Yaşar Kemal'in deyimiyle "sarı yağmurların yağdığı" aydı... Yani mayıstı. Hem de 1 Mayıs... Anamın beni kör topal giden hayata, Diyarbakır'a bıraktığı gündü... O gün, doğduğum gün, bir "armağan" olarak izleştirmişti filmi bana. Ben o gün onun babasının sesini izlerken/dinlerken o hemen yanımdaki odadaydı. Hissediyordum onu... Bu kadar yakındı bana... Ama bir o kadar da uzaktı bana.
Sonra "sarı yağmurlar" da diner ve "sarı sıcaklar" yaşanmaya başlanır. Bereketli toprakların orta yerinde Adana Altın Koza Film Festivali Yarışması'nda "En İyi Film" ödülünü almak için sahneye çıkar ve "Bu ödülü barışı arayan annelere adıyorum" der. O gece babasının sesini bütün bir ülke duyar.
Çok sonra "sarı yağmurlar" gibi "sarı sıcaklar" da çekip gider ve "elinin arkasında güneş duruyordu, aylardan kasımdı ve üşüyorduk" denilen aya doğru yol alınıyordu. Evet, üşüyorduk... Çünkü o gün onunla İstanbul galası için buluşurken, günlerdir "açlık" içinde olan bedenler "Taş Bina"ların içinde eriyordu. Onun deyimiyle "insanlar açlığa bedenlerini yatırmışken sinema konuşmak, izlemek anlamsızdı" bugünlerde. (Ama unutmamak adına, ama hatırlamak adına... Bilmem biliyor musunuz "60 gün" oldu. Orada, "Taş Bina"ların içinde on bin insanın "açlık" içindeki bedeninden bir şeyler kayboluyor, eriyor ve yitiriliyor...)
Yine de sinemanın bir şeyleri değiştirebileceğine inanarak Beyoğlu Sineması'nda yapılan gala öncesi "Babamın Sesi"ni bir de ondan dinleyelim dedik ve hepimize babasının sesini anlattı filmin hem Orhan Eskiköy ile birlite yönetmeni hem de oyuncusu olan sevgili Zeynel Doğan.
Herkesin anlatacağı bir hikâyesi, bir derdi, bir sıkıntısı var, derler. Senin de annene, babana ve geçmişte yaşadıklarınıza dair dertler miydi bu hikâyeyi anlatmaya götüren?
Herkesin içinde bir dert ya da anlatmak istediği bir şeyler vardır. Benim açımdan da öyle bir şey. Anlatmak istediğim bir şeyler vardı. Ya da değişmesini istediğim bir şeyler vardı. Bunu da sinema üzerine düşünen ve film yapan biri olarak da iyi tanıdığım öykülerden yola çıkarak yapmayı denedim. Ki birçok insan da öyle yapar.
Ben ailem üzerinden bir takım şeyler anlatılabileceğini düşündüm. Bu film de öyle oldu. Yani kendimi biraz daha merkeze alan, biraz bunun üzerinden ailemin yolculuğuna çıkan, bir aile üzerinden toplumun derdine giden bir durum oldu. Ailemin de şu memlekette yaşayan her birey gibi bir temsiliyetinin olduğunu düşündüm. Bir sıkıntı varsa bu sıkıntıya dair bir temsiliyet vardı. Annemin (Basê) de benim de bir temsiliyetim vardı. Ve yaşanan dertlerden de çok bağımsız değildik.
Düşündüğüm zaman da bu öykü ile babama dair, çocuklarına dair, annemin yaşadıklarına dair bir dert vardı... Bir zehir vardı, onu attım. O açıdan bildiğimiz, tanıdığımız bir noktadan yola çıktık ve bu kurmaca filmi yaptık. Bundan sonra yapacağım şeylerde de herhalde onların devamı niteliğinde olur.
Filmin çıkışı da ses kasetleri üzerinden doğuyor ve ilerliyor. Film boyunca dinlediğimiz sesler orijinal kasetlere ait sesler miydi?
Filme böyle kaynak olan ilk şey ses kasetleriydi. Yani babam bize ses kasetleri gönderirdi, biz de ona ses kasetlerimizi gönderirdik. Yıllarca bu iletişim üzerinden gittik. Annem de yıllarca bu kasetleri sakladı ve bugüne kadar geldi.
Bu kasetler bir dönemin kaydı olduğu kadar annemin eşine dair hissettiklerinin, söylediklerinin kayıtlı olduğu kasetlerdi de. Ancak bu ses kasetleri bir kurmaca filmi taşıyacak teknik düzeyde ve içerik olarak da kurmacayı taşıyabilecek durumda değildi. Dolayısıyla yeniden kayıtlar yaptık.
Ama tabi gerçekten yeniden beslenen, büyük bölümü babamın söylediği, bize ilettiği şeylerdi. Ve biz bunları yeniden kayıt yaptık.
