Arzu Çur'u tanıyarak başlayalım.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Orada bizim çok sevdiğimiz bir hocamız vardı ve biz ilk feminizm lafını onun ağzından duyduk. Benim yer aldığım nokta tam feminizm değildi; ama feminizmle sosyalizm arasında bir yerde duruyordu. Kendimi şimdiye kadar, özellikle bir feminist olarak tanımlamadım, o gün de tanımlamadım.
Bugün kendinizi feminist olarak tanımlıyor musunuz?
Bugün kendimi bir feminist olarak değil, bir kadın olarak tanımlıyorum. Şöyle bir şey yerleşmiş bende, bir hareketin içine girmek gerekiyor sanki. Elbette hayatın içinde duruşum, hayata bakışım açısından ben bir feministim; ama örgütlü değilim.
Sizin feminist bir grubun, bir kadın örgütünün içinde yer almamanız kendinize feminist demenize engel olmamalı.
Ama öyle diyorsunuz da, birçok kadın da aynı dertten muzdarip. Yapılabilecek birtakım şeyler de vardır, ben bunları da belki biraz zorlamayla yapabilirim. Ama yapamıyorum, oldukça yoğun koşullarda çalışıyorum, yazı yazıyorum, bir yandan evimle ilgileniyorum, oğlum var. Feminist demememin kaygısı, feminizmi beğenmemek değil, bir şeylerde daha aktif yer almayı düşündüğüm için kendime böyle bir ibareyi yakıştıramıyorum.
Kitabınıza gelmeden önce küçüklüğümüzün kahramanı olan, "Ayşegül" olmayı konuşmak istiyorum. Sizin için "Ayşegül" olmak ne demek?
Aslına bakarsanız çocukluk kitaplarındaki Ayşegül'ü oturtma konseptini yazarken, bir tesadüfle ortaya çıkmış bir şey. Ben kitabımı yazarken bir kadın kahraman yarattım ama başta ne onun ne de etrafındakilerin ismi vardı ve dil de onu gerektirmiyordu. Sonuçta bir iç konuşma olduğu için, kendi adını telaffuz etmesine gerek yoktu.
Bir taraftan günlük gibi ele alınmış bir dil bu. Günlük mü peki? Hayır değil. O arada bir isim bulmak gerekti ve en kolayıma kardeşimin adını koymak geldi -kardeşimin adı Ayşegül'dür-. Arzu ismini koymak istemedim, çünkü bu benim hikayem değil; ben Ayşegül diye bir kadın karakter yarattım orada.
Sizin kahramanınız Ayşegül de aslında "Ayşegül" kitaplarını okuyarak büyümüş bir kadın.
"Ayşegül" kitaplarını okuyarak büyümeyen; orta sınıf, kentli kız çocuğu yoktur herhalde.
Aslında "Ayşegül" kitapları, tam da bize nasıl kadın olmamız gerektiğini öğreten, kitaplardır. Başarılı, akıllı, fedakâr ve her zaman sevgi dolu olmak... Eğer biz Ayşegül'ün çocukluğundan çıkıp genç kızlığını görebilseydik o, evlenirdi, "her başarılı erkeğin arkasındaki" kadın olmayı başarırdı ve boşanmazdı.
Evet. O Ayşegül boşanmazdı ve hayat ona biri kız, biri erkek iki çocuk verirdi. Ayşegül bundan yirmi yıl önce evlenseydi, çalışır mıydı, evde mi otururdu bilmiyorum ama, bugünkü Ayşegül evini ihmal etmeyen bir iş kadını olurdu ve kocasını, çocuklarını hiç ihmal etmezdi.
Muhtemelen hiçbir zaman kariyer yapmayı düşünmezdi bile.
Doktor olsaydı mesela intern kalmayı tercih ederdi. Yani Ayşegül kitapları bize kafanızı kesseniz boşanmış bir kadını göstermezdi. Benim Ayşegül'üm boşanıyor; çünkü hayat o kitaplar gibi değil.
Ben, Ayşegül kitaplarını, çocukken okuyup sevdiğim, hayat böyle olsaydı hiç de fena olmazmış dediğim bir masal olarak hatırlıyorum. Şahsen ben öyle bir hayat ister miydim bilmiyorum. Ömür boyu mutluluk kâbus gibi geliyor bana.
Şimdi sizin kahramanınız olan Ayşegül'e gelelim. O nasıl bir Ayşegül?
En başta ben Ayşegül'ü çok komik bir karakter olarak düşündüm. Ben yazarken çok eğlendim ve başına da olmayacak dertler getirdim, sakar da bir tip böyle ve bütün sakarlıklardan tesadüfler sonucu kurtuluyor. Başına büyük yıkımlar gelmiyor. Bu anlamda Ayşegül'le benim Ayşegül arasında, hayatın ona büyük darbeler indirmemesi anlamında bir paralellik var. Ayşegül'ün kafası karışık...
