İçeri girmemle birlikte elime bir torba tutuşturdular; torbanın içinden not defteri, kalem, dosya, kokart bir sürü güzel ürün çıktı.
Hemen bir kenara çekilip incelemeye başladım: Oh oh, dünyanın dört bir yanından bir sürü adam ve kadın gelmiş, Türkiye'den de gazeteciler, hocalar öğrenciler.... Program pek zengin...
Başlıkları teker teker okudum, sonra da o heyecanla kendimi büyük salona attım. Bir süre kulaklıktan dinlemeye çalıştım ama, aramızda kalsın, bana biraz ağır geldi, oturduğum yerde sesli sesli homurdanmaya başlamışım.
Etraftan şikayet gelince bizim arkadaşlar yanıma gelip "Abi sen bir etrafı dolaş, bak bir sürü film, gösteri, stand var; onlara takıl" dediler.
Ben de elime bir çay alıp vurdum kendimi koridorlara...
Pandora'nın kutusu
Şimdi, bir odada İtalya'dan gelmiş iki çocuk vardı: Murat Çınar ve Pasquale Manella. İplerle, yastıklarla filan adalar yapmışlar, koymuşlar, küçük küçük yazılar da var. İlgimi çekti daldım içeri.
Perdede mültecilerle ilgili de bir film oynuyor, eğilip yazıları da okuyunca biraz aydınlandım. Elime tutuşturdukları kağıtta, "Pandora'nın Kutusu" yazıyor. Açınca dünyanın tüm kötülükleri dışarı çıkmış. Tek kalan onları geri koyup kutuyu kapatma umudumuzmuş.
Etkilendim doğrusu.
Filmler içimi kararttı
Açtırma kutuyu söyletme kötüyü! Yan odada Amerikalı belgeselci DeeDee Halleck'in Felluce belgeseli, Yüksekova Haber'in görüntüleri vardı; şöyle göz ucuyla bir baktım sonra kaçtım.
Tam içim kararmaya başlamıştı ki üst katta Başkent Üniversitesi öğrencilerinin hocaları Mutlu Binark'la hazırladıkları "Ankara'da Duvarlar Konuşuyor" sergisini gördüm.
Bir ucundan öbür ucuna hüp diye yuttum hepsini. Çocuklar güzel bir iş yapmışlar, duvar yazılarını fotoğraflamışlar.
Oradan da televizyonlarda dönen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin filmlerine baktım. Her televizyonda bir kulaklık var, tam ben ilginç bir hikaye anlatan film için elimi uzattığımda yan taraftan başka bir el daha hızlı davranıp kulaklığı kaptı.
Bir hışım döndüm ki beyaz sakallı inceden bir adam. Dedim "ver kulaklığı ben önce geldim". Adamcağız bir tanımadığım dilde konuşuyor. Neyse tarzanca anlaştık İngilizmiş kendisi, Fergüson mu Figürsan mı ne!
Centilmen adam tabii, elini uzattı elimi sıkmak için. "Zıt Erenköy"ü çektiğim gibi bıraktığı kulaklığı kapıp sandalyeye yapıştım. He he, neye uğradığını şaşırdı...
Telli telsiz iletişim yolları
Ethem Özgüven'in filmleri, NarPhotos'un sergisi derken zaman akıvermiş, üstüme bir ağırlık çöktü.
En yakındaki banka oturdum, baktım boynunda kart asılı birisi geçiyor, çevirdim yoldan "Evladım bir kahve getiriverecek misin" diye konuya girdim. Cevap yok.
Bir daha üsteledim; bizimki koyun gibi melül melül yüzüme bakıyor, yine cevap yok.
Zaten yorulmuşum, sinirim tepeme çıktı, "Büyüklere saygı"diye kulağına yapışmamla kulağın elimde kalması bir oldu. Meğer telsiz varmış kulağında, o yüzden bana cevap verememiş. Affettim keratayı tabii hemen ve oturttum yanıma.
Öğrendim ki bu toplantıda çalışıyormuş kendisi, adı da Elif. Böyle pırıl pırıl, genç, acar bir kız. Onun peşine takılıp bütün çalışanlarla tanıştım.
Kayra, Kuzey, Elif numara iki, Ceren, Aylin, Beyza, Filiz, Mustafa, Onur, Ozan, Güray, Hatice, Sidar, Burçin, Erdoğan, Esra ve diğer Esra, Gökçe, Deniz, Cansu, Didem, İsmail, Cansın, Ebru, Burcu ve diğerleri...
20 küsur genç insan, harıl harıl çalışıyorlar, devamlı oradan oraya koşuşturuyorlar, bir yandan da telsizle konuşuyorlar. Ben de denedim, çok zor, kabloya dolanıp yere yapışmam bir oldu.
Başlarında bir maestro gibi ekibini yöneten Çiğdem Öztürk varmış.
Kendisiyle beş dakika yan yana durdum; bir yandan öğle yemeği fişlerinin dağıtımını ayarlarken, salon önündeki cd'lerin değiştirilmesini hatırlayıp benimle sohbet ediyor, diğer yandan da sol ayağında kahve pişiriyordu.
Ha keza Özlem Dalkıran ve Esra... Telsizi kulağıma takmamla düşmem arasında geçen kısa zamanda pantolonunun her cebinden ayrı bir marifet çıkaran Özlem'in toplantı alanlarında 10 kaplan gücünde olduğuna dair bir anons duyduğumu sanıyorum.
Yeni transfer salon müdürü Nilüfer 'in yanı sıra bizim Leyla, amir Baran ve bilgisayar kurdu Serdal da fevkalade formda gözüküyorlardı.
Etrafta fırıl fırıl dolaşan bu gençleri görünce çok hislendim, hemen kendilerini bir araya toplayıp bir hatıra fotoğrafı çektim.
Sıra olimpiyatlarda
Velhasıl kelam ne olduğunu anlayamadan akşamı etmişim. Saat beş sularında bir anda herkes salona doğru hücuma kalktı, ben de peşlerine takılıp takibe geçtim tabii.
Meğer toplantı sona ermiş, kapanış için Sema'nın ve ta Beyrut'tan kalkıp gelen Umayma'nın verecekleri konser başlayacakmış. Girdik salona oturduk.
İlk önce Sema, her zamanki gibi.
Sonra da Umayma... Kadife bir ses, bağırmadan, sakin sakin sıla hasretinin, vatan özleminin, sevdanın şarkılarını söyledi. Bizim çocuklar geçen aylarda işgale uğrayan Lübnan halkıyla dayanışma için, savaşa karşı küçük bir ses çıkartmak için çağırmışlar Umayma'yı; pek iyi yapmışlar.
Konser bitti ama herkes bir süre koltuklarında çakılı kaldı. Ardından Cumhur Kılıçcıoğlu 'nun kapanış bildirgesini okumaya başlamasıyla yerimden zıplayarak kendime geldim.
"Başka bir iletişim"için medyaya, devletlere çağrı yapıyordu metin. Sözünü dinletebilir mi bilmem ama ben geçen hafta sonu farklı bir toplantı izledim.
Yani nasıl söyleyeyim; o hayat dolu, gözleri parlayan gençleri düşündükçe yanaklarımdan yaşlar şorul şorul süzülüyor.
Mühendis Hakan abi de söylüyor: Bunu yapabildiklerine göre bir dahaki sefere olimpiyat bile düzenleyebilirler! (EA/TK)