Bilim ve teknoloji devrimi yakın çağda gerçekleşti.
Kölelik kalktı.
Toprağa bağlı yarı köle serfler, tarım işçilerine dönüştü.
Burjuvazi ve işçi sınıfı tarih sahnesinde yerini aldı.
Köle-kölebeyi, serf-derebeyi çelişkisi yerini emek-sermaye çelişkisine bıraktı.
Bu son yaman çelişki, yani emek-sermaye çelişkisi çözülmedi. Yüzyıllardır ad ve biçim değiştirerek sürüyor.
Yeni Dünya Düzeni (YDD), küreselleşme, globalleşme ve post-modernizm adlarıyla piyasaya sürülen ideoloji, emek sermaye çelişkisini gizlemeye çalışan burjuva siyasetinden başka bir şey değildir.
"Aydınlanma Aklı, Pozitivizm, Sekülarizm ve İlerleme" şiarlarıyla tarih sahnesine çıkan "Modernizm", daha düne kadar burjuvazinin baş tacıyken, bu gün "günah keçisi" ilan edilmiştir.
Ve onun yerine, aklın karşısına mistisizmi çıkaran, muğlaklığı benimseyen Post-modernizm yüceltilmiştir. YDD'nin ekonomik alt yapısı "küreselleşme" ile tanımlanırken, felsefi zeminde de post-modernizm, YDD'nin ikinci ayağını oluşturmuştur.
"Modernizm" dine karşı aklı ön plana çıkarttığı için, bu gün islamcılar da dolaylı olarak post-modernizmle buluşmuşlardır. Sorunların asıl kaynağı olan kapitalizm, eleştirilerin dışında tutularak, insanlığın yaşadığı krizin nedeni olarak akıl, teknoloji ve laiklik hedef gösterilmiştir.
Günümüz dünyasının sorunlarını ne modernizm, ne de post-modernizmle açıklamak olanaksızdır. Çünkü sorunların esas kaynağı, üretici güçler üzerindeki özel mülkiyettir; emek-sermaye çelişkisinin devrimci bir tarzda çözülmemiş olmasıdır.
Sekiz saatlik iş günü dört saate inmeli
Bundan tam 118 yıl önce işçiler, sekiz saatlik işgünü hakkını kazanmak için sokaklara döküldüler. Ve bu hakkı kazandılar. Yani insanlık yüzyıldır günde sekiz saat çalışıyor. Günümüz dünyasında daha az emekle, daha çok üretme olanaklarına rağmen, insanlık hala neden günde sekiz saat çalıştırılıyor?
Nedeni açık: Burjuvazi daha çok kar istiyor.
Emek sermaye çelişkisi devam ediyor.
Dünyada, özellikle son çeyrek asırda, birbiri peşi sıra aklın sınırlarını zorlayan teknolojik devrimler yaşandı. İnternet, cep telefonları, DNA ve genlerin çözümü, canlı kopyalama ve benzeri. Balta girmemiş orman kalmadı.
Dünyanın en uzak köşesindeki hammadde kaynaklarına değin ulaşıldı. Üretimdeki verimlilik alabildiğine arttı. Çalışanların hakları ise bu gelişmelerle aynı oranda artmadı. İşçiler, memurlar, teknisyenler, bürokratlar hala günde sekiz saat çalışıyor, çalıştırılıyorlar.
Kimi ülkelerde ve tarım alanlarında iş günü sekiz saati de geçiyor.
Oysa insanlar bu gelişmelere paralel olarak, daha az -örneğin günde dört saat- çalışarak aynı ücreti almalı, aşka, sanata, spora, çocuklara zaman ayırabilmeli!
Ütopyalarımız
Fransa'da, Sosyalist Parti iktidarında haftalık çalışma süresi 35 saate indirilmişti. Yani günde yedi saate. Bu diğer Avrupa ülkelerinde ateşleyici bir örnek olabilir derken, Fransa'da bugünkü sağcı hükümet, bu hakkı geri almak ve patronlara inisiyatif vermek istiyor.
Kazanılmış hakların, öyle bir gecede yapılacak darbelerle geri alınamayacağı bir ülke olan Fransa'da, çalışanlar sokaklara döküldü. Yarım milyona yakın insan, hükümetin bu yeni yasa tasarısına karşı seslerini çıkardılar. Oysa otuzbeş saat bile çok.
Yirmibirinci yüzyılda insanlar, haftada en fazla yirmi saat çalışmalı ve asgari yaşam standartlarına sahip olmalılar. Çalışma saatleri düşünce, işgücüne olan ihtiyaç sayesinde işsizler de iş bulma olanağına kavuşurlar.
Bir ütopya mı bu?
Olabilir. Ütopyalara gereksinimiz yok mu? Hayal kurmaya. İyimser olmaya. Kötülerden, karamsarlardan, kadercilerden, düzen savunucularından, kanun koruyucularından aramıza bir fark koymaya. Güzel günleri düşlemeye hakkımız yok mu?
"Güzel günler göreceğiz çocuklar / Güneşli günler göreceğiz / Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar / Işıklı maviliklere süreceğiz..." demeye.
Az çalışmaya; aşka, sanata, spora, çocuklarımıza zaman ayırmaya ihtiyacımız var. Ekmek bulamayan insanların olduğu, hala açlıktan çocukların öldüğü bir dünyada bunları savunmak fantezi gibi gelebilir. Ağlamayana ekmek vermiyor zalimler.
Eğer Amerika işçilerinin başını çektiği sekiz saatlik işgünü mücadelesi verilmeseydi, bu gün hala günde oniki saat çalışıyor olacaktık. Baş eğmeye, politika sahnesinden dışarı itilmeye alışmış bir toplum, dört saatlik iş günü için savaşamaz elbette.
Hele o toplumun "en ileri kesimleri", geçici gerilemelerden, örneğin sosyalist sistemin çökmesinden, kapitalist sistemin egemenliğini ilan etmesinden ve ülkemizde yapılan bir darbeden sonra karamsarlaşmış, kararmış ve sisteme entegre olmuşlarsa işimiz zor. Veya oturup devrimi bekleyerek pasifizme ideolijik kılıf arıyorlarsa. Veya AB'den medet umuyorlarsa yine işimiz zor.
Zor ama imkansız değil
Bir insan yaşamı için çok olsa da, insanlık tarihinde 25 yıl çok küçük bir zaman dilimidir. Türkiye'de son çeyrek yüzyıldaki görece gerilemeler, dünyada kapitalist sistemin son 15 yıldaki zaferi, dünyanın ve tarihin sonu değildir.
Yeni bir dünya, alternatif bir düzen mümkündür. Zor, ama imkansız değildir.
Fransızca bir halk deyimi vardır: "Impossible, n'est pas français".
Yani "İmkansız, Fransızca değildir". Bunu bütün dünya dillerine uyarlamak gerekir. Örneğin, 'İmkansız, Türkçe değildir', "Az çalışmalı; aşka vakit ayırmalı" diyerek güne başlamak, üzerimizdeki ölü toprağını atabilmak için ilk adım olabilir.(AO/EÜ)