Bununla birlikte, özellikle 1990'larda insan haklarını ihlal eden bir ülke olarak algılanmasının önemli nedenleri arasında, 1987'de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na bireysel başvuru hakkının (1) kabul edilmesi ve takibindeki başvurular, Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Avrupa'da oluşan yeni düzen sonrası Türkiye'nin stratejik önemini kaybetmesi yer alır (2).
Bireysel başvuru hakkının tanınması, aynı zamanda, hakların sınırlarının devlet tarafından belirlendiği ulusal hukuk kültürünün değişmesini, bireylerin bireyselliklerinin ve buna bağı haklarının farkına varmalarını sağlamıştır. Adaylık sürecinde, AB'nin demokrasi, insan hakları ve adaletten sorumlu siyasi kurumlarının hükümete yaptığı uyarılar, danışmanlıklar ve baskılar da bu bilinçlenmenin etkilerini artırmış ve insan hakları sorunlarının etkin çözümü için, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi temsilcilerinin, kamu ve sivil toplum yetkililerinin ve akademisyenlerin bir araya gelip fikir üretmelerini sağlamıştır.
İnsan haklarının tartışma konusu haline gelmesi ve AB'nin kurulması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiştir ve bu durum, iki farklı insan hakları sistemin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Evrensel İnsan Hakları Sistemi 1945'te Birleşmiş Milletler'in (BM) kurulmasıyla başlamış ve 10 Aralık 1948'de Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin imzalanmasıyla yürürlük kazanmıştır.
Bildirge, hukuksal bağlayıcılığı olmamasına rağmen ulusal hukuk düzenlerinde değişiklikler yapılmasını sağlamıştır. Ancak sömürgeciliğin sürdüğü bu dönemde birçok Afrika ve Asya ülkesi, oluşumunda yer almadıkları bir sisteme sonradan dahil oldukları için, 56. yılını kutladığımız Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin ve öngördüğü düzenin evrenselliği tartışmalıdır (3).
Avrupa İnsan Hakları Sistemi ise 4 Kasım 1950'de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile belgelenmiştir ve bu sözleşme, Avrupa Konseyi üyesi her ülkenin uymakla yükümlü olduğu ilk uluslararası antlaşmadır. Avrupa İnsan Hakları Sistemi'nin Evrensel İnsan Hakları Sistemi'ne göre daha etkili olması, sistemin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi adı verilen yargısal bir denetim mekanizması kurmuş olmasının yanı sıra, Jean Monnet, Robert Schumann, Konrad Adenauer gibi AB'nin sosyal girişimcilerinin Avrupa Ekonomik ve Çelik Topluluğu'nun kuruluşundan itibaren öngördükleri ekonomik ve siyasi Avrupa bütünleşmesinin bir sonucudur.
Avrupa'nın genişleme sürecinde de bu bütünleşmenin korunmasına özen gösterilmiş ve bu sürecin her aşamasında ekonomik uyum ve yapısal fonlar, Kopenhag Kriterleri, kurumsal gelişme desteği eğitim programları gibi değişik mekanizmalar yaratmıştır.
Özellikle merkezi Doğu Avrupa genişlemesinde aday ülkelerin ekonomik, siyasi ve kültürel farklılıklarının bütünleşmeyi olumsuz yönde etkilemesini engellemek amacıyla 22 Haziran 1993'de yapılan Kopenhag Zirvesi'nde belirlenen kriterler, hem merkezi Doğu Avrupa'nın o dönemki adayları, şimdiki üyeleri için hem de Türkiye ve diğer aday ülkeler için demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygıyı ve bu saygının korunması gibi hakları garanti eden kurumların varlığını öngören "siyasi kriterdir". Türkiye'nin adaylık sürecini de siyasi kritere uyumda yaşanan aksamalar geciktirmiştir.
İnsan hakları sorununun düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması, işkencenin ya da kötü muamelenin önlenmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasıyla çözülebileceği yanılgısı, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de devam etmektedir.
Oysa insan haklarının temelinde bireylerin yaşam kalitesinin yükseltilmesi amacı yatar ki bu da değişen ekonomik, kültürel ve siyasi koşullarda Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hazırlanırken göz önünde bulundurulmamış veya henüz tartışma konusu olmamış yeni hakların gündeme gelmesine, varolanların içeriğinin genişlemesine sebep olmuştur.
