Yaklaşık yarım asırdır sahnede, perdede ve kamera arkasında dimdik duran bir isim Ayşenil Şamlıoğlu. Tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen, eğitmen…
Çoğumuz onu ilk kez Ferhunde Hanımlar dizisindeki unutulmaz Meftune karakteriyle tanıdık fakat Şamlıoğlu’nun sanatsal yolculuğu çok daha öncesine dayanıyor.
Erkek egemen bir alanda hem oyuncu hem yönetmen olarak var olmayı başarmış, özgün dili ve tavrıyla kendi alanını açmış güçlü bir kadın.
Mersin’de 19-21 Aralık tarihlerinde Mersin’de düzenlenen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivacli’nde bir araya geldiğimiz Ayşenil Şamlıoğlu, tiyatroya nasıl başladığını, tanıklık ettiği dönemleri, sanata bakışını, sansürü, özgürlüğü ve hâlâ neden sahnede olduğunu bianet için anlattı.
Kaç yıldır tiyatro yapıyorsunuz?
Vallahi 48 yıl oldu. 48–50 diyelim. Yani 50 de olabilir ama ben ortalama 48 diyorum. Aslında 50’yi buldum herhalde. Belki bunun için büyük bir organizasyon yapmak gerekir.
Nelere tanık oldunuz? İlk başlangıç nasıl oldu?
Ben konservatuvara gitmek istedim ama ailem buna çok sıcak bakmadı. “Konservatuvar eğitimi çok nitelikli bir eğitim değil, sonra mutsuz olursun” dediler. “Önce bir üniversite oku, sonra istersen konservatuvara gidersin” diye düşündüler.
Ben de ODTÜ’de mimarlık okumaya başladım. Üçüncü sınıf bittikten sonra okulu bıraktım, dördüncü sınıfa geçmedim. Öğrenciyken evlendim. Babam “Bu kadar sevmeden bir bölüm okunur mu?” dedi. Ben de mimarlıkta yaratıcı kısmı sevdiğimi ama statik, strüktür, beton tarafının bana göre olmadığını söyledim. “Ben yaratıcı bir şey çizeyim, mühendisler onu ayağa diksin ama bu tarafı sevmiyorum” dedim.
Babam bana çok önemli bir şey söyledi: “Eğer senin bu kadar yıl kaybetmene ben neden olduysam çok üzgünüm. Çünkü benim yetiştirdiğim evlat bir ev hanımı olamaz. O mutlaka bir eğitim alır ve bir hedefe yürür. Bu hedefin bu kadar ciddi olduğunu bilseydim baştan desteklerdim. İstediğin yolda ilerle."
İlk oyununuzu hatırlıyor musunuz?
Tabii ki. “Ayakta Durmak İstiyorum.” Çekoslovak Devrimi sırasında geçen bir oyundu. Ben de Çekoslovaklardan birini oynuyordum. Zor bir roldü. Ardından “Susuz Yaz” oynadık, sonra Çehov oynadık. İki yıl Adana’daydım.
Adana Devlet Tiyatrosu’nu kuran dokuz oyuncudan biriydim. Dokuz kişi hem çocuk oyunu oynuyorduk hem de seyircinin ayağını alıştırmak için sürekli oyun çıkarıyorduk. Bir sezonda dört–beş oyun çalışmak zorundaydın.
Peki şunu da merak ediyorum acaba televizyona geçişiniz nasıl oldu?
Ben çok katı, tutucu bir tiyatrocuydum. Asla dizi düşünmüyordum. Seslendirmeye de çok karşıydım. Oyunun ana fikri kayboluyor diye düşünürdüm. Sahnede oynayan bir oyuncunun sesi tanınırsa ben bunun parçası olmak istemezdim.
Ankara’da “Ferhunde Hanımlar” çekilmeye başladı. Melek Baykal aradı. Yeni bir karakter girecekmiş. Tüm Devlet Tiyatrosu oyuncuları “İlle bu kişi olsun” demişler. Melek bana “Boşanmışsın, elinde bir çocuk var, hâlâ kırıtıyorsun.
