İstanbul Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü nden Yrd. Doç. Dr. Ayşe Serdar’ın Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
1977’de Düzce, Akçakoca’da doğdum. Lisans eğitimimi Ankara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde, yüksek lisans derecemi Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde, doktora derecemi New York Eyalet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladım. 2009 yılından beri İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri bölümünde çalışmaktayım.
Kürtlerle ilk karşılaşmam çocukluğumun geçtiği, memleketimdeki köyümüzde Kürt işçilerin yazları küçük de olsa bizim olan fındık bahçelerine gelip ücret karşılığı fındıkları toplamasıyla olmuştu.
Kürtlere dair ilk hissettiğim şey müthiş bir uzaklık duygusu olmalıydı. Rengârenk giysileriyle kadınlar, çocuklar, kalabalık oluşları, farklı dilleri, adetleri.
Aslında bizim evde ve köyün tamamında büyüklerin arada bir konuştuğu Türkçeden başka bir dil olsa da, bu dili çocuklarıyla konuşmaktan vazgeçmiş olduklarından, çocuk olan bizler anadilimizi anlamıyorduk.
Oysa Kürtlerin dili bizim geriye çekilmiş, gözden çıkarılmış dilimiz gibi uysallaşmış değildi. Bunu da herhalde anlamıştım.
Çocukluğumda hissettiğim bu mesafe, soğukluk ve şüphenin empatiye, anlama çabasına ve ardından barış ve eşitlik talebine dönüşmesi çok uzun yıllarımı aldı.
Bu dönüşüm yolculuğunda ilk gençlik yıllarımda ne toplumdaki egemen bakış açısı, ne üniversite eğitimimdeki meseleye dönük baskın ilgisizlik ne de medyanın tercihli ve bilinçli körlüğü bana yardımcı olmuştu.
Bu yüzden doksanlı yıllarda sonradan idrak edeceğim çatışmanın boyutuna, içeriğine karşı büyük ölçüde ilgisizdim. Ancak bir sosyal bilimci olma yoluna girdiğimde, yüksek lisans ve doktora yıllarımda, dünyada ne olup bittiğini, başka tarihleri, başka coğrafyaları, başka dilleri, başka halkları da merak etmeye başladığımda, aynı zamanda Türkiye’deki atmosferin de yavaş yavaş açılmasıyla Kürt meselesinin ne olduğunu anlamaya başladığımı söyleyebilirim.
Temel olarak Türkiye’nin Kürt meselesini anlayabilmek için Türkiye tarihini ve toplumsal sorunlarını karşılaştırmalı bir bakış açısıyla görebilmem gerekmişti. Bunu da bana sağlayan sosyal bilimlerin evrensel değerlere oturan yöntemi ve birikimi oldu.
Ulus-devlet inşası, milliyetçilik ve etnik/ulusal kimlikler ve çatışma sosyal bilimlerin temel ve benim de ilgi alanıma giren bir alt başlığı.
Bu konuda yaptığım okuma ve çalışmalardan vardığım sonuç şu ki ulus-devlet olgusu 19. ve 20. yüzyılda ortaya çıkmış, yerine geçtiği imparatorluk ve monarşi sistemlerine kıyasla çok daha eşitlikçi olmayı vadetmiş ve pek çok bakımdan başarmıştır.
Önceki çağın topluma nüfuz veya asimilasyon kapasitesi ve motivasyonu zayıf olan devletlerinin ve siyasi seçkinlerinin dini veya etnik çeşitliliğe göz yumduğu veya kayıtsız, “hoşgörülü” kaldığı ama bu farklılıkları neredeyse her zaman birbirine hiyerarşik ve eşitsiz olarak ilişkilendirdiği modernlik ve demokrasi öncesi çok-kültürlü eşitsizlik modeli artık yok.
Bu politik yapı yerini, 20. yüzyılda kanun önünde eşitliği ve fırsat eşitliğini arzulayan ama benzer hatta türdeş vatandaşlara dönüşme koşuluyla bunu vadeden ulus-devletlere bıraktı.
Bunun gerisinde kapitalizmin, demokrasi anlayışının, artan teknolojik imkânların sağladığı ve artık homojenleştirmeyi mümkün ve tercih edilir kılan yeni modern devlet aygıtlarının payı açık.