Yaşanmış acılar var... Giden bir oğul var... Uzakta olan bir baba var... Tüm yükü üzerinde taşımak zorunda kalan bir de anne var... Ki bunu en derinden yaşayan annen Basê'dir. O günleri ve acıları yeniden bir kez daha filmsel zaman içinde oynamak annen için zor olsa gerektir?
Zor oldu. İlk biz yola çıktığımız zaman ben bu filmi belgesel yapmak istiyordum. Ve belgesel olarak çıktığımız zaman annemi bir şekilde ikna etmiştim bu film içinde bulunması noktasında. O günlük yaşamına devam ederken, ben kamera elimde onu takip edecek, birkaç soru soracaktım. Böyle bir düzeydeydi ve belgesel olarak "evet" dedi. Ancak sonra bu kurmaca bir işe dönüştü. Yani kamera gelecek, ekip gelecek, ışıklar kurulacak, duvardaki boyaya müdahale edilecek, oturulan kanepeye koltuğa müdahale edilecek... Hayatımız yeni baştan kurulacak. Her ne kadar bildiğimiz, kendimize dair şeyler oynasak da, kendimiz olmaya çalışsak da bir şeyler yeniden kurulacaktı. İşte bu konuda zorlandı. Şimdi kendisine ait olmayan şeyler anlattı.
Filmdeki Maraş katliamıyla ilgili bölüm var. Benim annemin, bizim yaşadığımız olarak geçen bölüm... Gerçekten Maraş'ta böyle bir şey yaşandı. Mustafa Doğan diye biri yaşıyor. Tutanaklarda ve kayıtlarda bu var. Basê dedi "ya ben bunu diyeceğim ama konu komşu ne der... Akrabalar ne der... Yalancı! Yalan söylüyor, derler..." Şimdi filmi kurmaca olarak düşünmeyen, oyuncu olmayan bir olarak bu konuda zorlandı. Zorladı da bizi.
Ama sonuç olarak güçlü durdu. Seti taşıdı. Moral motivasyon olarak benim moralimi artırdı. Orhan'a güç verdi. Diyalog yazımında katkıda bulundu. Birçok şeye damgasını vurdu. Yine filmin gücü, belli noktalara damgasını vuran Basê oldu. Ki film bu noktaya geldiyse Basê sayesinde, annemin sayesinde oldu.
Filmi ilk izlediğim zaman hatırlıyorum şöyle demiştim Basê için, bu Gorki'nin sözcüklerle yarattığı Ana'sı... Basê'nin film boyunca siyahlar içindeki elbisesi, aklar içindeki saçları, yürüyüşü, duruşu, konuşması, hareketleri, acısı, sessizliği, hüznü, umudu, direnişi ve bitmeyecek olan bekleyişi bende bu çağrışımı doğurmuştu.
Basê'den herkes kendisinden bir şeyler buldu. Çoğu kişi çok güçlü bir kadın duruşu var, çok güçlü bir anne, ısrarıyla, duruşuyla, umuduyla, gücüyle, asaletiyle bu bizi de temsil eden bir kadın, dediler. Yani Basê ile bu bakımdan herkes kendisiyle ilgili bir bağ kurabildi ve bundan zorlanmadılar. Sonuçta Basê güçlü duruyor. Bu memlekette yaşanan birçok derdi de temsil eden ve bundan çok etkilenen bir kadın. Basê'yi anlamadığımız müddetçe, onun dünyasına girmediğimiz müddetçe Babamın Sesi'ni çok da anlamayabiliyorsun.
Filmin ilk sahnesinde ağacın dibindeki adamın kim olduğu nereye gittiği belli değildi. Adamın sırtı boşluğa dönüktü ve görünürde ne bir ev ne de bir yerleşim yeri vardı. Sahnenin düzenlenişi de bir "kaybolmuşluk" duygusu vermekteydi. Filmin son sahnesinde ise "kaybolmuşluk" duygusu yok olur. Sahnenin düzenlenişi bu kez bir "var olmuşluk" duygusu vermektedir. Ağacın dibindeki adamın kim olduğu belli olmuştur. Mehmet kendini bulmuş ve hissettiği babasının sesini sırtına almış gibidir.
Şimdi bu süreç şöyle bir şey Mehmet açısısından. Baba olma babalık duygusuyla birlikte babasını tanımaya yönelik bir merak, sürecin biraz daha ilerlemesiyle onu harekete geçiriyor. Çünkü sonuçta baba oluyor ve babalık duygusuyla ilgili bir şeyler hissettiği anda kendi babasıyla ilgili bir şeyler hissetmeye başlıyor. Kasetler üzerinden onu tanımaya doğru bir yolculuk oluyor başta. En son bir bütün olarak topladıklarından, annesiyle olan diyaloglarından babasına bir ses kasetleri göndermiş oluyor aslında. En son aşamaya yani final noktasına da götüren o. Genel bilgilendirilmesi oluyor. Mehmet babasını birazcık da olsa nerden nereye geldiğini anlamış oluyor.