Sabahın köründe kim izler diyorsun ama bu iş senin hayatını değiştirir” dedi. İkna oldum. Bir hafta sonra sokakta herkes bana bakıyordu. Bir kadın “Meftune Hanım” dedi. Ben boş boş baktım. Sonra alıştım. Hatta iyi ki yapmışım dedim. Melek’e hâlâ “İyi ki beni ikna etmişsin” derim.
Hayatınızda sizi etkileyen, cesaretlendiren kadınlar oldu mu?
Macide Tanır ve Beyhan Saran. İkisi de çok kıymetlidir. Beyhan Saran bir gün bana “Bu ülke bir değerler mezbahasıdır. Bu bilgiyle dur. Kim ne derse desin yolunda yürü” dedi. Omuzlarım ne zaman çökmeye başlasa bunu hatırlarım. Macide Tanış ise çok büyük bir ustaydı. Sana öyle bir bilgi aktarır ki okulda alamazsın. O bilgi insandan insana geçer, o yakınlık çok değerlidir.
Bu mesleğin hem varlığı hem yokluğu var. Zor bir meslek çoğu açından bir kere erkek egemen bir dünyada var olmak nasıldı?
Ben alnımın ortasına tokadı basarım. Lakabım deliydi. Deliden herkes kaçar. Bir oyunu yönetirken bütün şefler “Bunun yanında bizi rezil etmeyin” demiş. Sonra herkes işini dört dörtlük yapmış. Çünkü en ufak hatayı anlayacağımı biliyorlardı.
Bu deliliğin nedeni meslek aşkı. Bana yapılan hiçbir şeye aldırmam ama tiyatroya ihanet ederseniz affetmem. Sanatı korumak zorundayım. Ben edemiyorsam, sen de edemezsin.
“Tiyatro bitti” söylemleri çok yaygın. Aynı fikirde değilim fakat sizin ne düşündüğünüzü merak ettim.
Asla bitmez. Sinema geldi bitmedi, televizyon geldi bitmedi, internet çıktı bitmedi. Arkaik dönemden beri var. Çünkü tiyatro birlikte var olma biçimidir. Salona girdiğinde “yalnız değilim” dersin. Birlikte gülür, birlikte ağlarsın. Farkında olmadan bir dayanışma yaşarsın. Sahnedeyken seyirciden dalga dalga enerji gelir. Pozitifse yükseliriz, duvar gibiyse omuzların düşer. Tiyatro enerji alışverişidir ve bu yüzden yüzyıllardır sürüyor.
1960’lar, 1980’ler derken, ömrünüzle tiyatroya tanıklık ettiğiniz gibi politikaya da ettiniz aslında. Memleketin politik gelişmelerine diyeyim. Tüm bu süreçler sizi dönemler sizi nasıl etkiledi?
Ben asla yenik düşmemek gibi sabit bir fikre sahibim. Kendimi hep dik tutarım. Aynaya bakar, “Hadi yüzünü yıka, seni seviyorum” derim. Tartışmalarda kendimi seyirci yaparım. Odanın üstüne çıkarım, evin üstüne çıkarım, şehrin, ülkenin üstüne çıkarım. Uzaya çıkıp geri bakarım. O zaman anlarsın neyin ne kadar önemsiz olduğunu. Ben tanık olmayı seçerim. Bu tanıklıkla oyun yaparım.
Sahneye taşıyacağınız bir oyunda vazgeçilmeziniz nedir?
O oyunda topluma söylemek istediğim en az bir cümle olacak. Yoksa yapmam. Benim tiyatrom benim tanıklığımdır. Klasik yapacaksam bile bugüne dair bir sözü olmak zorunda. Prometheus mesela… Bilgiyi taşıdığı için cezalandırılan insan. Işıktan korkanlar. Klasik ama hâlâ çok güncel.
Sansürün ve dolaylı baskıların hissedildiği bir ortamda tiyatro üretmek sizde nasıl bir duygu yaratıyor?
Kurum tiyatroları her zaman daha zor durumda. Bazı şeyler doğrudan söylenmez ama hissedilir. “Bu oyuna girersen sorun olur” duygusu verilir. Bir keresinde iki milletvekili oyunu izlerken kalktı, “Bu oyunu kaldırın” dedi. Bunlar hep oldu. Bugün daha görünür. Bağımsız tiyatrolar daha cesur. Kurum tiyatroları ise her dönemden, her konudan örnek vermek zorunda.
