettiğim de oldu, başka kadınları türlü nezaketsizlikler yapıp kırdığım da.
Bir kadına öğretmenlik tasladığım da oldu -hani mansplaining denilen o tavır-, bedeni ile ilgili kararlarına küçük ama hadsizce müdahalelerim de.
Kadın hakları mücadelesini tanıyıp anladıktan sonra bile düzeltemediği bazı davranış kalıpları oluyor erkek neslinin. Öyle zamanlar oldu ki, başörtüsü meselesinde özgürlükçü yaklaşımları bile başlangıçta yarım ağız desteklediğimi ama sonradan bu tavrımdan üzüntü duyduğumu hatırlıyorum misal.
Cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı…
Bütün bu sürecin sonunda cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı, feminizm mücadelesinin yanında, hayatı başka bir pencereden görmek için uğraşıyorum, uğraşmaya devam.
Zira hem kendimde hem de çevremdekilerde gördüğüm o ki, erkeğin içindeki o maço kolay çıkmıyor.
Toplum, siyaset ve tabii devlet aklı, kadını ötekileştirdiği yetmiyormuş gibi evde, okulda, askeriyede ve toplumun her kademesinde erkeklere kadına yönelik anlamsız öfke zerk ediyor.
Hele de güçlü bir kadının erkek üzerinde yarattığı aşağılık kompleksi, maalesef kolayca atılan bir şey değil.
Bir öz mücadele gerektiriyor.
Bana dönersek: Yaşadığım eve ve partnerime karşı biraz daha özenli olmak konusunda kat etmem gereken mesafe var hala. (MU/ŞA/APA)