Üniversite mezunu bir kadın ve okuldan mezun olur olmaz, çocukluğundan beri aşık olduğu Mustafa'yla evleniyor ve çocuk doğuruyor. Ama bir gün sevgi bitiyor ve boşanmak istiyor Ayşegül. İşte bu noktada görüyoruz ki, Ayşegül'ün hayatında mücadele yok.
Etmemiş tabii. Ayşegül'e rahat batıyor ve bir gün kendisinin çok edilgen bir tavırda olduğunu fark ediyor Ayşegül. Ama o zaten öyle bir kadın ve yaşamının diğer alanlarında da çok öyle etken olmuyor yaşadıklarına. Bu anlamda hayatın karşısına öyle Zeyna gibi dikilen bir kadın değil. O ancak durabildiği noktalarda hayatın karşısında durabiliyor. Boşanma kararı veriyor ama, onu da ancak üç yılda verebiliyor.
Ayşegül'ün bir iç sesi var ve aslında bu iç ses bizlerin peşini bırakmıyor; çoğu zaman toplumun sesi olarak bizimle birlikte yaşıyor. Ayşegül'ün iç sesinde bir ego var, fesat.
Ayşegül'ün iç sesi korkunç fesat, çok kötü. Ayşegül'ün o sakarlığının nedeni de, o fesatlığı. Tabii tabii. Ayşegül buna rağmen fesatlık yapmıyor ve iç sesine uymuyor. Bizlerin sürekli hesaplaşma halinde olmamızın sebebi; biz toplumla hesaplaşırken aynı zamanda bu toplumun da parçasıyız. Biz elimizden geldiği kadar iç sesten özgürleşmeye çalışalım Ayşegül bir yerde, "acaba bu içime yerleşmiş ses, benim annem mi, hep onun verdiği öğütleri veriyor bana," diyor.
Şimdi eğer ellerinde olsaydı, bütün kadınların Ayşegül kitaplarındaki gibi olmasını isterlerdi ve bunun için hâlâ büyük bir çaba var ve Ayşegül modeli devam ediyor.
Kim isterdi?
Adamlar...
Kadınlar ister miydi?
Kadınlar hayatlarında ne olduğunu fark edemiyorlar ki, çünkü değirmen öyle bir dönüyor ki, işte Ayşegül kitapları da, o erkek egemenliğinin bir uzantısı.
Büyük ihtimalle kolaylarına da gelirdi.
Kolaylarına gelmezdi. Bizim gibi kadınlar, feministler ve bütün kadınlar Ayşegül'ü yaratanlarla mücadele etmeli. Ayşegül olmaktan, yırtmalıyız!
Ben Ayşegül'lerden o kadar fazla nefret 'etmiyorum. Benim Ayşegül'lerle kapışmam, onlarla değil. Kız çocuklarını Ayşegül modellerine iten bütün bu olup bitenlerle ilgili derdim var benim. Ayşegül'ün de çok fazla suçu yok. O bir kız çocuğu olarak, sevildiği, korunduğu bir yerde hayatın tadını çıkartmaktan başka bir şey yapmıyor. Bilinç yok çünkü ortada. Bilinçli olmak birşeylerin hayatımızda ters gitmesini gerektiriyor.
Ama kadınların hayatında her şey ters gidiyor.
Her şey ters gitmeye de biliyor. Neden her şey ters gitsin?
Otuz yaşında boşandıktan sonra, Nişantaşı'nda otururken ve hiç çalışmamışken hemen bir iş buluyor ve 250 milyona Beşiktaş'ta bir ev tutuyor...
Ayşegül'ü tutup da, gecekonduda oturtamazdık.
Neden?
Çünkü Ayşegül bunu kabul edebilecek bir kadın değil. Büyük ihtimalle gecekonduda oturmayı tercih etmeyecektir. Her zaman Deniz'in (oğlu) yaşam standardı bozulmamalı diyor. Ayşegül boşanana kadar ekmek elden su gölden yaşamış ve bir burjuva.
Ayşegül kendine verilmiş hayatı reddederken aslında kendi olmayı başaramıyor. Yine de on yıllık evliliğinin otuz iki yaşına kadar getirdiklerini de devam ettiriyor. Yeni, güçlü, bir kadın olmaya çabalamıyor. Sadece boşanıyor ve kocasız bir hayat yaşıyor...