Örneğin fikri ve sınai mülkiyet hakları, mülk tanımının sadece toprakla ilişkilendirilmemesi gerektiği, bir buluşun, yazın veya sanat eserinin de yaratıcısına mülk hakkı sağlaması gerektiği anlayışının benimsenmesiyle ancak 1990'lı yıllarda bu hakların korunmasına yönelik yaptırımlar da getirilerek yayılmıştır (4).
Halbuki fikri ve sınai mülkiyetin korunmasına ilişkin anlayış ilk olarak 1443'de Venedik'te ortaya çıkmış ve ilk patent kanunu 1474'te yine Venedik'te uygulamaya konulmuştur. 20 Eylül 1871 tarihinde yürürlüğe giren "Eşya-i Ticariyeye Mahsus Alamet-i Farikalara Dair Nizanname" marka koruması konusunda dünyadaki ilk örneklerden olduğu gibi aynı zamanda da sınai mülkiyet konusunda ilk yasal uygulamadır. Osmanlı İhtira Beratı Kanunu ise 23 Mart 1879 yılında yürürlüğe girmiştir ve Fransız Kanunu'ndan tercüme edilmiştir, ve o günün şartlarına göre oldukça ileri uygulamalardan biridir.
Osmanlı döneminde fikri ve sınai mülkiyet haklarının korunması açısından oldukça başarılı ve öncü adımlar atılmış olmasına rağmen, Cumhuriyet döneminde uluslararası antlaşma ve sözleşmelere taraf olunmakla kalmıştır.
Asıl kurumsal ve hukuki değişim, AB ile Gümrük Birliği müzakereleri sürdürülürken, bu hakların etkin bir biçimde ve uluslararası standartlara uygun şekilde uygulanmasının uluslar arası ticaretimizin geleceği için zorunlu olduğunun anlaşılmasıyla sağlanmaya başlamıştır.
24 Haziran 1994 tarihinde 544 sayılı kanun hükmünde kararname ile Türk Patent Enstitüsü'nün kurulması, 1995 Kasım'ına kadar yeni mevzuatın oluşturulması, Türkiye'nin 1995'te Dünya Ticaret Örgütü'ne ve Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması'na dahil olması, 2000'de Avrupa Patent Sözleşmesi'ne dahil olma, 2002 ve 2003 yıllarında Fikri ve Sınai Haklar ve Ceza Mahkemeleri'nin kurulması değişimin somut adımlarıdır (5). Böylelikle Gümrük Birliği gibi birçok farklı alanda ela olduğu gibi, Türkiye'nin adaylık süreci yeni hukuki yapıların oluşmasını sağlamıştır. (SS/BA)
* Sedef Sayın'ın yazısını alıntıladığımız Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2004, 130. sayısı ağırlıklı olarak Avrupa Birliği ile ilgili konuları içeriyor. Yeşim Pekiner'in ekonomik ve siyasi gelişmeler ışığında 1978'de Avrupa ile olan ilişkileri ve AET ile olan ilişkinin dondurulmasını değerlendirdiği yazı da bu çalışmalar arasında yer alıyor. .
1) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 34, Kişisel Başvurular: İşbu Sözleşme ve protokollerinde tanınan hakların Yüksek Sözleşmeci Taraflar'dan biri tarafından ihlalinden zarar gördüğü iddiasında bulunan her gerçek kişi, hükümet dışı her kuruluş veya kişi grupları Mahkeme'ye başvurabilir. Yüksek Sözleşmeci Taraflar bu hakkın etkin bir şekilde kullanılmasına hiçbir surette engel olmamayı taahhüt ederler.
2) Baskın Oran, Türk Dış Politikası, İletişim Yayınları, 2001.
3) Steiner ve Alston, "International Human Rights in Context: Law, Politics, Momls", Oxford University Press.
4) Uğur G. Yalçıner, Türkiye'de Sınai Mülkiyet Korumasının Tarihsel Gelişimi.
5) Uğur G. Yalçıner, age.