Ulus-devletlerin çoğu egemenlik kurdukları topraklarda başta din ve ardından dil olmak üzere ilk homojenleştirme çabasını genelde savaş dönemlerinde hayata geçirdiler.
Az çok modern siyasi sınırlar dünya sisteminde stabile olduktan sonra da, ulusal-devletler sınırları içinde kalan özellikle aynı din ve mezhepten olduğu ama etnisite veya dilde ulusun egemen unsurundan ayrışanlara karşı sistematik bir asimilasyon politikasına geçtiler.
Bazı ulus-devlet modelleri şimdi burada detayına giremeyeceğim nedenlerle en baştan veya daha sonra çoğulcu modellere evrildiler.
Yani vatandaşlık üzerinden eşitlik, ama dil ve dinsel farklılıkları göz ardı etmeden bir egemenlik paylaşımına veya çok-kültürcü sistemlere ulaştılar. Fakat pek çoğunda ya asimilasyon başarılı oldu veya aynı devlet içinde bazı gruplar üzerinde başarılı olurken bazılarında dirençle karşılaştı.
Genelde otokton/yerleşik olsa da egemen nüfusa oranı az olan veya göçmen olan veya ulusal sınırlar içinde bütünüyle dağınık olan etnik unsurlar için egemen ulusal kimliğe asimile olmaktan başka çare yoktu veya bu çok daha avantajlıydı.
Eğer ulus-devlet asimile olanı ödüllendirme konusunda samimiyse ve başarılıysa dillerini geride bırakan ve çoğunlukla aynı dine mensup ve belirgin fiziksel görünüm farklılığı barındırmayan bu küçük etnik gruplar genelde hızlıca asimile oldular.
Bu koşulların sağlandığı durumlarda, ulus-devletlerin sanayi veya homojenleştirici kapasitesi yeterince gelişmemiş olsa dahi etnik azınlıkların farklılıklarını bir-iki kuşakta ortadan kaldırmaya veya bütünüyle kültürel sınırlara çekmeye yetti.
Ancak Kürt meselesinin de parçası olarak gördüğüm durumlarda başka bir şey yaşandı. Yani dinsel veya fiziksel görünüm farklılığının söz konusu olmamasına rağmen asimilasyonun bütünüyle başarılı olamadığı durumlar.
Birçok nedenden ötürü devletin kapasitesi tümden bir asimilasyona yetmedi. Ve bu kapasite sanıldığı gibi salt güvenlikçi ve baskı içeren mekanizmaların sağlayabileceği bir şey asla olmadı.
Ya tarihten gelen kendi kendini yönetmiş olmaya dair hafıza, ya nüfusun egemen unsura göre azımsanmayacak oranı, ya bu kalabalık unsurun coğrafi olarak yoğunlaşmış olması, ya ulusun geri kalanından ekonomik olarak geri kalmaları veya ekonomik olarak ileride olmaları gibi nedenlerle asimilasyona karşı bir direnç yaşandı.
Asimilasyonda zorlandıkça şiddet ve baskıyı artıran ulus devletin güvenlikçi her tür çabası da, asimile edilmeye çalışılan grubu daha da çok politize etmekten başka bir işe yaramadı. Bu örneklerde genel kültürel ve jeopolitik koşullarla da ilişkili olarak etnik kimliğini veya ulusal kimliğini talep eden grupların bir kısmı ne yazık ki şiddete de yöneldi.
Bu tür etnik çatışmalardan mağdur olan uluslarda, yaygın toplumsal tepki, anlam veremediği ve canını yakan bu şiddet karşısında sadece şiddetin kendisine odaklanma şeklinde olurken, sosyal bilimlerin özetlemeye çalıştığım tarihsel ve karşılaştırmalı bakış açısıyla bakıldığında şiddet çok daha karmaşık bir olgunun sonuç veya unsurlarından biri olarak görülür.
Bir noktada, şiddet kendi dinamiklerini ve mantığını yeniden üretse de, şiddeti kökeni itibariyle siyasi, toplumsal ve ekonomik bir olgu olan etnisite ve ulusal kimlik meselesinin barışçıl yollarla çözülememiş olmasının sonucu olarak görmek gerekir.