Bir geçmişi öyle çok kolay atamıyorsunuz, geçmiş dediğiniz şey aslında, Ayşegül suçu başkalarına da atsa, sonuçta onunda, seçtiği bir şey. Daha doğrusu Ayşegül radikal çıkışlar yapmıyor. Sistemin aralarına sızan ve orada kendine bir hayat kurmaya çalışan biri. Bu anlamda Ayşegül'ü bir özgürlük savaşçısı olarak değerlendirmek yanlış olur. Ayşegül'ün çocuğu olmasaydı belki daha radikal çıkışları olabilirdi.
Çocuk radikal olmaya engel bir şey mi?
Evet, çünkü çocuğunuzu yetiştirirken, onun biraz daha korunaklı olabilmesi için topluma daha uyum sağlayabilecek şekilde yaşamak zorunda kalabiliyorsunuz. Ayşegül'de zannediyorum şöyle bir şey var; ben kendi hayatım hakkında karar verebilirim ama, çocuğumun da kendi hayatı hakkında karar verebilmesi için, onun da daha korunaklı bir yerde büyüyüp karar vermesi gerekiyor. En azından çocuklarımızı okula göndermek zorundayız.
Ayşegül'ün neden hiç arkadaşı yok?
Evet, Ayşegül'ün arkadaşı yok. Evlilik gibi bir şeyin içine girdiğinde ne yaşadığını algılamak gün geçtikçe azalıyor. Ev mekân olarak da içine sığındığımız bir yer. Ev kadınlığı dediğimiz şey de, sınırı evle birlikte getiriyor, hayata kapanıyoruz dolayısıyla. Ayşegül'ün başına gelmiş en büyük talihsizliklerden bir tanesi "he, he, he" derken arkadaşlarından kopmaya da "evet," demesi. Mesela kitaptaki Nilgün böyle bir şey yapıyor ve kendi hayatını kuruyor. İşte Nilgün bu anlamda Ayşegül'ün olamadığı, yapamadığı seçimi yapmış. Ayşegül'ün haseti, kıskançlığı da ondan.
Kıskançlık duygusu tıpkı bize düşen roller gibi o da kadınlara has bir duygu olarak yansıtılıyor ya, aslında bu bir zayıflık değil mi?
Bizler kadınların dayanışmasından yanayız ve fiiliyatta da böyle tavırlar sergiliyoruz. Birimizin başarısıyla göklere çıkıyoruz. İç sesimiz gibi toplumun bize verdiği yarışma ve başarılı olma hali var. Kadınlar iş yaşamında korkunç bir rekabetin içindeler ve özellikle de birbirleriyle yarışıyorlar, rekabet ediyorlar. Sonuç itibariyle bizim üst yapı olarak hayata karşı bakışlarımızı değiştirmemiz yetmiyor, içsel olarak da bir dönüşüm geçirmemiz gerekiyor. Bu içsel süreç okumayla, düşünmekle değil de daha da uzun bir süreç. Benim bir kadını kıskanmadan, rekabet etmeden onunla bir paylaşım ilişkisi geliştirebilmem gerekiyor diye düşünüyorum.
Başarmak ne demek?
Başarmak benim çok hazzettiğim bir kelime değil; çünkü başarmak birilerine rağmen bir şey yapmak. Birlikte çıkılmış bir yolda, birisinin önüne geçerek, onun kafasına basmak gibi geliyor bana. Başarı kadınların dünyasına dair bir söz değil, erkeklerin dünyasına ait ve biz onların karşısında iyi durmak içinde bunu kabul ediyoruz. İşte şimdi diyorlar ya, "Çocuk da yaparım, kariyer de," aslında yapılıyor da.
Siz "Kariyer de yaparım, çocuk da yaparım" fikrini onaylıyor musunuz?
Bu sloganı onaylamıyorum ama, varolan durumda kariyer de yapan, çocuk da yapan kadınlarla karşılaştığımızda bu da yapılabilir bir şey.
Bir feminist olarak bu kitabı yazmanızdaki amaç neydi?
Bu çok bencilce bir amaçtı, benim yazın serüvenim de çok bencilce bir amaç taşıyor. Ben kendim için yazıyorum. Ben Ayşegül'ü yazarken eğlendim. Temelde parmakla gösterip bir şey işaret etmedim bu kitapla. Zaten edebiyatta, benim kanımca, bir şey işaret etmeye aracı olduğu takdirde bir şeyler yitirebiliyor. Direkt yazı yazmak için yazdım. Bu çok ciddi bir kitap değil. Bu bir kadın romanı ve bir kadın üzerine yazılmış bir roman ve bir boşanma kitabı. Boşanmanın piskozla, problemle falan bitmediği, mutlu bir kitap.
"Ayşegül Boşanıyor"u okuyacak kadınların kitabı okuduktan sonra ne almasını istersiniz ondan?
Bu kitabı okuyacak kadınların yüzlerinde sürekli olarak bir gülümseme olmasını istedim en çok. İkinci olarak boşanma sürecini biraz hafife almak istedim. (BB)