Erkek egemen bir meslek alanında hem oyuncu hem yönetmen olarak ayakta kalmak nasıl bir mücadele gerektirdi?
Külhan Bey Operası’nı yönetiyorum. Sahnede bir sürü şey istiyorum. Kalabalık bir erkek oyuncu kadrosu var ve istediklerimin belli bir şiddette, belli bir tempoda yapılması gerekiyor. Kendi aralarında kulise geçtiklerinde söylenmişler: “Kadın haliyle bize nasıl delikanlılık öğretmeye, nasıl bilinen şeyleri anlatmaya çalışıyor?” Teknik ekipten yanıma gelenler de oldu. “Hakkınızda atıp tutuyorlar” dediler. “Boş verin, karışmayın” dedim.
Yine bir şey istedim, homurdanmalar başladı. “Bana bakın” dedim, “şimdi sıkı durun.” Kadın halimle ben yapacağım, sizin erkek halinizle yapamadığınızı. Bir yandan şınav çekecek, şınav çekerken el çırpacak, aynı anda repliklerini söyleyecek. Bir oynadım. Hepsi öylece kaldı. Ha, sen misin erkek olarak bana öğreten? Bak ben sana neler öğretirim.
Bunun nedeni şu: Ben hem atletizm yapan hem jimnastikçi olan biriyim. Yanlış adama çatıyorlar. Ama çok hoştu. “Ben kadın halimle yaptıysam, siz de yaparsınız” dedim. Yapamıyorlarsa da fırlarım sahneye. “Bak, nasıl yapılır göstereyim” derim. Ve yaparım.
Hep şunu söylerim: Kendi yapamayacağım hiçbir şeyi sizden istemem. Bunu bilin, bu bilgiyle hareket edin. Çünkü ben yönetmen olmadan önce oyuncuyum. Öncelikle oyuncuyum. Bana yapılmasını istemediğim hiçbir şeyi size yapmam. Ama şunu da bilin: Kendi yapamayacağım hiçbir şeyi de sizden talep etmem. Öyle kırıtırsanız çıkar, gösteririm.
Oyuncu olarak durum nasıl?
Bütün tiyatro metinlerine bak. Bütün filmlere bak. Kadın rolü, erkek rolünden her zaman daha azdır. Neden? Çünkü dünya eril bir dünyadır. Bu dünyada anlatılan sosyal alan, erkeklerin varoluşu üzerinden kurulur; neticede hepsi erkeklerden oluşur.
Macbeth diyorsun: Bir tane Lady Macbeth var, geri kalanı erkek. Romeo ve Juliet diyorsun: Bir Juliet var, bir de dadısı; geri kalanı erkek sürüsü. Baba filmi… Annesi arada bir görünür, geri kalan dünya kadar adam. Bana kimse bunun kadın dünyası olduğunu söyleyemez.
Biz kadınlar erkek dünyasına girip “Bir dakika” demek zorundayız. Devlet tiyatrosunda da vardı bu. “Kadın oyuncular niye oynamıyor?” denirdi. Ara ara kadınlardan oluşan oyunlar yapılırdı. Eleştirilerden sonra. “Troyalı Kadınlar” mesela. “Kadınlar da savaşı yitirdi” denirdi.
Söyleşi için bir araya geldiğim çoğu insana soruyorum, size de sorayım yanıtlamak zorunda değilsiniz fakat merak ediyorum hayatınızın bir mottosu var mı?
Özgürlük. Düşünmemde özgür olacağım. Konuşmamda özgür olacağım. Üretirken özgür olacağım. Özgür değilsem sanat yapamam. Sanatçıysam özgür olmak zorundayım. Bunu yapamazsam var olamam. Var olamazsam zaten olmam. Özgürlük, var olmak için şart.

MERSİN UÇAN SÜPÜRGE FİLM FESTİVALİ’NDEN NOTLAR
Festivalde barış, gazetede ısrar: İyi ki kadın gazeteciler var
(EMK)