Bu çözümsüzlükte sosyal bilimlerin ve üniversitelerin bağımsızlığının olmaması tarihsel ve bilimsel bakış açısının geniş halk kitleleriyle buluşmasının önüne geçer. Çözümsüzlük ve şiddet kendini yeniden üretirken bilimsel bilginin barışa ve uzlaşmaya muhtemel katkısı da sınırlandırılmış olur.
Kısaca ve kabaca özetlemeye çalıştığım benim de katıldığım sosyal bilimlerin meseleye bakış açısı.
2016 Ocak ayında “Bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalama nedenim sosyal bilimlerin bana kazandırdığı bu perspektiften Kürt meselesine belirli toplumsal, siyasal, ekonomik sebepleri olan sosyolojik bir olgu olarak bakıyor oluşum, bu meselenin çözülmesinde şiddetin ve çatışmanın çare olmayacağına dair bireysel düşüncelerimdir.
Ayrıca, imza verme sebebim insan haklarına, yaşam hakkının kutsallığına dair inancım, sadece bölgede yaşayan insanların değil, bütün canlıların ve sadece Kürtlerin veya Türklerin değil, bütün insanlığın ortak mirası olarak gördüğüm tarihi mekânların, yapıların, hafızanın tehdit altında oluşu karşısında hissettiğim derin çaresizlik ve acı duygusudur.
Bugün bu toplumda, barış talebi yaygın ve son derece meşru bir taleptir. O dönem yaşananları görmekten canı yanan, yeniden çatışmasızlığa dönmeyi ve barışın inşasını talep eden milyonlar olduğumuza inanıyorum.
Demek istediğim kendimi barışın ve şiddetsizliğin diyalogla, sabırla, yüzleşmeyle, hemhal olmayla, bin bir çeşit insancıl çabayla başarılabileceğine inanan ve tüm bunları yürekten isteyen çok daha kalabalık, büyük bir barış taraftarlığının parçası olarak gördüğümdür.
Çatışmasızlık döneminde daha önce konuşulamayan ne çok şeyin konuşulup paylaşıldığına, barış talebinin toplumdaki karşılığına hepimiz tanık olduk.
Bu talebin sahiplerinin sadece bu metne imza atanlarla ve barış talebini açıkça “ifşa eden”ler ile sınırlıymış gibi davranılması, Kürt meselenin yargıya havale edilerek ve toplumsal olarak sesi kısılarak yol alınmaya çalışılması, sadece barış talebini ve bizleri suçlulaştırmayı kolaylaştırıyor.
Barış talep eden milyonlarca vatandaşın pratik olarak yargılanamayacağı gerçeğinden hareketle, Barış İçin Akademisyenler ve benzeri başka davalarla yapılmakta olanı, son derece yaygın toplumsal desteği olan barış talebinin marjinalize edilmesi ve yalnızlaştırılması çabası olarak görüyorum.
Sonuç olarak, aylardır mesai harcamakta olduğumuz şey siyasi konjonktür olarak şekillenmiş ama her şeye rağmen elinizin altında ve hala geçerli olan yasalarla açıkça çelişen bir iddianameye dayanmaktadır.
Daha da önemlisi bu iddianame imza metninde sözü edilen ve pek çok bağımsız kurumun dile getirdiği insan hakları ihlallerini soruşturmadığı gibi metnin örgüt talimatıyla kaleme alındığı iddiası lehine de hiçbir somut delil ortaya koyamamaktadır. Herhangi bir etkin soruşturma yapmadan, metnin özünü oluşturan barış talebini ters yüz edip hedef almakta ve suçlulaştırmaktadır.
Özetle, ben Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı bir insan olarak bu devletten ve bu toplumdan barış talep ediyorum. Hasbelkader akademisyenim ve bu metne imza verdim. Asıl önemli olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak barış talebimdir.
Açıklamaya çalıştığım olgular nedeniyle, iddianamede yer alan suçlamaları kesinlikle reddediyor ve heyetinizden beraat talep ediyorum. Saygılarımla. (AS/TP)