İki Dil Bir Bavul'da anadil sorunu yaşayan Kürt çocuklarının hikâyesini izlemiştik. Bir bakıma kendimizi, çocukluğumuzu görmüştük orda. "Babamın Sesi" de "İki Dil Bir Bavul"un devamı olarak ele alınabilir mi?
Babamın Sesi, bir bakıma "İki Dil Bir Bavul"daki çocukların büyümüş halidir. Yani bu memlekette anadil sorunu yaşayan, okula ilk başladığı anda dil sorunu yaşayan, okula ilk başladığı anda Türkçe bilmezken Türkçe okuma-yazma öğrenmek zorunda kalan çocukların bir derdiydi. Diyelim ki bu çocuklar bir şekilde asimile oldu. Diyelim ki bu insanlar bir şekilde Türkçe öğrendi. E sonra ne oluyor? Bu insanlar büyüyor değil mi? Bu memlekette yaşıyorlar? Bunlar sonra ne yapıyorlar, hangi ilişkiyi ne düzeyde yaşıyorlar? Buna dair bir şeydi. Kimi dağa çıkıp gerillaya katılıyor. Kimi toplum içinde yaşıyor, ama barışık olmadan yaşayabiliyor. Babamın Sesi bu bakımdan İki Dil Bir Bavul'un devam filmi olarak ele alınabilir.
Babamın Sesi'nin de devamı gelecek gibi görünüyor. Sanki bu kez giden, Basê'nin umutla beklediği oğlu Hasan'ının hikâyesini izleyeceğiz gibi bir his var.
Sonuçta, Hasan durumunda gelenler olursa ne olur diye sormak gerekir? Geri gelirse tekrar yaşayabilir mi, sormak gerekir? E tabii böyle düşünmüyor değilim. Benim açımdan yapacağım şeyler Babamın Sesi'nden izler taşıyacak filmler olur gibi.
Herkes İstanbul'u düşünürken ve hayal ederken film karesi olarak sen Diyarbakır dedin ve kameranı alıp oraya gittin. Hatta şöyle bir sözün de var hatırlıyorum:"İstanbul'da kameramı nereye çevirsem kaydedecek bir kare yok..." diye. Yani bir de böyle bir derdin vardı. Ve bu dert sinema yapma adına, orada yaşananları kaydetme adına, yaşananlara tanıklık etme adına seni böyle bir yolculuğa çıkardı.
Ben üniversite okurken -Eskişehir Üniversitesi- bitirirsem ben Diyarbakır'a gidip yerleşeceğim, dedim. Sinema yapacaksam da orda yaşamam gerekiyor, diyordum. Çünkü anlatmak istediğim birçok şey oradaydı. Ora ile ilgili bir yaşam vardı. Orda bir sorun vardı. Orda bir savaş vardı ve bu savaş devam ediyordu. Bir şeyler yapacaksam da orayı tanımakla, orayı sıcağı sıcağına hissetmekle mümkündü. Orda bir savaş varken ben burada Beyoğlu'nda, Taksim'de kamera kullanamazdım. Yani en azından bunu bireysel olarak tercih edemezdim. Çünkü çok da uzağımda olmayan yanı başımdaki Diyarbakır'da, Hakkâri'de, Mardin'de bunlar yaşanırken onların içinde olmadan, onları hissetmeden film yapmak mümkün değildi. Sinemayı geliştirmek pek mümkün değildi gibi geliyordu bana.
Diğer bir nokta tanımak ve tanışmak... Orda belgelenmesi gereken çok şey var. Yani Kürtler açısından ya da Türkiye'deki toplumlar açısından kaybedilmeye çalışılan, üstü kapatılmaya çalışılan birçok şey var. Film yapmasak, kurmaca yazmasak bile senaryoyu kamerayı alıp köy köy dolaşıp kayıtlar yapmamız gerekiyor. Bu kimi zaman bir masal olabilir, kimi zaman bir köy yakma olabilir, kimi zaman da katliam olabilir. İşte böyle belgelemelere ihtiyacımız var. Benim çıkış noktam buydu biraz. Gideceğim orada belgelemeler yapacağım... Belgeseller yapacağım... Daha iyi tanıyacağım. Ve oradan da beslenerek kurmacalar yapacağım diye düşünüyordum.
Yolumuzun Orhan (Orhan Eskiköy) ve Özgür (Özgür Doğan) ile tanışması biraz da buraya dayanır. Biz belgesel gücünden yararlanan, belgeselin beslediği kurmaca filmler yapmayı düşündük. (KT/AS)
* Yazıda emekleri olanlar var... Bunun için İmc Tv "Kültür Mantarı" ekibinden sevgili Aram Dildar ile Berrak Sırma'ya sonsuz teşekkürler..