Çocukluk biraz da alınganlık ve gösteriş düşkünlüğü işte...
1999'da yani ben 21 yaşındayken babam kolon kanserine yakalandı. O güne dek babası olan bütün çocuklar gibi babamın hiç hasta olmayacağını, hiç ölmeyeceğini, olsa olsa bir parça yaşlanacağını düşünüyordum.
1999'daki Marmara depremi olmadan bir ay önce babam zayıflamaya, keyfini yitirmeye ve renksizleşmeye başladı. Babalara özgü iştahı da artık onu terk etmişti. Ben üniversiteden mezun olmuştum, Ekim'de Paris'te karşılaştırmalı edebiyat yüksek lisansı yapmaya gidecektim, son İstanbul turlarımı atıyordum. Evde olup bitenlerle fazla ilgilenmiyordum.
Geç saatlerde eve geldiğimde babamı ayakta bulmaya başladım. "Anne babalı" yaşamın en iyi örneğini bulduğum "bizim ev" artık babamı dayanılmaz olduğu apaçık ağrılarla kendini duvardan duvara atarken bulduğum bir apartman dairesi olmuştu.
Babamın ağrısının geceyi yırta yırta sabahı bulduğu bir gün, doktora gitmeye karar verdik. Birkaç gastroentroloğa gittik, bir üroloğa göründük falan... Pek bir şey çıkmadı. Hani bazen öyle olur, bir sonuca bir türlü varılamaz, testler, röntgenler bir sonuca ulaşmaz, ağrılar acılar dinmez.
Sonra bir genel cerraha gittik, babamla ikimiz. Geç saat Nişantaşı'ndaki muayenehanesine. Başka hasta yoktu; kimsecikler yoktu hatta.
Doktor teste sonuçlarına bir göz attı fazla yüz vermedi, sonra elle muayene etti. Bağırsağınızda elime bir kitle geliyor" dedi. Babam hemen, "Kanser mi?" diye sordu. Doktor en iyi ihtimalle bir iltihap kitlesi ama büyük ihtimalle kanser dedi ve ben kontrolsüzce ağlamaya başladım.
Üzerimdeki kıyafet anlamını yitirdi, bulunduğumuz yer, önümde duran kül tablası, cebimde hissettiğim cep telefonu... Yolda babam kanser olup iyileşen birkaç arkadaşından söz etti, sakince. Ben de babamın iyileşeceğinden şüphem olmadığını tekrar edip duruyor ama ağlamamı durduramıyordum.
"Gel taksiye binelim baba, yorulma" dedim. Her zamanki gibi babam arkaya sığamadığı için ön koltuğa oturdu, ben de arkaya. Taksinin her ani hareketinde ya da freninde babamın kafası sağa sola savruluyordu. Taksiciye o kadar kızıyordum ki... "Yapma işte, güçsüz şu anda babam, onun güçsüzlüğüne saygılı ol, kafasının savrulmasına müsaade etme" diye. Sağımızdan solumuzdan birkaç metre daha önce gitmek için kuralsızca geçen arabalara ikimiz de "tepeden" bakıyorduk. Babam asla böyle araba kullanmazdı.
Babamın ensesinden her zaman aromalı, kayısı gibi kokan teri akıyordu. "Terlemek yaşamaktır" diye geçirdim içimden. O güne kadar olduğu gibi o günden sonra da her gün hepimizden önce kalktı, duş aldı, işlerini yaptı, kendine acımadı, enerjisini sakınmadı bizden ve dünyadan.
Ben yapay bir babasızlık yaşamaya başladım. Sahici bir acı üzerine henüz gerçekleşmemiş bir dram kurdum. Kişiliğimin zaaflı koridorunu başrole çıkarıp, "onun için bir şey yapamama" çaresizliğini hemen ruh halime ekledim. Bir arpa boyu yol gitmedim yani. Sıradan bir biçimde "başa gelen felakete" boyun eğdim. Babamın yaptığını yapamadım, oradan bir yenilik çıkaramadım. Olsun, babam çıkardı.
Sonra deprem oldu. Ameliyat günümüz depremden bir gün sonraydı. Ertelenmedi. Deprem gecesi yalnızca babamın tomografilerini, pijamalarını, bir de kendimize birkaç giysi alıp çıktık evden. Arabada uyur gibi yaptık.
Sabah hastane... Öğlen ameliyat. Bir hafta sonra kemoterapi seansları. O seanslarda da babamı yalnız bırakmadım. Acaba o da "benim de kızım var" desin diye mi yoksa sadece onu sevdiğim için mi, bilmiyorum tam olarak... Ölmeyeceğini anladığım andan itibaren ben de silkelenip kendime geldim ama.
Babam iyileşti. Kemoterapilerden çıkıp işe gidiyordu. Artık son birkaç yıldır kontrollerine bile gitmiyor, "ben kendimi bilirim" diyor. Öyle diyorsa öyledir...
O ameliyata girmeden önce kendime verdiğim sözleri unuttum... Babama yine bağırıyorum, yine ona sert sözler söylüyorum. Bu böyle oluyor anladığım kadarıyla. Acılar ve kötü günler akla yapışıp kalmıyor.
Diyeceğim o ki, babalar günü vesilesiyle, babalar büyük ihtimalle çocuklardan önce ölür. Hem doğal olanı budur hem de böyle olması daha az acı vericidir.
Baba demek bir zaman sonra babasız olmak demektir. "Bu basit diyalektiği bize satma" demeyin... Bu "acıklı edebiyatı" yapıyorum çünkü bu babalar gününde "babasızların" babalar gününü kutluyorum. Babasından uzak olanların, babası ölmüş olanların, hiç babası olmamış olanların...
Hayatta kendi kendilerinin babası olmak mecburiyetiyle yaşamış olanların, kendi kendisinin babası olanların babalar günü kutlu olsun. (NZ/EÜ)